eğitime gelen bütün genç gangsterlerle âşık atabilecek kadar da kuvvetliydi.
İçlerinde hem muzip bir gülüşü, hem de tehlikeli bir pırıltıyı barındıran gözle
rine her bakışımda Khaderbai’yle ikisinin nasıl bir takım olduklarını düşünür
düm. Sonradan bir mafya şirketine dönüşen çeteyi o ikisi kurmuştu.
Bırak düşmanın ölmeden önce kaplanı görsün
, derlerdi.
Hussein’le Khaderbhai yıllar önce bu şehrin sokaklarında genç ve pervasızca
fırtına gibi eserken o kaplanı birçok düşmanlarına gösterdiklerine şüphe yoktu.
Ve salon sahibinin pişmiş kil rengi gözlerinde hâlâ o günlerin tehlikeli pırıltıları
oynaşırdı.
“Wah, wah, Linbaba,
” dedi salona girdiğimde.
“Selamünaleyküm. ”
“Ve aleykümselam,
Hussein Bir.”
O ilk yıllarda Khaderbhai’ye başka bir Hussein daha katıldığı ve konseyde
yer alacak kadar yükseldiği için bazen sahip oldukları kollara göre
Hussein Bir
ve Hussein İki olarak adlandırırlardı.
“Kya hal hain?”Nasılsın?
“Bir bar kavgasına karışan tek kollu bir adamdan daha meşgul,” dedim
Hintçe.
Bu, aramızda eski bir şakaydı ve onu her seferinde güldürürdü.
“Sen nasılsın, Hussein Bir?”
“Hâlâ yumruk sallıyorum, Linbaba. İşleyen demir ışıldar hesabı.”
“Öyle.”
“Tüm vücut mu çalışacaksın?”
“Hayır. Sadece silahları dolduracağım.”
Silahları doldurmak bizde biseps ve triseps çalışmak demekti.
Güldü. “Aferin. Bilirsin kavganın iki kuralı var. Rakibin dayak yediğini his
sedecek ve...”
“Hissetmeye
devam edecek,” diye bitirdim.
“Jarur!”
Salona geçerken elime bir havlu tutuşturdu. Burası önceleri genç gangster
lere sokak dövüşünü öğreten küçük, pis bir salonken Sanjay Şirketi’nin adam
ları arasında o kadar popülerleşmişti ki, bitişik depoyu da almışlardı.
Girişte klasik bir spor salonunda olması gereken bütün aletler mevcuttu.
Ağırlık çalışmak için sıralar, kürek makineleri, barlar ve ağırlıklar.
Arkada ise
etrafı aynalarla çevrili ve kan lekeli boks ringi vardı.
Daha da ileride, yeni açılan bölümde, güreş ve judo matları duruyordu.
Arka duvarın önüne kum torbalarını dizmişlerdi. Girişin yanındaki duvarları
vinil ve süngerle kaplı koridorda ise bıçaklı dövüş eğitimi veriliyordu.
İçerisi sıcaktı. Ağır bir adrenalin ve testosteron kokusu sinen havaya inle
meler, homurtular ve acı dolu haykırışlar karışıyordu.
Hayatımın büyük bir kısmını erkeklerle geçirmiştim. On yıl hapiste, yedi
yıl mafyada ve yirmi yıl spor salonlarında, karate okullarında, boks kulüplerin
de, ragbi takımlarında, motosiklet gruplarında ve erkek lisesinde. Yarı ömrüm
erkeklerin arasındaydı. Ve onlarla kendimi hep rahat hissetmiştim. Erkeklerin
dünyası basitti. Bütün kalplerin tek bir anahtarı vardı; güven.
Ağırlık çalışan gençlere selam verip belimdeki bıçakları çıkardım. Param,
anahtarlarım, saatim ve gömleğimle birlikte onları da büyük
tahta bir tabureye
bıraktım.
Beli destekleyen kalın bir kemer takıp havlumu boş banklardan birine ser
dim ve elime bir ağırlık aldım. Yarım saat sonra pazularım şişmiş, damarlarım
belirginleşmişti. Eşyalarımı toplayıp bıçaklı dövüş taliminin yapıldığı koridora
doğru yürüdüm.
O zamanlar bugünkü gibi kapkaççılar bile silah taşımıyordu. Dolayısıyla
bıçak dövüşü önemliydi. Bıçak kullanmanın inceliklerini bu işin ustaların
dan öğrenirdiniz. Genç gangsterler bu adamlara derin bir saygı besler,
Sanjay
Meclisi’nde büyük itibar görürlerdi.
Bana bıçak kullanmayı öğreten Hathoda, Katil Motorların lideri Ishmeet’in
de hocasıydı. O da becerilerini kendi adamlarına aktarmıştı. Hathoda yanında
Tricky adında genç bir sokak dövüşçüsüyle odadan çıktı.
İkisi de içtenlikle elimi sıktı. Yorgun ama mutlu genç gangster bizden izin
isteyip duşa gitti.
“İyi çocuk,” dedi Hathoda Hintçe. “Yetenekli de. Tanrı bıçağını onursuzca
kullanmayı nasip etmesin.”
Bu Hathoda’nın sloganıydı. Bütün öğrencilerine öğretirdi.
Hiç düşünmeden, “Tanrı bıçağımızı onursuzca kullanmayı
nasip etmesin,”
diye mırıldandım.
Hathoda Sih’ti. Kutsal şehir Amritsar’dandı. Gençliğinde amansız bir
çevrenin içine düşmüştü. Sonunda eğitimini yarıda bırakıp vaktinin çoğu
nu mahalledeki çeteyle geçirmeye başlamıştı. Kanlı bir soygun onları top
luluğun ileri gelenleriyle karşı karşıya getirince ailesi Hathoda’yı evlatlıktan
reddetmişti. Sonradan yapılan barış anlaşması sonucu Hathoda çeteden de
atılmıştı.
Yapayalnız ve beş parasız kalan Hathoda, Bombay’a gelmiş ve Khaderbhai
onu işe almıştı. Genç Sih’i büyük bıçak ustalarının sonuncusu ve 1960’ların
başında bu yola birlikte çıktıkları, Ganeshbhai’nin yanına çırak vermişti.
Hathoda ustasının dizinin dibinden bir an olsun ayrılmamış ve yıllar
süren bir eğitimden sonra kendi de usta olmuştu. Aslına bakılırsa, Güney
Bombay’daki son bıçak ustası oydu. Ama o yıllarda henüz silahların ışıltısı göz
lerimizi kör etmemişken bundan habersizdik tabii.
Hathoda bir bıçak ustası için dezavantaj sayılabilecek kadar uzun boyluydu.
Gür saçlarını iyice yağlayıp tepeden topuz yapardı. Yıllardır Hindistan’a seya
hat eden hemen herkesi büyüleyen, Pencaplılara özgü badem biçimli gözleri
vardı. Bakışlarındaki korkusuzluk herkeste saygı uyandırırdı.
Güney Bombay’daki herkesin onu tanıdığı
ismi Hathoda, Hintçe çekiç de
mekti.
“Talim yapmaya mı geldin?” diye sordu. “Ben de çıkıyordum ama istersen
biraz daha kalırım.”
“Seni işinden alıkoymayayım, üstad,” dedim saygıyla.
“Dert değil. Su içip geliyorum.”
“Onunla ben talim yaparım,” dedi bir ses arkamdan Hintçe.
Do'stlaringiz bilan baham: