H
er şeyin kaynağı olan içsel ışığımızın, gökyüzündeki yıldızlardan bile
daha çok biçimi var elbette. Tek bir iyi düşünce onu
parlatmaya yeter de artar
bile. Ve tek bir hata, kalbinizdeki ormanı kül edip gökyüzündeki bütün yıldızları
görünmez kılar. İşte o hata, tükenen bir aşk ya da kaybolan inançlar hâlâ içinizi
yakıyorsa, tamam dersiniz, buraya kadarmış. Ama bu doğru değildir. Asla değil
dir. Ne yaparsanız yapın ve ne kaybederseniz kaybedin, o ışık sizi hiç terk etmez.
İçinizde ölen her ne varsa yeniden dirilebilir. Yeter ki bunu canıgönülden isteyin.
Kalp pes etmeyi bilmez, çünkü yalan söylemeyi bilmez. Bir kitaptan başınızı kal
dırır ve güzelim bir yabancının gülümsemesinin büyüsüne kapılırsanız yeniden
bir keşfe çıkarsınız. O yolculukta hiçbir zaman eskiyi bulamazsınız.
Hep ama
hep başka tecrübeler yaşarsınız. Ama yaralı bir kalpte yeşeren yeni bir orman
bazen yangından öncekinden bile daha vahşi, daha güçlüdür. Ve orada, içiniz
deki mabette kalırsanız eğer, ışığın yeniden parladığı yerde her şeyi unutarak ve
asla pes etmeden, er ya da geç kendinizi aşkın ve güzelliklerin dünyayı yarattığı
yerde bulursunuz: En başta. Her şeyin başlangıcında.
“Kimleri görüyorum? Lin!” diye bağırdı Vikram karanlık ve nemli odanın
bir köşesinden. “Sabah sabah bu ne sürpriz. Nasıl buldun beni?
Ne zaman
döndün?”
“Yeni,” dedim odanın sokağa açılan geniş Fransız kapılarının dibinde diki
lerek. “Çocuklardan biri burada olduğunu söyledi. Biraz dışarı gelsene.”
Güldü. “Yahu sen içeri girsene. Gel, bizimkilerle tanış.”
Duraksadım. Gökyüzünün aydınlığına alışan gözlerim karanlık odada
yamru yumru şekillerden fazlasını seçemiyordu. Kapalı kepenklere saplanan
iki kılıcı andıran ışık hüzmelerini net görebiliyordum, o kadar. Bir de haşhaş
ve yanan kahverengi eroinin vanilyamsı kokusuyla sarmalanan dumanlar vardı.
O günü hatırlayınca, uyuşturucu kokusunu, gölgeleri ve odanın karşısında
yanan ateşi, beni o eşikte tutan ve içeri girmemi engelleyen, sezgilerim miydi
diye düşünmeden edemiyorum. O eşikten hiç geçmesem ve yürüyüp gitsem
hayatım ne kadar başka olurdu?
Yaptığımız seçimler bir olasılıklar ağacının dalları. Zira o günden üç muson
sonra Vikram ve yanındakiler, bir süreliğine paylaştığımız ağaçlığın, kalabalık
bir kentteki bir aşk, ölüm ve yeniden doğuş ormanının yeni dallarıydı.
Kapıdaki bir anlık duraksamadan net olarak hatırladığım tek bir şey var:
O sırada bu anın önemini zerre kadar kavramadım. Vikram karanlıktan çıktı,
koluma yapıştı ve terli elinin dokunuşuyla irkilmeme rağmen beni içeri çekti.
Dikdörtgen şeklinde, büyük bir odaydı. Soldaki duvarın rahat üç metresini
kaplayan devasa karyolada bir adam yatıyordu. Önce onu ölü sandım. Gümüş
rengi pijamasıyla yatağa boylu boyunca uzanmış ve ellerini göğsünde kavuş
turmuştu.
Nefes alıyor mu diye baktım. Göğsünde en ufak bir hareket göremedim.
Sağında ve solunda oturan iki adam marihuana çubuğu hazırlıyordu.
Duvarda, ölü ya da derin bir uykudaki adamın tam tepesinde Parsi inancı
nın kurucusu Zerdüşt’ün büyük bir tablosu asılıydı.
Gözlerim karanlığa alıştığında üç büyük iskemle gördüm. Verandanın kar
şısındaki duvarın dibine dayanan iki ağır, antika şifonyer, aralarında paravan
görevi görüyordu. Her birinde bir adam oturuyordu.
Yerde kocaman ve pahalı bir İran halısı seriliydi. Geleneksel Zerdüşt kılık
ları içindeki insanların fotoğrafları gözüme çarptı. Sağımda, yatağın karşısında,
mermer yüzeyli bir şifonyerin üzerinde bir müzik sistemi vardı.
Tavandaki iki
pervane dumanları dağıtmayacak kadar yavaş dönüyordu.
Vikram beni yatağın yanından geçirip birinci sandalyedeki adamın yanına
götürdü. Adam benim gibi bir yabancıydı. Ama benden daha uzundu. Uzun
gövdesi ve daha da uzun bacaklarıyla iskemleye öyle bir yayılmıştı ki, bir kü
vette uzanıyormuş gibi görünüyordu. Otuz beş yaşlarında olduğunu tahmin
ettim.
“Bu, Concannon,” dedi Vikram beni adama doğru itekleyerek. “IRA’den.”
Benimkini sıkan el ılık, kuru ve çok kuvvetliydi.
“Sokmuşum IRA’e!” diye bağırdı adam yoğun bir Kuzey İrlanda aksanıyla.
“Ben Uslter’denim. Has Kuzeyli, bildin mi? Ama Vikram gibi kancıklar bunu
nereden anlayacak?”
Gözlerindeki kendinden emin pırıltı hoşuma gitti.
Ama kendinden emin
sözlerinden de bir o kadar hazzetmedim. Başımı sallayıp elimi çektim.
“Aldırma sen ona,” dedi Vikram. “Saçma sapan konuşur ama eğlence on
dan sorulur. Tanıdığım yabancıların en dayanıklısı diyebilirim.”
Beni ikinci sandalyedeki adamın yanına götürdü. Genç biriydi. Önünde
dikildiğimizde üçüncü sandalyedeki adama haşhaş çubuğunu yaktırıyordu.
Çubuk kibritin alevini yuttuğunda tas birden tutuştu ve alevler genç adamın
tepesine doğru yükseldi.
Do'stlaringiz bilan baham: