Babaların Oğulları.
Concannon’ı o sergiye çeken bu iki kelime miydi? Yoksa
beni izleyip Lisa’yı öğrenmiş ve sergiyi onunla tanışmak için mi kullanmıştı?
Benimle konuşurken gözleri acı hatıralarla gölgelenmişti. Benim de anıla
rım vardı. Geceleri sık sık kâbuslarla uyanıyordum. Rüyalarımda beni bir du
vara zincirleyip işkence eden adamların unutmaya başladığım hayalet yüzlerini
görüyordum.
Başımı çevirdim ve Lisanın yarı kapalı gözlerine, minik, kalkık burnuna ve
uzun boynuna baktım. Dudaklarından hiç silinmeyen muzip gülümsemeye.
Rüzgâr sarı buklelerini havalandırıyordu.
Dizlerine kadar gelen, siyah, bol bir elbise giymişti. Kolsuzdu. Sadece sert
bir gömlek yakası vardı. Sandaletlerini çıkarmıştı. Ayakları çıplaktı. Tek mü
cevheri irili ufaklı turkuaz boncuklu, ince bir kolyeydi.
Aklımdan geçenleri okur gibi yüzüme baktı ve hafifçe kaşlarını çattı.
“Bugün ne, biliyor musun?” diye sordu ve gözlerimi şaşkınlıkla açtığımda
güldü. “Yıl dönümümüz.”
“Ama biz bugün...”
“Ben kendime seni sevme fırsatı tanıdığım güne göre hesaplıyorum,” dedi.
“İki yıl önce bugün motorunla yanımda durdun. Karla evleneli bir hafta ol
muştu. Ben yağmurun dinmesini bekliyordum.”
“Tüh. Hatırlıyorsun demek? O gün kafam çok iyiydi.”
Güldü. “Bilmez miyim? Birkaç kişi bir tentenin altına sığınmıştık. Bana
gideceğin yere bırakayım mı demiştin. Deli gibi yağmur yağıyordu.”
“Sonra sokakları sel basmıştı. Senin için endişelenmiştim.”
“Berbattı. Sana o kadar gülmüştüm ki. Kendisi sırılsıklam olmuş, bana
kuru ve güvenli bir yolculuk vadediyor!”
“Aman, tamam.”
“Sonra motorundan inip herkesin önünde dans etmiştin.”
“Ne aptallık.”
“Deme öyle. Benim hoşuma gitmişti.”
Başımı iki yana salladım. “Kendimi rezil ettim.”
“Bence evrene söz vermelisin. Muson zamanı Bombay’da olduğun sürece en
az bir kere yağmurda dans edeceksin.”
“Ben evren filan anlamam ama sana söz. Burada olduğum her musonda en
az bir kere yağmurda dans edeceğim.”
Rüzgâr artmıştı. Denizin üzerinde şimşekler çakıyordu. Az sonra bir gök
gürültüsü patladı.
“Fırtına yakın,” dedim.
Elimi tuttu. “Gel.”
Beni yavaşça dönen okçunun yükseldiği beton kaidenin dibine götürdü.
Eğilip yerden bir sepet aldı.
“Bekçiye bunun için fazladan para verdim,” dedim. Sepette büyükçe bir
battaniye, bir şişe şampanya ve birkaç kadeh vardı.
Şişeyi bana uzattı.
“Aç bakalım.”
Ben alüminyum folyoyu soyup tıpayı açarken Lisa battaniyeyi yere serdi ve
etrafta bulduğu birkaç başıboş seramik karoyla sabitledi.
“Her ayrıntıyı düşünmüşsün,” dedim.
Güldü. “Daha dur. Burası ne kadar özel bir yer, bilmiyorsun. Rish’le gel
diğimizde etrafa iyice baktım. Bombay’da hiçbir pencereden görünmeyen tek
açık alan bu.”
Elbisesini başından geçirip çıkardı ve yere fırlattı. Çırılçıplak kalmıştı.
Kadehleri alıp bana uzattı. İkisine de şampanya doldurdum. Şişeyi bir kenara
bıraktım ve kadeh tokuşturduk.
“Neye içiyoruz?”
“Önce soyunsan?”
“Lisa, konuşmamız gerek,” dedim en ciddi sesimle.
“Olur ama önce içelim.”
“Peki.”
“Aptal âşıklara,” dedi.
“Aptal âşıklara.”
Şampanyasını bir dikişte bitirip omzunun üzerinden fırlattı. Bir şangırtı
koptu.
“Bunu hep yapmak istemişimdir,” dedi neşeyle.
“Lisa...”
“Şşşt.”
Beni soydu ve ikimiz de tamamen çıplak kaldığımızda bir kadeh daha alıp
doldurdu.
“Bir tur daha şerefe yapalım, sonra konuşuruz,” dedi.
“Tamam. Yağmura,” dedim.
“Yağmura.”
Kadehlerimizi başımıza diktik.
“Lisa...”
“Dur. Son bir tane daha.”
“Ama dedin ki...”
“Daha olmadı.”
“Ne?”
“Biraz çarpsın bari.”
Tekrar kadehleri doldurdu.
“Bu sefer şerefe yok. Fondip.”
Tekrar içtik ve Lisa yine kadehi fırlattı. Sonra beni sırtüstü battaniyeye itti
ama kendi ayağa kalktı.
“Konuşurken ben dans etsem?” dedi. Hafifçe sallanmaya başlamıştı bile.
Kafamı ellerimin arkasında kavuşturdum. “Pekâlâ. Keyfini kaçırmaya
cağım.”
“Bir zahmet. Bugün yıl dönümümüz,” dedi hülyalı bir sesle.
“Biliyor musun, cehennemde doğum günlerini ve yıl dönümlerini asla
unutmayan insanlara ayrılmış özel bir yer var.”
Lisa bana aldırmadan devam etti. “Bugün ikinci devrimiz başlıyor. İki yıl
önce başlayandan bir sonraki.”
“Ne demek o?”
“Dün eski bizdik,” dedi kollarını iki yana açıp rüzgârı kucaklayarak.
“Eski mi?”
“Evet.”
“Ne zaman değiştik?”
“Bu gece.”
“Öyle mi?”
“Evet.”
“Ne zaman oldu o? Asansörde mi? Merdivenlerde mi?”
Güldü ve dans etmeye devam etti. Kafası sadece kollarının, kalçalarının ve
bacaklarının duyabildiği bir ritimle hareket ediyordu.
“Yağmur dansı yapıyorum,” dedi ellerini denize doğru uzatarak. “Bu gece
yağmur yağmalı.”
Etrafındaki demir çemberle birlikte dönen okçuya baktım. Yağmur. Yağmur
yıldırım demekti ve bizim kırmızı okçu da ideal bir paratonerdi.
“Kesin yağsın diyorsun?”
“Tabii.” Kendini yanıma atıp elini başına dayadı. “Görürsün, birazdan in
dirir.”
Şampanyayı kafaya dikti ve beni öpmek ister gibi uzandı. Ama bunun yeri
ne ağzındaki şampanyayı benimkine boşalttı.
“Ben serbest bir ilişki istiyorum,” dedi.
Güldüm. “Bundan daha serbestini düşünemiyorum.”
“Başkalarıyla da olmak istiyorum.”
“Ah. Şimdi anladım.”
“Bence sen de başkalarıyla olmalısın. Sürekli değil tabii. Yani birlikte takıl
maya devam edeceksek. Biriyle sürekli bir ilişkin olması hoşuma gitmez. Ama
ara sıra olabilir. Hatta istersen çöpçatanlık bile yapabilirim. Sana deli olan bir
arkadaşım var. O kadar güzel ki, üçlü bile takılabiliriz.”
“Ne?”
“Bir sözüne bakar,” dedi.
Fırtına yakındı. Rüzgâr deniz kokuyordu. Bakışlarım gökyüzüne kaydı.
Gururun payına kızgınlık düşer çokça, doğrular ise alçak gönüllülüğün. Ona
ne yapıp yapamayacağını söyleme hakkına sahip değildim. Bunu sormaya bile
hakkım yoktu. Aramızda o türden bir aşk yoktu.
“Sana karışmaya hakkım...”
Sözümü kesti.
“Beni sevmek istiyorsan seninle olurum,” dedi yanıma yatıp elini göğsüme
koyarak. Ama başka insanlarla da olmamızı istiyorum.”
“Bana bunu söylemek için tuhaf bir yol seçmişsin.”
“Böyle bir şeyi söylemenin tuhaf olmayan bir yolu var mı?”
“Yine de...”
“Nasıl tepki vereceğini bilemedim,” dedi dudaklarını büzerek. “Hâlâ da
bilmiyorum. Tek düşündüğüm, fikrimi beğenmezsen bunun son sevişmemiz
olacağıydı. Beğenirsen de, ilk kez yeni Lin ve Lisa olarak sevişeceğiz. Her iki
şekilde de, unutulmaz bir yıl dönümü kutlaması olacak.”
Birbirimize bakarken gözlerimiz gülmeye başlamıştı bile.
“Burayı seveceğimi biliyordun.”
“Hem de nasıl.”
“Air India okçusu falan. Bunlar tam bana göre.”
“Ev-vet.”
Üzerine eğilip yüzüne savrulan saçları arkaya ittim.
“Sen harika bir kızsın, Lisa. Beni hep şaşırtıyorsun.”
Parmakları enseme dolandı ve öptü beni.
“Bir araştırma yaptım biliyor musun?” diye mırıldandı.
“Öyle mi?”
“Evet. Buraya ne sıklıkta yıldırım düştüğünü araştırdım. Merak ediyor
musun?”
Aslında umurumda değildi. Bize neler olduğunun farkındaydım ama bu
nun nereye varacağını kestiremiyordum.
Fırtına üzerimize kapandı. Gökyüzü sıkıştı ve yağmur ağızlarımızı gümüş
renkli damlalarla doldurdu. Lisa beni üzerine, sonra içine çekti. Bacaklarını
sırtıma doladı ve beni sıkıca içinde tuttu. Sonra gevşedi ve beni yine sıktı.
Kendimi bu ritme bıraktım.
Rüzgâr ve yağmur sırtımı dövüyordu. Alnımı onunkine dayadım. Yüzümü
yüzüne siper ettim. Kirpiklerimiz olmasa gözlerimiz bile değecekti birbirine.
Muson yağmuru tenlerimiz kadar sıcaktı. Dudaklarımızı birbirine bastırdık ve
aynı havayı paylaştık.
İçinden çıkmama izin vermeden beni sırtüstü yatırdı ve uzun parmaklarını
göğsüme bastırdı.
Yağmur yüklü bulutların arasında bir gümbürtü daha koptu. Saçlarından
ve göğüslerinden sular akıyor, benim açık ağzıma doluyordu. Çatı su dolmaya
başlamıştı. Ada Şehri’nin tepesinde, gizli bir denizdeydik sanki.
Lisa tırnaklarını etime geçirdi. Sırtını kızgın bir kedi gibi kabarttı. Ellerini
göğsümden aşağı kaydırdı ve beni içine hapsedip kollarını ve yüzünü gökyü
züne kaldırdı.
Kafamın içinde bir davul gümlemeye başladı. Anılar koridorunda yankıla
nan ağır ayak sesleri. Kalbim. Ayrılacaktık. O an o kadar netti ki; şu an sahip
olduğumuzdan daha fazlası olmayacaktı hiçbir zaman.
Do'stlaringiz bilan baham: |