hepimiz bu işlere mağaralarda ve karanlık yerlerde başladık,
demişti.
Biz suçlular oraları o yüzden çok özleriz.
Gözlerim yeniden yola kaydı. Karşı yönden üç motosikletli geçti.
Akreplerdendiler. Ortadaki Danda’ydı. Diğerini de tanıdım. Depoda beni en
profesyonelinden pataklayan çam yarması, Hanuman.
Durup vitesi boşa aldım ve dikiz aynasını onları görebileceğim bir açıya
ayarladım. Biraz ötedeki trafik ışıklarında durdular. Aynadan aralarında konuş
tuklarını gördüm. Kısa bir tartışmanın ardından motorlarını döndürüp arkam
dan geldiler. Başımı öne eğdim ve sıkıntıyla iç çektim.
Onlarla kavga etmek istemiyordum ama kendi bölgemdeydim ve onları
Şirket’in faaliyetlerinden uzak tutmalıydım. Kaçıp birkaç sokak ötedeki dostla
rımın arkasına saklanamayacak kadar da gururluydum.
Vites değiştirip motora küçük bir daire çizdirerek döndüm. Sonra çift yön
lü yolda, motoru doğruca bana yaklaşan Akreplerin üzerine sürdüm.
Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Üçe karşı birdim. Her hâlükârda başım
beladaydı. Şansımı bir katliamdansa bir kazada denemeyi yeğliyordum. Hem
motorum ta en başından beri benimleydi. Ben de onunla.
Ama Akreplerin kaybedecek bir şeyleri vardı anlaşılan. Ya da belki motor
ları benimki kadar sadık değildi. Son anda yana çekildiler.
İkisi kontrollerini kaybedip kendi etraflarında dönmeye başladı. Üçüncü
motor yolun kenarındaki duvara çarptı.
Ben sertçe frene bastım ve bir ayağımı yola koyarak dönüşümü yavaşlatma
ya çalıştım. Botum ıslak asfaltta kaydı. Sonunda motoru yan devirip kontağı
kapadım.
Yere düşen sürücü güçlükle ayağa kalktı. Danda’ydı. Kendine geldiği gibi
üzerime koştu. Onu sağlı sollu yumruklarla karşılayıp tekrar yere serdim.
Diğer Akrepler motorlarının biçimsizce devrilmesine aldırmadan bana
doğru koştu. Motorlara acımıştım doğrusu.
Karşı karşıya geldiğimizde yumruklar havada uçuştu. Seri bir şekilde çöme-
liyor, sağa sola sıçrıyor ve isabetli yumruklar atmaya çalışıyordum. Sonunda iki
Akrep’i devrilen motosikletlerinin yanına serdim. Yoldan geçen arabalar yavaş
lıyor ama hiçbiri durmuyordu.
Bir kez daha kendini toplayan Danda bize doğru koştu. Arkadaşlarının ya
nından geçip doğruca bana daldı ve dengesini bulmak için yeleğime asıldı.
Islak yolda ayağım kaydı ve arkaya doğru devrildim. Vahşi bir hayvan gibi
böğüren Danda üzerime düştü.
Yüzünü benimkine yaklaştırmaya ve beni ısırmaya çalıştı. Bunu yapama-
yınca boynuma yöneldi. Islak dili boynuma değdiğinde irkilerek geri çekilmeye
çalıştım.
Parmakları yeleğime yapışmıştı sanki. Onu bir türlü üzerimden atamı
yordum. Diğer iki Akrep, Danda nın açıkta bıraktığı yerlerimi tekmeliyordu-
Birkaç kere tutturamayıp Danda’yı tekmelediler ama oralı olmadı.
Hâlâ fazla zarar görmemiştim çünkü hiçbir yumruk ya da tekme can ahe
1
bir yerime denk gelmemişti. Danda nın ağırlığıyla asfalta yapıştıkça belimdeki
bıçaklar canımı acıtıyordu. Ama prensip itibarıyla, diğer adam silah çekme
dikçe ben de çekmezdim. Ya da kavga bir ölüm kalım meselesine dönüşmediği
sürece.
Sonunda yuvarlanmayı başardım ve Danda’nın bir anlık tedbirsizliğinden
faydalanarak ayağa fırladım. Keşke bunu yapmasaydım çünkü Hanuman tam
arkamdaydı. Arkadan kolumu boğazıma sardı. O kadar güçlüydü ki, nefessiz
kaldım.
Danda yeniden taarruza geçti. Hâlâ ısırmaya çalışıyordu beni. Hapiste de
onun gibi bir ısırgan otu tanımıştım. Her öfkelendiğinde milletin orasını bu
rasını koparırdı. Nihayet kurbanlarından biri bütün dişlerini kırdı da hepimiz
huzura erdik. Ben de aynısı Danda’ya yapmayı planlıyordum.
Bana çok yakındı. Kafasını Hanuman’ın kolunun altından sokmuştu.
Dişlerini koluma geçirdiğinde onu kendimden uzaklaştırmanın bir yolunu
aradım ama hiçbir yerine vuramıyordum ki.
Güç bela elimi uzatıp Danda’nın kulağını yakaladım ve var gücümle çek
tim. Kulağının bütün hâlde yırtıldığını hissettim. İşte o zaman dişleri gevşedi
ve ben de onu bıraktım.
Acıyla ciyaklayarak geri çekildi. Kanlı kulağını iki eliyle birden tutuyordu.
Elimi arkaya atıp Hanuman’la aramıza sokmaya çalıştım. Bıçaklarımdan
birine ulaşmaya çalışıyordum. Ya da adamın taşaklarından birine. İkisi de işe
yarardı.
O sırada üçüncü adam bana saldırdı. Göğüslerimiz birbirine değdiğinde
durdu ve kafama vurmaya başladı. Taşaklarına bir tekme attım. Silahla vurul
muş gibi yere yığıldı.
Gözlerim kararmaya başlamıştı. Bıçaklardan birinin sapını tam zamanın
da kavradım. Onu belimden çıkarıp Hanuman’ın bacağına saplamaya çalıştım
ama her seferinde boşa salladım.
Yılmadan denedim ama nafile. Sonunda bıçağın ucu ete değdi ve
Hanuman’ın bacağının üst kısmını hafifçe çizdi. Hanuman sadece bir anlığına
boğazımdaki kolunun baskısını azalttı.
Fırsatı kaçırmadım. Yine saldırdım ve bu sefer bıçağı baldırına sapladım.
Dev adam sendeleyince bıçağın sapını elimden kaçırdım.
Hanuman hâlâ boğazımı sıkıyordu. Çenemi dirsek boşluğuna denk getirip
nefes almaya çalıştım. Bir işe yaramadı. Kaçarı yoktu. Bayılacaktım.
Gözlerim kararıyordu. Sersemliğimin arasında boğuk bir ses duydum. Biri
adımı mı sesleniyordu? Başımı çevirmeye çabaladım.
“Kafaya dikkat!” dedi ses.
Tepeden üzerime gelen bir yumruk gördüm. Kocamandı. Dünya kadat,
Ama benim suratıma ineceğini sanırken yön değiştirdi. Darbenin etkisini his-
settim. Sonra bir kere daha vurdu. Boğazımdaki baskı birdenbire kayboldu.
Hanuman dizlerinin üzerine çöktü ve yüzüstü yere yapıştı.
Beni bırakınca yere düşmüştüm. Hafifçe silkinip can havliyle ayağa fırla
dım. Yumruklarımı yüzüme yakın tutarak arkamı döndüm. Concannon elleri
ni göğsünde kavuşturmuş, Hanuman’ın tepesinde dikiliyordu.
Gülümsedi ve beni uyarırcasına çenesiyle arkamı işaret etti.
Hızla döndüm. Danda’nın ağzı, burnu ve kulağı kan içindeydi.
Beni devirmek için sert bir yumruk savurdu ama ıskaladı. Benimki kafası
nın yanından gevşekçe sallanan kulağına geldi. Danda acıyla uludu ve üzerimi
ze kanlar fışkırdı.
Danda kulağını tutarak kaçarken gömleğindeki kırmızı lekenin giderek ya
yıldığını gördüm. Concannon kaçan Akreplerden birini tekmeliyordu. Adam
bağırarak Danda’ya yetişti ve ileride bekleyen taksilere doğru seğirttiler.
Hanuman homurdanarak dizlerinin üzerinde doğruldu. Yalnız kaldığını
fark edince duraksadı.
Concannon’a baktım. Irlandalı, dişlerini sıkmış, pis pis sırıtıyordu.
“Tanrım,” diye mırıldandı, “ne olur bu adamın aklını al da kaçmayıp dö
vüşsün.”
Hanuman ayağa kalktı ve birkaç tökezlemeden sonra arkadaşlarının ar
kasından seğirtti. Yağmur başlamıştı. Bıçağımdan asfalta kanlar damlıyordu.
Geniş yolun biraz aşağısında Akrepler apar topar bir taksiye doluştu ve hızla
uzaklaştılar. Bıçağımı alıp sildim ve kılıfına soktum.
“Ne dövüştü be!” dedi Concannon omzuma bir şaplak atarak. “Gel, biraz
eğlenelim.”
Hiç istemememe rağmen başımı salladım. Ona borçlanmıştım.
Yakınlardaki kocaman bir ağacın altında bir çaycı vardı. Motoru ağacın
gölgesine çektim. Çaycıdan aldığım bezle onu güzelce kuruladım. İşimi bitir
diğimde caddeye doğru yürüdüm.
“Nereye?” diye sordu Concannon hemen.
“Geliyorum.”
“Şurada medenice bir çay içelim dedik, hemen yan çizmece.”
“Geliyorum dedim ya?”
Akreplerin motorları hâlâ yolun kenarında duruyordu. Benzin ve yağ sız
dırıyorlardı. Onları kaldırıp taş duvarın dibine çektim. Concannon’ın yanına
döndüğümde çaylarımız gelmişti.
“Şansın varmış ki sizi gördüm,” dedi.
“Ben başımın çaresine bakıyordum.”
Güldü. “Sikime bakıyordun.”
Haklıydı.
Ben de güldüm. “Manyaksın sen. Ne işin vardı burada?”
Başparmağıyla omzunun üzerinden Cuffe Parade yönünü işaret etti.
“Hemen şurada Parlak Patel’in dükkânı vardı. Şehrin en kaliteli haşhaşım o sa
tardı. Ama yan binanın tepesinden birini attılar. Herif, Patel’in üzerine düştü.”
“Deme yahu.”
“Bir de şarkıcı bir herif ezildi. Gerçi o iş bana yaradı. Şarkı söylemesin diye
ona durmadan para yedirmekten gına gelmişti. Ne anlatıyordum ben?”
“Burada ne aradığını.”
“Hah. Seni takip ettiğimi düşünmüyorsun ya? Kendini bu kadar beğenme,
dostum. Sadece haşhaş almaya gelmiştim.”
“Hım.”
Bir süre konuşmadık. Hani erkekler arasında uzayıp giden şu rahatsız edici
sessizlikler vardır ya? İşte onlardandı.
“Bana neden yardım ettin?” diye sordum.
Gözlerinde kırgın bir ifade belirdi.
“Barbarların arasında kalan beyaz bir kardeşime yardım etmem suç mu?”
“Yine başlama.”
“Kızma hemen,” dedi elini dizime koyarak. “Ne kadar yufka yürekli oldu
ğunu anladık. Sen vicdanlı bir adamsın, dostum. Motorlara bile kıyamıyorsun.
Ama şakadan hiç anlamıyorsun. Bir ibneye göt veren denmesine bile bozulu
yorsun.”
“Lafın bittiyse bana müsaade,” dedim.
“Dur, dinle beni. Söylediklerimin yüksek ahlak anlayışına uymadığım bili
yorum. Bunu anlarım. Harbi anlarım. Ama böyle hassasiyetlerden hiç hoşlan
mıyorum ve saygı duymuyorum, tamam mı? iyiliğe zerre kadar saygım yok.
Sen de içeride yattın. Anlarsın. Merhametli adamsın eyvallah ama ikimizin
sandığından çok daha fazla ortak noktamız var.”
“Concannon...”
“Dur. Sonuna kadar dinle. Merhamet tuhaf şey. İnsanın içinden geliyor.”
Kalbini gösterdi. “Tam şuradan. Sahte merhameti şıp diye anlarsın. Ben dene
dim ve asla beceremedim. Resmen hasta oldum. Ulan dedim, iyisi mi ben yine
özüme döneyim. Ama samimiyet beni mıknatıs gibi çekiyor, dostum. Ondan
hiç hoşlanmasam da elimde değil. Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?”
L
Gözlerinin içine baktım. “Daha beni tanımıyorsun.”
Güldü. “İşte onda yanılıyorsun. Bir süredir Bombay’dayım. Buraya geleli
birkaç gün olmuştu ki bir batakhanede adını duydum. Sonra başka yerlerde
iki kere daha. Önce iki ayrı kişiden bahsettiklerini sandım. Lin’le Shantaram’m
aynı adam olduğunu daha sonra anladım.”
“Yani beni takip ediyordun.”
“Öyle bir şey demedim. Ben sadece seni merak ettiğimi söylüyorum. Senin
hakkında sorular sormaya başladım. Dostlarınla ve iş yaptıklarınla tanışmayı
vazife edindim. Sevgilini bile tanıyorum.”
“Ne?”
“Benden hiç bahsetmedi mi?”
Sırıttı. Bu yılışık hâlleri kabak tadı vermeye başlamıştı.
“Neden söylemedi acaba? Belki de beni çekici buldu.”
“Ne diyorsun sen be adam?”
“Hop, sakin ol. Onunla bir sergide tanıştım.”
Tek kaşımı kaldırdım.
“Ah, çok alındım doğrusu. Sana bütün gün patates tıkınan bir Kuzey
İrlandalı imajı mı verdim? Ben sanattan hoşlanamaz mıyım yani?”
“Uzattın ama,” dedim. “Konuya gel.”
“Konu filan yok, dostum. Lisa’yla bir sergide tanıştık ve biraz sohbet ettik.
Hepsi bu kadar.”
“Neden?”
“Kötü bir niyetim yoktu. Arkadaşlarından biri senden bahsedene kadar sev
gilin olduğunu bile bilmiyordum.”
“Ondan uzak dur.”
“Neden? Benden hoşlanmış gibiydi. Gayet iyi anlaştık. Ben de onu beğen
dim. Eh. Bir gün ayrılacaksınız nasıl olsa. Şimdiden yerimi yapayım.”
Ayağa kalktım. “Yeter!”
“Bekle,” dedi. O da kalkmıştı. Elini usulca koluma koydu. “Lütfen, dos
tum. Canını sıkmak gibi bir niyetim yoktu. Ama ben buyum. Hani samimi
yetten bahsettim ya? Birinin kendi gibi davranmasından hoşlanmak
zorunda
değilsin ama ona saygı duymalısın. Sadece seninle sohbet etmeye çalışıyorum-’
Concannon’dan hiç hoşlanmamama rağmen kendimi zorladım ve gözleri
nin içine baktım. Gözbebekleri ufacıktı. Buz mavisi bir denizde kaybolan siyah
kum tanecikleri. Başımı çevirdim.
Akreplerin motorlarının yanına bir çekici yanaşmıştı. Onları arabaya yük'
lemelerini seyre daldım.
Concannon da bakışlarımı takip etti.
“Vaktinde yetişmeseydim o kamyona motorlarla birlikte cesedini yüklerler
di,” diye mırıldandı.
Doğru söylüyordu. Ondan hoşlanmıyordum. Delinin teki olduğundan
emindim. Ama doğru zamanda gelmiş ve beni kurtarmıştı.
Tekrar oturdum. Concannon iki çay daha söyledi. Kalın parmaklarından
beklenmeyecek bir ustalıkla esrarlı bir sigara sardı.
“İçecek misin?”
Sigarayı ağzıma koydum. Concannon bir kibrit çaktı. Esrarlı sigaradan bir
kaç nefes alıp Concannon’a uzattım.
“Her dediğime alınıyorsun. Suratımın ortasına bir tane yapıştırmamak için
gitmeye kalkıyorsun. Onun için lafı uzatmayacağım.” Sigaranın gri-mavi du
manım havaya üfledi.
“Dinliyorum,” dedim.
“Yeni bir çete kuruyorum ve bana katılmanı istiyorum.”
Gülme sırası bendeydi.
“Komik olan ne?”
“Ne kuruyorsun, ne kuruyorsun?”
“Bir çete. Ne olmuş?” dedi esrarlı sigarayı bana uzatırken. “Bu işleri bilirsin.
Birkaç silah alırız. Biraz ortalığı karıştırır, insanları korkuturuz. Haraç toplar,
ekmek elden su gölden yaşar, zevk içinde gebeririz.”
“Fikrini pazarlama taktiğine bayıldım.”
Tam o sırada yan mahallede at yetiştiriciliğiyle uğraşan Jibril yanıma geldi.
Onu selamlamak için ayağa kalktım.
Jibril çekingen bir adamdı. İnsanlarla konuşmakta zorlanırdı ama atlarıyla
bol bol sohbet ederdi.
Büyük kızı birkaç hafta önce ateşlenmişti. Durumu ciddiydi. Jibril beni
aramış ve kızına detaylı bir virüs taraması yapılmasına ikna olmuştu.
Özel bir klinikte yapılan testin parasını ben ödemiştim. Kızda Spiroket has
talığı çıkmıştı. Fare idrarıyla bulaşan ve bazı vakalarda ölümle sonuçlanan bir
hastalıktı. Erken teşhis edildiği için kız tedaviye cevap vermişti.
Jibril ellerime sarılıp bana teşekkür etti ve beni evine çaya davet etti.
Ben de ona teşekkür ettim ve bizimle bir bardak çay içmeye davet ettim.
Özür dileyerek reddetti ve atlarına arpa aldığı tüccarla randevusuna koşturdu.
Oturduğumda Concannon, “Al işte,” dedi. “Ne söylemeye çalıştığımı anlı
yorsun değil mi? Bu insanlar seni seviyor. Ama beni sevmiyorlar. Sevmelerini
de istemiyorum zaten. Yemeklerini yemek istemiyorum. O rezalet yemekler
den tiksiniyorum. Filmlerini izlemek ve lanet dillerini konuşmak istemiyorum,
Ama sen istiyorsun. Sen onları anlıyorsun. Onlarla konuşuyorsun, dostluk
kuruyorsun. Onun için seviyorlar seni. Teklifimi düşün. İyi bir ikili oluruz,
Şehrin bu kısmını kolayca ele geçirebiliriz.”
Güldüm. “Bunu neden isteyelim?”
Bana doğru eğildi. “Yapabiliriz de ondan.”
Yapabiliriz de ondan. Başkaları üzerinde hâkimiyet kurabileceğimizi anladı
ğımızdan beri bizim gibilerin sloganıydı bu.
“Bu bir sebep değil, sadece bir bahane.”
“Etrafına bak! Bu milletin yüzde doksan dokuzu onlara söylenenleri yapı
yor. Sen ve ben yüzde birlik kısımdayız. Onlar onlara verilene razı olurken biz
istediğimizi alıyoruz.”
“Halkı bastırırsan ayaklanırlar.”
“Ara sıra evet,” dedi açık mavi gözleri parlayarak. “Sonra yüzde birlik kısım
onlara hadlerini bildirir. Ne onurları kalır ne de cesaretleri ve tekrar kölelik
hayatlarına dönerler. Çünkü onlar köle olmak için doğdu.”
Derin bir iç çektim. “Biliyor musun, Concannon? Düşüncelerine katılma
makla kalmıyorum. Aynı zamanda onları küçümsüyorum.”
“İşin güzelliği burada ya!” dedi ellerini bacaklarına vurarak.
Bir an hayretimi izledi ve daha yumuşak bir sesle devam etti.
“Annem ben bebekken ölmüş. Babam bize yetmek için elinden geleni yap
mış ama becerememiş. Beşimiz de daha on yaşında bile değildik ve babam
hastaydı. Bizi yetimhaneye yolladı. Bizim aile Protestan’dı. Kız kardeşlerim
Protestan yurtlara gitti. Ama bana ve kardeşime yer kalmadı. Sonunda kendi
mizi Katoliklerin arasında bulduk.”
Bir an duraksadı ve bakışları ayaklarına kaydı. Yağmur hızlanmıştı. Çaycının
plastik çatısını döverken çıkardığı sesi düğünlerde çalman davullarınkine ben
zettim.
Concannon koşu ayakkabısının burnuyla çamurlu zeminde daireler çizme
ye başladı.
“Orada bir rahip vardı. Kahrolası herif.”
Başını kaldırdı. Buz mavisi irislerinde hareler oynaşıyordu. Gözlerinin akla
rı birdenbire kan çanağına dönmüştü.
“Bundan konuşmak istemiyorum,” dedi ve yine sessizliğe gömüldü.
Gözleri doldu. Çenesini sıkıp güçlükle yutkundu. Gözyaşlarını engelleme
ye çalıştı ama yanaklarından süzülmeye başladıklarında başını çevirdi.
“Pisliğin tekisin,” dedi elini tersiyle gözlerini silerken.
“Ben mi?”
“Sen tabii! Çok olgun, çok mantıklısın ya? İnsanlara bunu yapıyorsun işte!
Onları zayıf yaratıklara dönüştürüyorsun. Yıllardır gözümden bir damla yaş
akmadı. O alçaktan kimseye bahsetmedim bile. İkimiz neden iyi bir ikili olu
ruz şimdi anladın mı?”
“Aslında... hayır.”
“Yetimhaneden çıktığımda on altı yaşındaydım. On sekizinci yaşgünümde
altı leşim vardı. Biri de o rahipti. Canını almamam için nasıl yalvardığını gör
meliydin. Hasta herif.”
Yine duraksadı. Bu hikâyeyi burada kesmesini umdum ama devam etti.
“Biliyor musun? Öldürmeden önce affettim onu.”
“Concannon, ben...”
“Ne? Şurada içimizi döküyoruz. Beş dakika dinlemeyecek misin beni?”
O kadar çaresiz görünüyordu ki başımı salladım.
«T*
»
lamam.
“Sonra kimseyi affetmedim,” dedi şiddete dair anılarıyla gözleri parlayarak.
“UVF’e katıldım. Kaç kişinin boynunu kırdım, kaç Katolik’i dizinden vurdum
hatırlamıyorum. Yakaladığımız IRA pisliklerinin parçalarını pencerelerine fırla
tırdık ve daha bir sürü şey. Polis ve orduyla iş birliği içindeydik. Yasal değildik ta
bii ama bize göz yumuyorlardı. Kimsenin yapıp ettiklerimizi sorguladığı yoktu.”
“Concannon...”
“Sonra bitti. Şiddetin dozunu abarttığımı söylediler. Siktiğimin bir savaş
ta zalim olmayıp ne yapacaksın? Beni sürgün ettiler. Önce Iskoçya’ya, sonra
Londra’ya. Nefret ettim oradan. Sonra rüzgâr beni buraya savurdu.”
“Concannon, bak.
“Biliyorum,” dedi. “Ne düşündüğünü biliyorum. Ne diyeceğini. Haklısın.
İnkâr etmiyorum ki. Ben hak eden insanların canını yakıyorum. Sapığın teki
yim. Neyse ki bir sürü de sapık hatun var. Bazen böyle olduğuma seviniyorum.
Sen benim gibi değilsin. Prensiplerine göre yaşıyorsun. Hâlâ anlamadın mı?
Sen iyi polissin, ben kötü polis. Sen onların gözlerinin içine bakıyor ve onlarla
İŞ
yapıyorsun. Ben en ufak bir hatalarında ellerini kesiyorum.”
“Sadece ellerini kesiyorsun, öyle mi? Büyük aşama!”
“Çok düşündüm,” dedi. “Sen o Fransız’a takılıp kalmışsın. Biraz uzak dur
ondan.”
“Nerede duracağını hiç bilmiyorsun, değil mi?”
“Hey, hey. Dinle beni. Bu neye benziyor, biliyor musun? Bir dinin temeline
indiğinde neyle karşılaşırsın, dostum? Ben sana söyleyeyim. Güzel vaatler ve
hiç bitmeyecek cezaların korkusuyla. Yüzyıllardır insanlar üzerinde etkili olma
sının nedenleri bu ikisidir. Sen ve ben de öyleyiz işte. Böyle bir karışımı kim alt
edebilir? Papalarla mollalar yüzyıllardır bundan geçinmiyor mu?”
Derin bir iç çektim ve ellerimi dizlerime koyup kalkmaya hazırlandım.
Kolumu yakaladı. Parmakları bileğimi mengene gibi sıkıyordu.
“Sakın,” dedim uyarırcasına.
Kolumu bıraktı.
“Özür dilerim. Ama hemen kestirip atma. Biraz düşün.” Bakışlarına yine
o yılışık sırıtış sızdı. “Birkaç güne yeniden konuşalım. Teklifimi kabul edersen
bu işte yalnız olmayacağız. Başkalarıyla da görüştüm. Hepsi de çok ilgilendi.
Düşün, Lin. Bugün kıçını ben kurtardım, dostum. En azından bu kadarını
hak etmiyor muyum? Seninle ortak olmak istiyorum. Bana konuşacağım, ge
rektiğinde fikir danışacağım biri lazım. En önemlisi de, güvenebileceğim biri.
Sadece düşün.”
Onu mavi, plastik tentenin altında yalnız bıraktım ve motoruma atlayıp
uzaklaştım. Teklifini değil ama onu düşündüm. O öğleden sonra, bar bar dola
şıp pasaport teslimi yaparken hiç aklımdan çıkmadı.
Bağlantılarımla konuştum. Gangsterlerin dedikodular, iftiralar, suçlamalar
ve yalanlardan oluşan sokak müziğini dinledim. Bu muhabbet hep komik gelir
bana. Ama düşüncelerim her fırsatta Concannon’a kaydı. Ağlarken utanışı ama
kendini kontrol edememesi gözlerimin önünden gitmedi.
Şu hayatta yapıp ettiklerimize hangi hayal, hangi umut ve hangi çaresizlik
itiyor ve sonra da terk ediyor bizi? İnsani dürtü ve gerekçeler nasıl içleri bom
boş şeyler ki, geceleri doğup sonuçların şafağında kayboluveriyorlar? Hırs ve
korku unutulmuş kıyılarda çoktan buz tutmuşken yaptıklarımız hâlâ içimizde
yaşıyor. Bizler düşündüklerimiz ya da söylediklerimizden daha çok, eylemleri-
miziz hayatta.
Concannon suça koşarken ben ondan kaçıyordum. Uzun bir süre, yakalan
ma korkusu aynamdı benim. Ben, kendim değil, sudaki bir yüzdüm sadece.
Ve kendimi günahlarımdan arındırmıştım. Ama şimdi o su bulanmış ve bütün
hareketlerimin sorumlusu bildiğim o yüz silinmeye başlamıştı.
■ • ■ ■
Do'stlaringiz bilan baham: |