ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
Bir suç işletmesini yönetmek korkma içgüdüsünü, acımasızca bir şımarıklık
yeteneğini ve adamlarınızı hayranlıkla kıskançlık arasındaki o minik otlakta
zekice gütme becerisini gerektirir. Ve bir suç işletmesini yönetmek için çok
ama çok çalışmanız gerekir.
Kırmızı okçunun gölgesinde geçirdiğimiz gecenin sabahı erkenden uyan
dım. Bir ok, gövdemi delip geçmiş ve geriye kırmızı bir boşluk kalmıştı sanki.
Pasaport fabrikasındaki masama oturduğumda saat daha dokuz bile değildi.
Krishna ve Villu’yla üç saat aralıksız çalışıp pasaportları bitirdik. Sonra
Bombay Belediyesi’ndeki ahbabımı arayıp Farzad’ın hazine avcısı ailesi için
gereken belgeleri istedim ve öğle yemeği için Colaba Caddesi’ne yöneldim.
Güney Bombay’ın beş, dört ve üç yıldızlı otellerinin çoğu Hindistan’ın
Giriş Kapısı olarak adlandırılan anıtın yarıçapındaki üç kilometrelik alana ya
yılmıştı. Bombay’a gelen turistlerin yüzde doksanını bu yarımadada bulmak
mümkündü. Kanunsuz pasaport trafiğinin yüzde doksan beşi ve uyuşturucu
trafiğinin yüzde seksen beşi de yine o bölgede dönüyordu.
Güneydeki birçok iş yeri Sanjay Şirketi’ne
hafta
denen ve hafta anlamına
gelen bir korunma ücreti ödüyordu. Şirket aynı bölgedeki yedi restoran ve ba
rın sahiplerini bu haraçtan muaf tutuyordu. Zira o restoran ve bar sahipleri
Sanjay Şirketiyle bağlantılı turist rehberlerinin, pezevenklerin, uyuşturucu sa
tıcılarının, çığırtkanların ve karaborsa simsarlarının, mekânlarını mal, bilgi ya
da belge alışverişi için kullanmasına izin veriyordu.
Benim sahte pasaport ve belge birimim kullanılabilir dokümanlar için bu
yedi noktayı düzenli olarak kontrol etmeye mecburdu. Çoğunlukla bu iş bana
düşüyordu. Düşmanlarımın ve rakiplerimin beni takip etme ihtimalini azalt
mak için günlük ziyaret rutinimi sürekli değiştiriyordum.
O gün Trafalgar restorandan başladım. Şimşek Dilip, Colaba Polis
Merkezi’ndeki odasının camından bir bıçak fırlatsa buradaki bir hedefi tut-
turabilirdi. Mekân karakola o kadar yakındı. Restoranın sokağın köşesindeki
kapısında ve aşağı inen üç basamağın başında Hrishikesh adında bir adamla el
sıkışmak için duraksadım.
Hrishikesh bir hafıza üstadıydı. Böyleleri o yıllarda suç dünyasının alt kast
larından sayılıyordu. Suç işleyip hapse girmeyi gözleri kesmiyor ama zekâları ve
hafızaları sayesinde korkusuz aptallara hizmet ederek kendilerini geçindirecek
kadar para kazanıyorlardı.
Suç trafiğinin yoğun olduğu bölgelerde iş tutar, o günün altın kurunu, altı
belli başlı dövizin hem normal, hem karaborsa kurlarını, elmas, yakut, zümrüt
ve safir gibi değerli taşların karat fiyatlarını ve esrardan kokaine bütün uyuş
turucu maddelerin yarım saatte bir değişen piyasa fiyatlarını ezbere bilirlerdi.
“Ne haber, Kesh?” diye sordum elini sıkarken.
“iyidir,
baba!'
Sırıtıp gözlerini gökyüzüne çevirdi.
“Ooperıuale. ”
Tanrı’ya gönderme yapmak için seçtiği kelime benim en sevdiklerimdendi.
Daha çok tekil kullanılan
Ooperıuala
sözcüğü kabaca
Yukarıdaki
olarak tercü
me edilebilirdi. Ama çoğul kullanıldığında
Yukarıdakiler
anlamına geliyordu.
“Ooperıuale,”
dedim. “Anlat bakalım.”
Birden ciddileşerek son haberleri özet geçmeye koyuldu.
Bana sadece altın ve döviz kurları lazımdı ama Kesh bütün repertuvarını
sayıp dökerken sözünü kesmedim. Onu severdim. Bütün bu bilgileri aklında
tutabilmesine hayrandım. Kurlar günde üç kez değişmesine rağmen Kesh tek
bir virgülü bile atlamazdı.
Gangsterlerin çoğu onun gibilerini küçümserdi. Ben hiçbir zaman an
lam verememiştim buna. Küçük çaplı kanun kaçakları zararsız insanlardı.
Bazen onlara hiç de insaflı davranmayan düşman bir ortamda zekâları ve
becerileri sayesinde hayatta kalmaya çalışıyorlardı yalnızca. Ayrıca bağım
sız kanun kaçaklarına karşı özel bir sempatim vardı. Kanunlara uygun bir
hayat süren güruha katılmıyor ama gangsterler gibi şiddete başvurmayı da
reddediyorlardı.
Kesh nihayet sustuğunda ona rayicinin iki katını ödedim ve bana denizin
üzerinde oynaşan güneş pırıltıları kadar parlak bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Restoranda sırtımı duvara yaslayarak oturdum. Sokağın neredeyse tamamı
nı görebiliyordum. Bir garson göbeğiyle omzumu dürttü. Sebzeli bir sandviçle
kahve söyledim.
Kimseye işaret etmeme gerek yoktu. Beklemem yeterliydi. Sokaktaki ile
tişim ağının çoktan harekete geçtiğini biliyordum. Turist kalabalığı içinde
dolanan tayfadan bir ya da ikisi motorumu park edip Kesh’le konuştuğumu
görmüştü şüphesiz. Söylenti şimdiden civardaki bütün sokaklara yayılmıştı:
Linbaba, Trafalgar’da oturuyor.
Sandviçimi bitirmeden, ilk bağlantım Billy Bhasu geldi. Masama yaklaş
makta tereddüt ederek etrafı sinirli bakışlarla süzdü ve yumuşacık bir sesle ko
nuştu.
“Merhaba, Bay Lin. Adım, Billy Bhasu. Dennis’le çalışıyorum. Şu uyuyan
adamla. Beni hatırladın mı?”
“Otur. Patronu huzursuz ediyorsun.”
Restoran sahibi tezgâhın üzerine eğilmiş, önündeki tepsideki bozukluklarla
oynuyordu. Billy Bhasu ona şöyle bir göz attı ve oturdu.
Bir garson tepemizde bitti. Billy Bhasu nun önüne yağlı, plastik kaplı bir
menü koydu. İnsanların uzun uzun oturmadığı, geçerken şöyle bir uğradığı
bar ve restoranlardaki kurallar belliydi. Sivilleri rahatsız edecek en ufak bir
taşkınlık yapamazdın ve yesen de yemesen de öğle yemeği ısmarlamak zo
rundaydım
Billy için çayla sandviç söyledim. Garson gittiğinde çabucak konuya girdi.
“Bende bir kolye var. Altın.”
Cebinden bir madalyon çıkarıp masaya koydu. Onu aldım ve ucundaki
madalyonun kapağını açtım. Bir tarafında genç bir erkeğin, diğerinde genç bir
kadının fotoğrafları vardı. Küçük dünyalarının kıyısından birbirlerine gülüm
süyorlardı. Ve o kıyının ötesinde benim elime düşmelerine sebep olan diğer
dünya vardı.
“Çalıntı mal almıyorum,” dedim.
Gücenmiş gibi dudaklarını büzdü. “Ne çalıntısı? Dürüstçe satın aldım.
Hem neredeyse yarısı saf altın.”
Yeniden genç çiftin fotoğraflarına baktım. Yirmili yaşlarda ve Kuzey
AvrupalIydılar. Parlak gözlü, sağlıklı tiplerdi. Dertsiz gülümsemelerde özgürce
sergileyebilecekleri bembeyaz dişleri vardı.
“Ne kadar istiyorsun?”
“Ah, dostum,” dedi. Bunlar Hintiler’e özgü o pazarlık ritüelinin ısınma tur
larıydı. “Teklifi sen yapacaksın, ben değil.”
“Beş Amerikan doları,” dedim.
“Ama bu çok az,” dedi ağzından tükürükler saçarak.
“Hani fiyatı ben belirleyecektim?”
“Evet, dostum ama sen adil adamsın. Hakkını verirsin diye düşündüm.”
“Gram fiyatının yüzde altmışını vereceğim, tamam mı? On sekiz ayar oldu
ğunu kabul ediyorsun, değil mi?”
“Belki yirmi ikidir?”
“On sekiz,” dedim. “Ve yüzde altmış. İstersen bir de Zaveri çarşısındaki
Marvvari’lere sor.”
“Aman kalsın. Onlar sonunda beni borçlu çıkarır. Fazla akıllılar. Alınma
ama seninle anlaşmayı tercih ederim.”
“Pekâlâ. Yüzde elli.”
“Altmış de tamam olsun.”
Garsonu çağırıp madalyonu verdim ve patronun terazisinde tartmalarını
söyledim.
Restoran sahibi tezgâhın altındaki terazide madalyonu tarttı ve gramını bir
kâğıt parçasına yazıp bana yolladı.
Garson kâğıdı elime tutuşturdu ve madalyonu bana vermeden önce rakamı
doğrulamak istercesine avucunda şöyle bir tarttı.
Kâğıda baktım. Sonra Billy Bhasu’ya gösterdim. Başını salladı. Kesh’in ku
runu kullanarak rakamı on rupiye yuvarladım, kâğıda yazdım ve tekrar Billy’ye
gösterdim. Yine başını salladı.
Parayı cebine koyarken, “Bugün şu Anglo dedektife rastladım,” dedi.
“Naveen Adair. Bir yerlerde seni görürsem bir mesaj iletmemi istedi.”
“Gördün işte.”
“Evet,” dedi saf saf. “Bu durumda mesajı iletebilirim.”
Bir sessizlik oldu.
“Bir sandviç daha ister misin, Billy? Pakete ekleyelim mi?”
“Valla iyi olur. Jamal dışarıda bekliyor.”
Bir sandviç daha söyledim.
“Şimdi mesajımı alabilir miyim?”
“Ah tabii. Dur bakayım. Linbaba’yı görürsen, takım elbiseli adamla ilgili bir
gelişme yok de, dedi.”
“Bu kadar mı?”
“Evet. Önemli mi?”
“Çok. Sana bir sorum var, Billy.”
“Evet, dostum?”
“Madalyonu almasaydım bana yine de mesajı söyleyecek miydin?”
“Elbette,
baba”
dedi sırıtarak. “Ama o zaman iki sandviçle yetinir miydim
bilmem.”
Bu arada sandviç paketleri geldi. Billy Bhasu elini onların üzerine koydu.
“Gidebilir miyim?”
“Tabii.”
Billy Bhasu restorandan çıktığında yine o genç çiftin fotoğraflarına baktım.
Sonra madalyonu kapadım ve gömleğimin cebine attım.
Sonraki dört saat bölgedeki altı restoran ve bara daha girdim çıktım ve her
birinde en az kırk dakika geçirdim.
Sıradan bir gündü. Bir pasaport, üç parça mücevher, yedi yüz elli Amerikan
doları nakit para, toplamda aşağı yukarı bir o kadar diğer döviz kurlarında para
ve kaliteli bir saat satın aldım.
Sonuncusu günün son alışverişiydi ve onun yüzünden sokaktan iki adamın
tartışmasına dâhil oldum.
Saati getiren adam, Deepak çabucak bir fiyat biçti. Aslında piyasa fiyatının
altında bir rakamdı ama Kale bölgesindeki profesyonel alıcılar bu kadarını da
vermezdi.
Alışverişimiz bitmek üzereyken, bara Ishtiaq diye bir adam girdi ve bağıra
rak payını istedi. Taktiği basitti. Deepak parayla birlikte kalabalığa karışmadan
ona emrivaki yapıyordu.
Başka şartlar altında, paramı geri alır, iki adamı da bardan kovar ve daha o
an unuturdum onları. Bar sahibiyle eskiye dayanan hukukumuz bu alışverişten
daha önemliydi.
Ama saati kulağıma dayadığımda tik taklarını duymuştum. Mekânik kal
bi onu her gün kuran sahibine sadakat borcunu ödercesine tıkır tıkır atıyor
du. O saati sevmiştim. Şimdiye kadar kullandıklarımın hepsinden daha çok
sevmiştim.
Sezgilerimi dinlemeyip Ishtiaq’ı sakinleştirmeye çalıştım. Cebimden biraz
para çıkardım ve payını ödedim. Para tomarını elimden kapıp Deepak’a biraz
daha hırladıktan sonra çıkıp gitti. Deepak da benden özür dilercesine omzunu
silkti ve bardan çıktı.
Saati bileğime geçirdim. Tam olmuştu. Sonra patronla garsonların bakışla
rını üzerimde hissettim. Gözlerindeki ifade açık ve netti. Kaybetmiştim. Benim
konumumdakiler Ishtiaq gibi adamlardan aman dilemezdi.
Bileğimdeki saate baktım. Açgözlülüğüm beni güçsüzleştirmişti.
Do'stlaringiz bilan baham: |