malı tütsü kokusu doldurmuştu. Sokak kapısının tam karşısında, tavanda
yere kadar inen kırmızı, kadife bir perde asılıydı.
Farzad teatral bir tavırla perdeyi açmaya hazırlandı. “Hazır mısın?”
Güldüm. “Kastettiğin oysa, evet, silahlıyım.”
Farzad perdeyi yana çekti ve geçebilmem için tuttu. Karanlık bir koridor^
sonunda akordeon bir kapı vardı. Farzad bunu da çekti.
Koridorun arkasındaki alan o kadar geniş ve yüksekti ki, ancak güney-
değdiği üst katları görebiliyordum. Burası avlu gibi bir yerdi. Ama bir tuhaflıl;
vardı. Sanki iç mekânlardan çalınıp binaların iç kısmı oyulmuş gibiydi.
Kahvaltı sofrası iki uzun masaya kurulmuştu ve her birinde aşağı yukarı on
beş kişi vardı. Bir sürü kadın, erkek ve çocuk.
İlk katın sağ ve solundaki açık mutfaklara göz attım. Otel mutfakları kada:
donanımlıydılar. Yanlarındaki kapalı kapıların odalara ait olduğunu tahmin
ettim.
Gözlerim üst katlara kaydı. Duvarlar enlemesine kesilmiş gibiydi. Birkaç
basamakla dar patikalara çıkılıyor, onlardan da bambu parmaklıklı daha geniş
yollara ulaşılıyordu. Aşağıda olup bitenlere aldırmadan duvarları yontan birkaç
kadın ve erkek gördüm.
Bir ara muson bulutlan aralandığında tepedeki küçük kulelerin pencere
lerine güneş vurdu. Tüm avlu topaz sarısına boyandığında tıpkı bir katedrali
andırdı. Ama hiç korku duymadan tamamen gevşeyebileceğiniz bir katedrali.
“Farzad!” diye bağırdı bir kadın ve bütün kafalar bize döndü.
Farzad elini omzuma koydu. “Merhaba anne.”
“Merhaba anne mi? Neredesin, oğlum? Meraktan öldük.”
Diğerleri de yanımıza geldi.
“Bakın, size Lin’i getirdim,” dedi Farzad konuyu değiştirmek için.
“Ah, Farzad. Canım evladım.” Annesi ona sımsıkı sarıldı.
Sonra da geri çekilip suratına tokadı patlattı.
Farzad acıyla suratını buruşturdu. “Ahhh! Ne yapıyorsun, anne?”
Farzad’ın annesi ellili yaşlardaydı. Ufak tefekti ama vücudu orantılıydı-
Kısa saçları yüzünün yumuşak hatlarına pek yaraşmıştı. Çizgili elbisesinin üze
rine çiçekli bir önlük takmıştı. Boynunda inci bir kolye vardı.
“Neredesin bakayım, yaramaz çocuk? Yoksa bir hastanede mi çalışmaya
başladın? Herkese o şeyden geçirtip doktorlardan komisyon mu alıyorsun?”
“Kalp krizi,” diye yardımcı olmaya çalıştı kır saçlı bir adam. Herhalde ko
casıydı.
“Hah, o şeyden işte.”
“Anne, vallahi bilerek...”
“Demek Lin sensin!” diye bağırdı annesi onun sözünü kesip bana dönerek.
“Keki amca, Tanrı onun ömrünü sana versin, seni dilinden düşürmezdi. Beni
biliyor musun? Yeğeni, Anahita? Farzad’ın annesi? Arshan ın karısı? Felsefe ko
nuşmayı severmişsin. Söyle bakalım, özgür irade ve kararlılık çelişkisi hakkında
ne düşünüyorsun?”
“Bir yavaş ol, hanım,” dedi Farzad’ın babası. Bana elini uzattı. “Arshan.
Tanıştığımıza memnun oldum, Lin.”
Sonra Farzad’a döndü. Kaşlarını çatmasına rağmen gözleri sevgi doluydu.
“Sana gelince, delikanlı...”
“Benim suçum değildi, baba. Yeminle bak. Dur, anlatayım...”
“Sus, yoksa geliyor beşkardeş,” dedi Anahita. “Bütün gece uyumadık.
Sabahı zor ettik. Zavallı babacığın gecenin bir vakti sokaklara döküldü. Dedik
kesin bu çocuğu bir su tankeri ezdi. Yol kenarındaki bir hendekte jöle gibi
yatıyor.”
“Anne...”
“Bu mahallede kaç hendek var, biliyor musun? Şehirde bir hendek yarışması
yapılsa biz kazanırız. Zavallı babacığın senin jöle cesedini bulmak için hepsine
tek tek baktı. Beyefendi sabah turp gibi eve dönmüş, durun anlatayım diyor!”
Farzad’la tokalaşmak için yanımıza gelen genç bir adam, “Bari topallasay-
dın,” dedi. “Ya da birkaç yerini morartsaydın.”
“Bu benim arkadaşım, Ali,” dedi Farzad genç adama mahcupça gülümse
yerek. Boyları ve kiloları hemen hemen denkti. Aynı yaşlarda görünüyorlardı.
“
Do'stlaringiz bilan baham: