Ranjit’le bir partiye gidiyoruz. Beni bekleme.
Müdüre bahşiş verdim ve birkaç adım yürümüştüm ki, arkamı döndüm.
“Tatlı yediler mi?”
“Hayır, efendim. Yemekten sonra hemen ayrıldılar.”
Dışarı çıktım. Ilık gece havasında Manav’ı gördüm. Başka bir güvenlik gö
revlisiyle birlikte kapıda bekliyordu. Beni fark edince merakla yüzüme baktı.
Manav iyi çocuktu. İri yarı, güçlü ve temiz kalpliydi. Bay Wilson’in onu
şikâyet edeceğinden endişeleniyordu belli ki. Bu ona işini kaybettirirdi. Kötü
bir referansla başka bir otelde iş bulması da zordu. İşaret edip yanıma çağırdım.
“Kya hal hain,
Manav?” dedim elini sıkarak.
Nasılsın?
Avucumda ufak bir bahşiş vardı ama kocaman elini benimkinin üzerine
kapayarak parayı reddetti.
“Olmaz, Linbaba. Alamam.”
“Nedenmiş o?” dedim gülümseyerek. Parayı zorla eline tutuşturmaya ça
lıştım.
“Bay Wilson’dan bahşiş almayacak miydin? Onun yerine ben veriyorum
işte.”
“Şey... Bay Wilson...”
“Merak etme. Ben konuştum onunla.”
“Geldiğinizi gördüm ama yanma gidemedim.”
“Seni şikâyet etmeyecek.”
“Sahi mi? Emin misin, Linbaba?”
“Evet. Bana öyle dedi.”
Manav’ın koyu kahverengi gözlerinin nasıl parladığını görmeliydiniz!
Motorumu alıp Marine Caddesi’nden Malabar Tepesi’ne çıkarken o hâli gö
zümün önünden gitmedi.
Tepede durdum ve Marine Caddesi’deki evlerin ışıklarına baktım. Sonra
kendime esrarlı bir sigara sardım.
Güvenli bir yerde uyumak için her gün o yokuşu tırmanan bir dilenci gelip
yanıma oturdu. Sigarayı ona verdim. Dudaklarına değirmeden, elini bir baca
gibi kullanarak keyifle içmeye başladı.
“Mast Mal, ”
diye mırıldandı burun deliklerinden dumanlar fışkırarak.
İyi mal.
Bir fırt daha alıp sigarayı bana verdi.
Sigarayı sararken kullandığım haşhaş plakasını çıkarıp ona uzattım. Adam
birden ciddileşti. Bir avucumdaki irice haşhaşa, bir bana baktı.
“Evine git,” dedi Hintçe. “Hadi.”
Dönüş yolunda şakır şakır yağmur yağıyordu. Motoru korunaklı bir yere
bırakıp gece bekçisinin gömleğinin cebine biraz para sıkıştırdım ve apartmana
girdim.
Lisa yoktu. Islak giysilerimi çıkardım. Biraz ekmekle meyve yedim ve bir
fincan kahve içtim. Sonra yatağa uzandım.
Tepemdeki elektrikli pervane nemli havayı biraz olsun dağıtıyordu. Sağanak
yağmur yatak odasının penceresini dövüyor, yarı aralık camdan yol yol sular
akıyordu.
Karanlıkta bir esrarlı sigara daha içerek bekledim. Lisa döndüğünde saat
üçü geçiyordu. Holün mermer zemininde sarhoş ayak seslerini duydum.
Odaya girdiğinde çantasını koltuğa attı ama tutturamadı ve çanta yere düş
tü. Sandaletlerinden birinin bağcıklarını güç bela açtı. Diğeri ayağından çık
mak üzereydi zaten.
Elbisesini ve külotunu indirirken ayakta zor duruyordu. Onları bileğinde
sürükleyerek kendini yatağa attı.
*
DAĞ GÖLGESİ - 213
Karanlıkta gözbebeklerini göremiyordum. Yoksa ne aldığını hemen anlar
ım. Bütün uyuşturucular gözlerde yaşar ve ölür zira. Lambanın düğmesine
uzandığımda durdurdu beni.
“Bırak. Kleopatra olmak istiyorum.”
Derin bir uykuya daldığında bir havluyu ıslatıp terini sildim. Sonra onu
kuruladım ve yan dönüp uyumaya devam etti.
Karanlıkta yanına uzandım. Şafak sökmeden kendilerine bir sığınak arayan
yarasalar ara sıra cama vuruyordu. Uykusundan uyanan bekçi binanın etrafını
turlarken fareleri korkutmak için bambu değneğini yere vuruyordu. Sonra o
ses uzaklaştı. Şimdi odada Lisanın yorgun nefeslerinden başka çıt çıkmıyordu.
Zodyak George’ların milyoner olmasına sevinmiştim. Naveen’le Divya da
kedi köpek gibi didişmelerine rağmen birbirlerine alışmıştı belli ki. Lisa yanım
da ve güvendeydi.
Ama içim acıyordu. Lisa’nın ne istediğini bilmiyordum ama o kişinin ben
olmadığımdan emindim. Beni sevmesini ve istemesini arzuladığım zamanlar
olmuştu galiba. Ben de onu sevmeyi istemiştim. Kimi zaman bunun gerçek
leşebileceğine dair bir umut doğardı içimde. Ama daha fazlasını istemek ne
kadar azına sahip olduğumuzun işaretiydi. Biz Lisa’yla daha ileri gitmek için
yeterince çabalamayan iki arkadaştık yalnızca.
Gözlerim kapanmaya başladı. Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde Ranjit’i
gördüm. Yüzü bir tuhaftı. Yaratık gibi. İrkilerek doğruldum. Denizin yumuşak
sesini ve Lisanın nefesini dinledim. Sonra yine dalmışım.
O gece, şehir yağmurla yıkanıp hapishanede diz çöktüğümüz günah çıkar
ma taşından bile daha temiz olurken, biz Lisa’yla birlikte ve yalnız sabaha kadar
uyuduk.
jBirçokları onlara Pis George’lar derdi ve şimdi çok pis zengin olmuşlardı.
Şehir bu haberle çalkalanıyordu. Güney Bombay’ın en sefil yabancıları dünya
nın servetine konmuştu. Herkesin kovaladığı dilenciler birdenbire birkaç sınıf
birden atlamıştı. Didier, “Her inişin bir çıkışı vardır,” demişti gülerek.
Uç hafta boyunca, Zodyak George’ların süiti müthiş bir insan trafiğine sah
ne oldu. Şehrin yeni zenginlerinin kapısını kimler aşındırmadı ki? Terziler, ber
berler, ayak hastalıkları uzmanları, mücevherciler, numerologlar, saatçiler, yoga
öğretmenleri, manikürcüler, tasarımcılar, meditasyon uzmanları, astrologlar,
muhasebeciler, hukuk danışmanları, oda hizmetçileri ve bir sürü stres yönetimi
uzmanı. Herkes parsadan payına düşeni almanın derdindeydi.
Divya Devnani kendini bütün bu insanların gerçekten işe yarayanlarını
saptamaya ve diğer akbabaları kovalamaya adadı. Bu işte azımsanmayacak ka
dar yetenekliydi de hani. Otelde başka bir süit tuttu ve bizim şaşkın milyoner
lerin yanından bir an olsun ayrılmadı. Akrep’le İkizleri yeni baştan yaratmayı
kendine vazife edindi.
“George’lar para haberini aldıklarında yanlarındaydım,” dedi bir gün
bana. “Bombay’ın en zengin ve en zevkli kızı yanı başlarındaydı. İşte karma
diye buna denir. Ne kısmetli adamlarmış doğrusu. Yoksa neden burnumu so
kayım? Ama onların küllerinden yeniden doğmalarına yardım etmek benim
görevim.”
Zodyak George’lar sevgi dolu arkadaşlıklarına rağmen, küllerin arasından
toplumun kaymak tabakasına yaptıkları yolculukta tamamen farklı stratejiler
belirlemişti.
İkizler paranın büyük bir bölümünü dağıtma taraftarıydı. George’lar asla
yalan söylemez ve müşterilerini dolandırmazdı. Hayatta kimseye el kaldırmış*
tıkları yoktu. Bombay’ın varoşlarında geçirdikleri süre zarfında pek çok ahbap
edinmişlerdi ve hepsi de muhtaç insanlardı. Onlara öyle ya da böyle iyilikleri
Jokunanlar, ucuz lokantaların işletmecileri, deftere yazdırma usulü alışveriş
ettikleri ve hayatlarını idame ettirmelerine olanak sağlayan küçük esnaflar, sü
rüyle dilenci, onlara kıyak geçen torbacılar ve ufak tefek suçlarını görmezden
gelen birkaç polis.
İkizlere sorarsanız, geri kalan parayla uzunca bir süre günlerini gün etmeli
ve sonra bankaya koydukları ufak bir miktarın faiziyle yine sokaklarda ama
daha rahat yaşamalıydılar.
Gelgeldim, Akrep onunla aynı fikirde değildi. Ani zenginliğinin sorumlu
lukları ve ahlaki yükümlülükleri gözünü korkutsa ve kötümserlerden kaçabil
me
yeteneğinden yoksun herkese bundan bahsetse de, paracıklarından ayrılma
ya asla yanaşmıyordu.
Akrep’e bakılırsa, zenginliğinin ilk günleri tam bir kâbustu. Para mutsuzlu
ğun diğer adıydı. Huzurun baş düşmanıydı. Ama İkizlerin planını da kabul-
lenemiyordu.
Hiç durmadan homurdanarak odada bir aşağı bir yukarı dolanıyordu.
Tıraş olmuş, saçlarını kestirmiş, cilt bakımı, masaj ve manikür yaptırmıştı
ama bizim sırık Kanadalı hâlâ arpacı kumrusu gibi düşünmekten kendini
alamıyordu.
Bir gün onları ziyarete gittiğimde, “Bu işin sonu kötü, Lin,” dedi.
“Her işin sonu kötü. Bu yüzden sanat var.”
“Belki,” dediyse de teselli olmadı. “İkizler’i gördün mü? Hâlâ kâğıt mı oy
nuyor?”
“Görmedim. Beni bir Sih içeri aldı. Baş kâhyan olduğunu söyledi.”
“Ah, evet. Singh. Burayı o yönetiyor. O ve Diva. Bir ukala ki sorma.
İnsanlara tepeden bakmayı gerektiren bir mesleğin varsa, öyle olmak zorun
dasın galiba.”
“Çok da seçici. Az kalsın beni içeri almıyordu.”
“Buraya girip çıkanları kısıtlamak zorundaydık, Lin. İnsanların zengin ol
duğumu duyduktan sonra nasıl çıldırdığını anlatsam aklın almaz.”
“Deme yahu.”
“Sabah akşam buradalar. Otel bu katın güvenlikçilerini artırmak zorunda
kaldı. Yine de onları atlatanlar oluyor. Tuvalette bile rahat yok.”
“Bak sen.”
“Üç gündür sokağa çıkmadım. Adım başı biri üzerime atlıyor. Zombiler
gibi peşimdeler.”
Bir zamanlar Zodyak George’lar da bundan pek farklı değildi oysa.
Gölgelerin arasından aniden önünüze çıkıp size avuç açarlardı.
“Zor tabii,” diye mırıldandım.
“Ama üzülme, Lin,” diye ekledi Akrep hemen. “Sen onlardan değilsin. Asla
da olmayacaksın.”
“içim rahatladı,” dedim alayla.
“Ciddiyim, dostum. Sen bize hiç yamuk yapmadın. Bu arada hazır lafı gel
mişken, nasılsın? Bir ihtiyacın var mı?”
Gülümsedim. “Yok. Sorduğun için sağ ol.”
“Gel, İkizleri bulalım. Ona yeni güvenlik düzenlemelerini anlatacağım.”
Londralıyı süitin küçük çalışma odasında bulduk. Masanın üzerine bir örtü
sermiş ve orayı bir kumar odasına dönüştürmüştü.
Otelin, mesailerinin başlamasını bekleyen birkaç çalışanıyla poker oynu
yordu. Etraftaki kirli servislere ve yiyecek ve içecek artıklarına bakılırsa bir sü
redir buradaydılar.
“Ne haber, Akrep? Selam, Lin,” dedi İkizler neşeyle. “Birer iskemle çekin.
Oyun giderek kızışıyor.”
“Yok, ben almayayım,” dedim.
İkizler George yetenekli bir hilebazdı ama kimseyi soyup soğana çevirmez
di. Hatta bazen rahatça kazanabileceği elleri bilerek kaybederdi. Çaktırmadan
hile yapmanın heyecanı yeterdi ona.
“Hadi, Lin. Şansını zorla,” diye ısrar etti.
“Şansımın beni zorlamasını tercih ederim,” dedim. “Ama birkaç el izleye
bilirim.”
Bahsi yükseltmek için masaya bir çip atarken bana göz kırptı. “Akrep, mi
safirimize içecek bir şeyler ikram etsene.”
“Affedersin, Lin. Düşünemedim,” dedi Akrep.
Masadakilere baktı.
“Siz bu otelde çalışmıyor musunuz, çocuklar? Misafirimize bir içki kapın
bakayım. Ne istersin, Lin?”
“Gerek yok, Akrep. Ben böyle iyiyim.”
“Israr ediyorum.”
“Tamam. Taze limonlu soda. Buzsuz.”
Oda servisi üniforması giyen oyunculardan biri soda getirmeye gitti.
Süitin kapısından bir patırtı geldi. Kafalarımızı kaldırdığımızda Didier baş
kâhyayı burnundan sürükleyerek içeri girdi.
“Bu embesil adımın konuk listesinde yazmadığını ve beni içeri alamayaca
ğını söyledi,” diye homurdandı.
“Bu ne öfke?” dedim. “Aman kâhya beyi incitmeyesin.”
r
“Hak etti ama!” diye ateş püskürdü Didier. “Interpol’den Bombay Kriket
Kulübü’ne kadar her listede adımız var dedik inandıramadık. Üstelik kriketten
nefret ederim diyordum ki kapıyı suratıma kapatmaya kalktı.”
“Bırak adamı, Didier.”
“Yok, daha hırsımı almadım,” deyip kâhyanın burnunu biraz daha sıktı.
Baş ukala acıyla cıyakladı.
“Sadece işini yapıyordu,” dedim.
“Onun işi bana hoş geldiniz demek, kapı dışarı etmek değil.”
“İstifa ediyorum!” diye bağırdı kâhya.
“Ayrıca,” dedim başka bir taktik deneyerek, “o burnun nereye girip çıktığını
bilmiyorsun.”
“Bak onda haklısın.” Didier suratını buruşturarak adamı bıraktı. “Ellerimi
nereden yıkayabilirim?”
Akrep başıyla işaret etti. “Sağdan ikinci kapı.”
Didier, kâhyaya son bir kez diklendikten sonra odadan çıktı. Kâhya doğru
ca bana baktı. Konuyla en ufak bir ilgim olmadığında bile insanlar neden hep
bana bakar anlamam.
“Didier’yi konuk listesine eklesen iyi olur, Akrep,” dedim İkizler George’un
kazandığı paralardan bir tomar alarak.
“Ama Lin,” diye sızlandı Akrep, “Didier, baş kâhyamın burnunu sıktı.”
“Şanslısın ki, senin başka bir tarafını sıkmadı.”
İkizler bir kahkaha attı. “Çok doğru. Singh! Bay Didier Levy’yi derhâl lis
teye ekle.”
“Ben işi bıraktım,” diye homurdandı kâhya burnunu tutarak.
“Haklısın,” deyip masadan aldığım parayı eline tutuşturdum. “Ama istifa
edersen sizin esnaf birliğinden koyulabilirsin. Hâlbuki samimi özrümüzü kabul
edersen bu meseleyi geride bırakabiliriz.”
Adam tek eliyle burnunu tutmaya devam edip diğeriyle paraları cebine koy
du ve söylene söylene gitti.
“Baş kâhya mı, baş hıyar mı belli değil,” dedi İkizler pis pis sırıtarak.
“Lin,” dedi Akrep. Birden heyecanlanmıştı. “Burada bizimle kalsana. Bak,
bir sürü boş odamız var. Hatta bütün katı kapatalım diyoruz. Zenginliğe alış
la sürecinde bize yardım edersin.”
“Müthiş bir fikir,” dedi İkizler. “Burada kal ne olur. Lisa da gelsin.”
“Teşekkürler, çocuklar.”
“Hayır, teşekkürler mi, evet, teşekkürler mi?” diye sordu Akrep.
“Divya varken bana gerek yok,” dedim. “İşini gayet iyi yapıyor.”
1
“Ben korkuyorum ondan,” diye itiraf etti Akrep.
“Kimden korkmuyorsun ki?” dedi İkizler. “Seni ondan seviyoruz ya zaten.
Hem ne işin var burada? Sen pokerden nefret edersin.”
“Hiç de bile.”
“Tamam, Maverick.”
“Dalga geçme. Önemli bir konu var. Konuşmamız gerek.”
“Valla ben gayet ciddiyim. Lin bütün paramı senin baş hıyara verdi. Bu eli
kazanmam gerek.”
O sırada Didier odaya girdi. “Baş hıyar mı? Cuk oturmuş.”
“Bazen ben de o herifin burnunu sıkmak istiyorum,” dedi İkizler, “ama
beni döver diye korkuyorum. Pekâlâ, millet. Hadi, başlayalım.”
“Önce konuşalım,” diye üsteledi Akrep. “Mesele ciddi.”
“Didier’yle oynuyorum. Daha ciddi bir durum olabilir mi?”
“Seninle yeni güvenlik düzenlemelerini konuşacaktım.”
“Neyi, neyi?”
“Yeni güvenlik düzenlemelerini.”
“Beş yıldızlı bir otelde kalıyoruz, Akrep,” dedi İkizler. “Burada emniyetteyiz.”
“Hayır, efendim, değiliz,” diye ayak diredi Akrep. “Bizi kaçırmayı kafasına
koyan biri, bir oda servisi arabasının altına saklanabilir ya da bir kat görevlisi
gibi giyinebilir. O zaman bittik, oğlum. Bir otel çalışanına kim güvenmez ki?
Burada her türlü saldırıya karşı savunmasızız.”
“Saldırı mı? Sen kendini ne sanıyorsun, Akrep. Önemli bir devlet adamı
filan mı?”
“Yok, ikizler. Biz burada hiç güvende değiliz.”
“Tamam. Madem bu kadar önemli dökül bakalım. Ne var aklında?”
“Ama... herkesin yanında konuşamam ki.”
“Neden?”
“Güvenli olmaz da ondan.”
“Dostlarımızın da güvende olmasını istemiyor muyuz anlamadım ki.”
“Ama burada otelde çalışanlar da var.”
“E, tamam,” dedi İkizler kâğıtları karıştırırken. “Bizim burada kalmamız
onların güvenliğini tehlikeye atıyorsa alacağımız önlemlere onları da dâhil et
meliyiz. Özellikle de benimle kumar oynayanları.”
“Efendim?” dedi Akrep kafasını yana eğerek.
Didier desteyi kesti. İkizler bir an elinde kâğıtlarla duraksadı.
“Benim bir teklifim var,” dedi dünyada herkesten daha çok sevdiği arkada
şına gülümseyerek. “Gel, bütün tanıdıklarımızı buraya davet edelim. Bizimle
((alsınlar. Otelin üç katını kapatırız. Herkesi çağırırız. Ailelerini de tabii. Hep
birlikte ne kadar eğleneceğimizi bir düşünsene. Gördün mü bak? Sana süper
bir güvenlik düzenlemesi fikri verdim.”
Ona şaşkınlıkla bakan arkadaşına aldırmadan bana döndü ve yüzünde gül
ler açarak gülümsedi.
“Oyuna girmek için son şansın, Lin.”
“Yok, ben gidiyorum,” dedim elimi Didier’nin omzuna koyarak.
Odadan çıkarken İkizler’in gözleri kurnaz pırıltılarla parlıyordu. Didier
Levy, İkizler George’dan bile daha mahir bir hilebazdı. Birinden birinin kay
bettiğini görmek istemiyordum.
Koridorda Naveen ve Divya’yla karşılaştım.
“Selam, Lin,” dedi Naveen yakışıklı yüzünde mutlu bir gülümsemeyle.
“Gidiyor musun?”
“Evet. Ne haber, Divya?”
“Diva, tatlım,” diye düzeltti ve gülümseyerek ufacık elini koluma koydu.
“Bu ne acele? Biraz daha kakaydın ya?”
Ben de gülümsedim. “İşlerim var.”
Bir an hiç konuşmadan durduk. Hâlâ sırıtıyorduk.
“Ne?” diye sordu Divya sonunda.
“Hiç,” dedim. “Gün geçtikçe daha iyi geçiniyorsunuz da.”
“Ah,” diye iç çekti Divya. “Onu tanıdıkça o kadar da büyük bir
chudh
ol
madığını anladım.”
“Sağ ol,” dedi Naveen.
“Tabii bünyede hâlâ bir hödüklük var,” diye ekledi Divya. “İnsan özünü ta
mamen unutamaz. Gümüş çamura düşse de yine gümüştür. Bununki de onun
tam tersi işte.”
“Gümüş değil, altın,” diye düzeltti Naveen.
“Ne?”
“Gümüş dedin ya? Altın olacak.”
“Şimdi de başımıza kuyumcu mu kesildin?”
“Hayır canım. Ama madem bir deyim kullanıyorsun, doğrusunu söyle
bari.”
“Nesin sen? Deyimler sözlüğü mü?”
“Ben sadece...”
“Bir deyimi kafaya göre değiştiremez miyim yani? İlla senden izin mi ala
cağız?”
“Bana müsaade,” dedim asansörün düğmesine basarak.
Kabine girdiğimde hâlâ kavga ediyorlardı. Hatta birkaç kat sonra bile ses
lerini duyabiliyordum.
Otelin giriş katma indiğimde, yanımdaki asansöre bindiklerini ve birlikte
aşağı indiğimizi anladım. Yol boyunca tartışmışlardı. Lobide de devam ettiler.
“Yine merhaba.”
“Affedersin, Lin,” dedi Naveen kendini Divya’nın sivri dilinden güçlükle
kurtararak. “Sana bir şey söylemeyi unuttum.”
“Ne?”
“Arkadaşın Vikram’la ilgili,” dedi usulca. “Dennis’in evine taşınmış. Yerde
yatıyormuş. Kendim görmedim ama Vinson durumunun pek parlak olmadı
ğını söyledi. Vinson artık oraya gitmiyor. Ben de fazla takılmıyorum. Belki
bilmiyorsundur diye söylemek istedim.”
“Teşekkür ederim.”
Asansörlerin orada bekleyen Divya’ya baktım. O ana dek ne kadar güzel ol
duğunu fark etmemiştim. Badem biçimli gözleri ve gür kirpikleriyle gerçekten
bir içim suydu. Burnu hafifçe kalkıktı ve dudaklarının iki yanındaki çizgiler
yüzüne hafiften alaycı, tatlı bir ifade katıyordu.
Başımı çevirdiğimde, Naveen’i ona hayranlıkla bakarken buldum.
Sonra, o kısacık, tuhaf anda, Naveen’le Divya’yı seyrederken içimden bir
gölge geçti. Naveen’le göz göze geldik. Onun da hissettiğini umdum.
Kalbim çarpmaya başladı ve birden o kadar derin bir endişeye kapıldım ki,
boğazım düğümlendi. Naveen’in gözlerine dikkatle baktım. Bana gülümsedi.
Onlardan yarım adım kadar uzaklaştım. “Birbirinizin yanından ayrılmayın,
olur mu?” dedim.
Divya alayla iç çekti. Belki de ters bir şey söyleyecekti.
Ama izin vermedim. “İstediğiniz kadar birbirinizi yiyebilirsiniz,” dedim.
“Ama dikkatli olun.”
“Tamam,” dedi Naveen gülerek. “Ama...”
Onlardan kaçar adım uzaklaştım. Otelden çıktığımda motoruma atlayıp
gazladım. Birkaç yüz metre sonra zınk diye durdum ve omzunun üzerinden
Mahesh Otel’in pencereli kulesine baktım. Sonra yine gazladım.
Motoru Dennis’in evinin önüne park ettim. Uzun verandanın kanatlı kapı
ları açıktı. Verandanın basamaklarını çıkıp camlı kapıyı tıklattım.
Sandaletli ayak sesleri duydum. Perde yana çekildi ve Tek Kişilik Ordu
Jamal karşımda belirdi. Sessiz olmamı işaret ederek beni içeri aldı.
Odaya girdiğimde loş ışıkta gözlerimi kırpıştırdım. Havada haşhaş ve bir
vazoda yanan tütsülerin kokusu vardı.
Dennis her zamanki gibi geniş yatağın ortasında, ellerini göğsünde kavuş
turmuş, yatıyordu. Üzerinde açık mavi, ipek bir pijama vardı. Ayakları çıplaktı.
Sağ tarafımdan bir öksürük sesi geldi. Başımı çevirdim. Vikram bir halı par
çasının üzerine uzanmıştı. Billy Bhasu yanında, yerde oturuyordu. Bir çubuk
daha hazırlıyordu.
Odanın karanlık köşesinde biri konuştu. Sesi hemen tanıdım. Concannon’dı.
“Kimler gelmiş?” dedi. “Ne olur çetemize katılmaya karar verdiğini söyle,
dostum. Bugün hiç havamda değilim. Ne moral bozucu uyuşturuculara ta
hammülüm var ne de moral bozucu tiplere.”
Ona aldırmadan Vikram’ın yanma gittim. Billy Bhasu bir yengeç gibi yana
kayarak çubuğunu hazırlamayı sürdürdü. Vikram’ı sarstım.
“Vikram! Vik! Uyan, dostum.”
Gözleri yavaşça açıldı ve yine kapandı.
“Son kez soruyorum, Shantaram,” dedi Concannon usulca. “Benimle mi
sin, değil misin?”
Vikram’ı bir kez daha sarstım.
“Vik, uyan. Gidiyoruz.”
“Rahat bıraksana adamı,” dedi Concannon. “Baksana ne kadar mutlu.”
“Hissedemediğin bir şeye mutluluk diyemezsin.”
Vikram’ın omzunu tutup sarstım.
“Vikram! Uyansana!”
Gözlerini açtı, bana baktı ve sırıttı.
“Lin! Ne haber, dostum?”
“Asıl sen nasılsın?”
“İyi, dostum,” diye mırıldandı. Gözleri kapanıyordu. “Sıkıntı yok. Ben...”
Horlamaya başladı. Suratı leş gibiydi. Sağlıklı bir adamın kıyafetleri içinde
kuruyup, büzüşen ufacık bir yaratığa dönmüştü.
“Vik! Uyan!”
“Ne istiyorsun lan adamdan?” dedi Concannon sertçe.
“Sen kendi işine bak,” dedim. Konuşurken ona bakmamıştım bile.
“Hadi ya? Sen baktırsana.”
Çocukluk ediyorduk. Böyle muhabbetlerin ne kadar saçma olduğunu her
kes bilir ama nedense çoğu zaman amacına ulaşır.
“Olur. Yeter ki, iste,” dedim ona dönerek.
Buz mavisi gözlerindeki tehlikeli pırıltıları görebiliyordum.
“Arkadaşımı evine götüreceğim,” dedim. “Ailesine. Sonra geri dönerim ve
dışarıda buluşuruz. Ne dersin?”
Ayağa kalkıp bana doğru yürüdü.
“Şu hayatta kutsal saydığım iki şey var. Bir adamın düşmanlarını yok etme
hakkı ve bir adamın kendi seçtiği bir yolla kendini bitirme hakkı. Hepimiz
tepetaklak gidiyoruz. Her birimiz. Bu yola girdik bir kere. Mecbur dibini gö
receğiz. Vikram bizden birkaç metre ileride o kadar. Bu onun hakkı. Engel
olamazsın.”
Öfkeli bir konuşmaydı ve her kelimesinde biraz daha öfkelenmişti.
“Her hak beraberinde bir takım sorumluluklar getirir,” dedim ateş püskü
ren gözlerle. “Dostlarımıza yardım etmek görevimiz.”
“Benim hiç dostum yok,” dedi biraz sakinleşerek. “Aslında kimsenin yok.
Dostluk diye bir kavram yok çünkü. Arkadaşlık da Noel Baba gibi koca bir
yalan. O şişko herifi kim uydurduysa, soyunu sopunu sikeyim. Bu dünyada
yalnızca düşmanlar ve müttefikler var. Onlar da sürekli değişir. Kimin ne bok
olduğunu anlayamazsın.”
“Vikram’ı buradan götüreceğim.”
“Dene de görelim.”
Bir an kıpırdamadan durup beni izledi. Sonra sağ ayağını yavaşça geriye
doğru kaydırıp kavgaya hazırlandı. Gafil avlanmamak için ben de aynısını yap
tım. Ellerini kaldırdı ve birden sol yumruğunu suratıma doğru savurdu. Ben
de yumruklarımı sıktım.
Aptal erkekler. Yok yere dövüşecektik. Aslında yok yere dövüşemezsin tabii.
Ortada bir sebep olmalı. Eğer biriyle dövüşüyorsan, bazı şeylere inancını kay
betmişsin ve onların yerine bir şeylere şiddetle karşı çıkıyorsun demektir. Ben
de o sırada Concannon’a şiddetle karşıydım.
“Tek kişilik ordu,” dedi Tek Kişilik Ordu durduk yere.
“Kapa çeneni,” diye gürledi Concannon.
“Çocuklar,” dedi Dennis yataktan. Gözleri hâlâ kapalıydı. “Kafamı açıyor
sunuz.”
“Sen uyumana bak, Dennis,” dedi Concannon gözlerini yüzümden ayırma
dan. “Bir iki dakika sonra bitecek zaten.”
“Çocuklar, lütfen,” diye yalvardı Dennis o yumuşak ve tumturaklı sesiyle.
“Concannon! Buraya gel, benim vahşi evladım. Gel, benimle efsane bir çubuk iç.
Yeniden uçmama yardım et. Lin, sen de Vikram’ı al git. Bir haftadır burada za
ten. Bu küçük mutlu mezardaki bizlerin aksine, onun geri dönecek bir ailesi var.”
Concannon ın yumrukları yavaşça iki yanına düştü.
“İstediğini söyle, Dennis. Ben zaten yoldan çıkmışım. Dünya
umurumda
değil.”
Gidip kocaman yatakta Dennis’in yanına oturdu.
“Concannon,” dedi Dennis. Gözleri kapanıyordu. “Sen hayatımda tanı
dığım en enerjik adamsın. Ölüyken bile seni hissedebiliyorum. Seni bundan
seviyorum ya. Ama kafamı açıyorsun.”
“Rahat ol, tatlım,” dedi Concannon elini onun omzuna koyarak. “Bir daha
gürültü yapmayacağız.”
Vikram’ın ayağa kalkmasına yardım ettim. Kapının oraya kadar gidebilmiş
tik ki, Concannon yeniden konuştu.
“Bunu deftere yazdım, Shantaram,” dedi pis pis sırıtarak.
Vikram’ı taksiyle evine götürdüm. Sadece bir kere konuştu.
“On numara hatundu,” diye mırıldandı. “Keşke benim onu sevdiğim kadar
o da beni sevseydi. Beni anlıyorsun, değil mi?”
Ablasının onu yatırmasına yardım ettim ve endişeli anne ve babasıyla üç
fincan çay içtim. Sonra taksiyle motorun yanına döndüm.
Lisa’yla öğle yemeği için Metro Kavşağı’ndaki Kayani’de buluşmak için
sözleşmiştik. Moda Sokağı olarak bilinen iki yanı ağaçlıklı yolda, her tür gi
yim eşyasının satıldığı rengârenk tezgâhlara baka baka ilerledim. Concannon’ı,
Vikram’ı ve ailesini düşünüyordum. Aklım karmakarışıktı.
Vikram’ın babası uzun zaman önce emekli olan, yaşlı bir adamdı. En küçük
oğlunu hayatının sonbaharında kucağına almıştı. Vikram’ın kendini bitirmek
teki kararlılığı onu hayrete düşürüyordu.
Sergio Leone filmlerine hayran, siyah ipek gömlekler ve gümüş tokalı pa
buçlar giyen yakışıklı oğlu, birdenbire bir derbeder olup çıkmıştı. Bir zamanlar
berberine yaptırdığı saçları, şimdi yağdan ve sürekli üzerlerine yatmaktan ka
fasına yapışmıştı. Günlerce yıkanmıyor, tıraş olmuyordu. Ne yemek yiyor ne
de evden biriyle konuşuyordu. Ara sıra endişeli babasına dalan gözlerinin feri
sönmüştü. Ruhu çoktan onu terk etmiş ve vücudu da bir gün bir yere yığılacağı
anı bekler gibiydi.
Zengin çocuğu Vikram, İngiliz gülüne duyduğu aşkın hezeyanlarıyla, o
zamana dek hayatında bir gün bile çalışmamasına rağmen, kendine bir iş kur
muştu. Bollywood filmlerinin konuşma gerektirmeyen bölümlerinde oynaya
cak yabancı turistler buluyordu.
Aslında bu cesaret isteyen bir ticari girişimdi. Zira Vikram’ın film piyasa
sında hiç tecrübesi yoktu ve işlerini borç harçla yürütmeye çalışıyordu. Ama
kendine güveni ve çekiciliği sayesinde başarılı olmuştu. İlk iş ortağı Lisa da
cevval çıkmıştı. Çok geçmeden şirket kendi yağıyla kavrulmaya başlamıştı
bile.
Do'stlaringiz bilan baham: |