Selamünaleyküm.
Ben, Saleh. ’
“
Ve aleykümselam.
Neden geldin? Ne istiyorsun?”
“Be-ben...”
Bir daha ne diye sormaması için içimden dua ediyordum.
“Söyle,” dedim.
“Ta-tamam. Şunu gösterecektim.” Masaya pahalı bir fotoğraf makinesi
koydu.
Abdullah kaşlarını çattı. “Bize ne bundan?”
“Makineyi satmak istiyor, Abdullah,” dedim. “Nereden buldun onu, Saleh?”
“Arkamdaki salaklardan,” dedi yan masada oturan iki sıska, sarışın genci
göstererek. Yanlarında kocaman sırt çantaları vardı. Almak ister misin, Lin?
Bana en acilinden para lazım da.”
“Hiçbir şey anlamadım,” dedi Abdullah.
“Turistleri kandırmış,” diye açıkladım. “Makineyi satıp nakde çevirmek is
tiyor.”
“Masalımı hemen yuttular. Geri zekâlılar.”
“Bir daha hakaret edersen seni arabaların altına atarım,” dedi Abdullah.
Saleh’in ödü patladı tabii. Bütün sokak serserileri gibi bir an önce toz ol
mak istiyordu. Makineyi almak için elini uzattı ama Abdullah onu uyarırcasına
parmağını kaldırdı.
“Bırak,” dedi ve Saleh elini çekti. “Senin alışverişinden bize ne? Bizi ne
hakla rahatsız edersin?”
“Ne-ne ha-hakla mı?” diye kekeledi Saleh.
“Tamam, Abdullah,” dedim. “Bu insanlar benimle iş yapmaya alışkın.”
“Olmaz ki ama,” diye homurdandı. “Bunun gibi şerefsizlerle nasıl iş ya
parsın?”
“Şerefsiz mi?” diye mırıldandı Saleh.
“Bak, Saleh,” dedim. “Sen şu zavallı turistleri yolunacak kazlar olarak görü
yorsun. Ama biz kendimizi onların yerine koyabiliyoruz. Anladın mı?”
“Ne?”
Abdullah bileğine yapıştı.
“Özür dilerim, patron,” diye cıyakladı Saleh. “Valla ağzımdan kaçtı.”
Abdullah onu bıraktı.
“Colaba’dan başka bir yere gittin mi hiç, Saleh?” diye sordum.
“Bir kere. AgradaTaj Mahal’i görmeye gittim.”
“Kiminle?”
“Karım.”
“Sadece o mu?”
“Yok, Linbaba. Karımın kız kardeşi, benimkiler, kuzenimle karısı ve çocuk
lar da vardı.”
“Gördün mü bak, Saleh? Geri zekâlı dediğin adamlar senden bin kat daha
cesur. Sırt çantalarıyla dünyayı geziyorlar. Tek başlarına en ücra yerlere gidiyor
lar. Birkaç saattir tanıdıkları insanlara güvenmek zorunda kalıyorlar.”
“Yahu turist değil mi bunlar? Bütün turistler kolay lokmadır.”
“Buda da bir gezgindi. İsa da öyle. Yıllarını yollarda harcadı. Aslında hepi
miz birer turistiz, Saleh. Hiçlikten geldik, bu dünyadaki vaktimizi doldurduk
tan sonra yine hiçliğe gideceğiz. Sırtında bir çantayla şu koca dünyayı gezen bir
adamın mutluluğunu çalmaya hakkın yok.”
“İyi de ben nasıl geçineceğim?”
“Makine için onlara ne kadar verdin?”
“Söylemem,” dedi inatla. “Yüzde yirmisinden fazla değil. Yirmi beşe de sana
veririm.”
Abdullah bir kez daha bileğine yapıştı. Onu tanıyordum. Gerçekten sinir
lenmeye başlamıştı.
“Doğru konuşmayı ret mi ediyorsun?”
Bana döndü.
“Senin ticaret anlayışın bu mu, Lin kardeş? Bu düzenbazlara para mı kazan
dırıyorsun? Aç avucunu. Bu adamın dilini koparıp eline vereceğim.”
“Dilimi mi koparacaksın?” diye cıyakladı Saleh.
Didier lafa karıştı. “Madam Zhou diye bir kadın varmış. İnsan dilinden
suratına sürmeye pudra yaptığı söyleniyor.”
Salleh bunu duyduğu gibi can havliyle Abdullah’ın elinden kurtuldu ve
makineyi masada bırakarak kaçtı. Bir süre sessizce oturduk.
“Aman Abdullah,” dedim. “Sakın dilini kesmeye filan kalkma.”
“Daha hafif bir ceza mı vereyim?”
“Hayır. Unut gitsin.”
“Ben hep ne derim biliyor musunuz?” diye araya girdi Didier. “Biriyle ilgili
söyleyecek tek bir iyi lafın yoksa onu ya soy ya da vur.”
“Akıllıca,” dedi Abdullah hafifçe gülerek.
“Akıllıca mı?”
“Tartışmak bile anlamsız,” dedi Didier.
Abdullah başını salladı.
“İltifat edemediğin herkesi yok et diyorsun yani?”
“Elbette. Yahu bir adamla ilgili tek bir iyi laf edemiyorsan yaşamayı hak
etmiyordur ki. Herif sapma kadar dallamaysa er geç sana dert olur. Kötüleri
dövmeyi ya da soymayı bir önlem olarak düşün, dostum. Çünkü sen yapmaz
san onlar sana yapar. Hatta bir nevi nefsi müdafaaya giriyor.”
“Buradaki garsonlar seni bizim kadar iyi tanısaydı, sana daha saygılı davra
nırlardı,” dedi Abdullah.
“Hiç kuşkusuz öyle,” dedi Didier. “Ben tanıdıkça sevgi ve saygı duyulacak
bir adamım.”
Bardağımı masaya bırakıp kalktım.
“Gidiyor musun?” dedi Didier alıngan bir sesle.
“Sana bir şey vermek için uğramıştım zaten. Eve gidip üzerimi değişmem
gerek. Bu akşam Ranjit ve Karla yla yemeğe çıkıyoruz.”
Bileğimdeki saati çıkardım. Bir an çok istediğim bir şeyi kaybetmenin acı
sını duydum. Sonra saati Didier’ye verdim.
Saati evirip çevirdi. Arkasına baktı. Sonra kulağına götürüp sesini dinledi.
“Ne güzelmiş,” dedi heyecanla. “Bana mı?”
“Evet. Taksana.”
Saati bileğine geçirdi ve hayranlıkla süzdü.
“Yakıştı,” dedim. “Geliyor musun, Abdullah?”
“Köşede güzel bir kadın var, kardeşim,” dedi Abdullah ciddi bir yüzle. “On
beş dakikadır beni kesiyor.”
“Fark ettim.”
“Ben biraz daha kalacağım.”
“Garson!” diye seslendi Didier hemen. “Bir nar suyu daha! Buzsuz!”
Makineyi aldım ve gitmek için dönmüştüm ki, Didier peşimden koştu.
“Bu gece Karla’yı rnı göreceksin?” diye sordu kulağıma eğilerek.
“Evet.”
“Senin fikrin miydi?”
“Hayır.”
“Yoksa Karla mı istedi?”
“Hayır.”
“Öyleyse kimin parlak fikri bu?”
“Lisa ayarlamış. Emrivaki yaptı. Daha bir saat önce öğrendim. Edtvard’ın
barında otururken bir not geldi. Neden?”
“Bir bahane uyduramaz mısın?”
“Sanmam. Lisanın aklında ne var bilmiyorum ama ısrarla gelmemi yazmış.”
“Lin, sen Karla’yı görmeyeli iki yıl oldu.”
“Biliyorum.”
“Ama bu aşk meşk mevzularında...”
“Biliyorum.”
“İki yıl iki dakika gibi gelir.”
“Ben...”
“Bırak bitireyim. Lin. Bak... Sen şimdi iki yıl öncekinden bile daha beter
karanlıktasın. Bombay’a geldiğinden daha karanlık bir adamsın. Bunu sana hiç
söylemedim ama utanarak itiraf ediyorum ki, başlarda bu hoşuma gidiyordu.
Şirketin bir parçası olman güven veriyordu.”
Fısıldamaya başlamıştı. O kadar hızlı ve düz bir tonda konuşuyordu ki,
anlattıkları bir dostun bir dosta nasihatlerinden çok bir duayı andırıyordu.
“Ne demek istiyorsun, Didier?”
“Karla yı ben de düşünüyorum. Kendimce ama en az senin kadar. Seni bu
hâle getiren ondan uzak olman. Onu sevmen ve kaybetmen seni gölgelerin
arasına itti ve Tanrı’nın seni yarattığından daha karanlık bir adam olup çıktın.”
lanrı mır
“Korkuyorum, Lin. Onu yeniden görmenin sana neler yapabileceğini dü
şündükçe korkuyorum. Bazı köprüler asla yeniden kurulmamalı.”
“Boşuna endişeleniyorsun.”
“Seninle geleyim mi? Bilirsin zekâ bakımından Karla’yla denk sayılırız.”
“Boş ver.”
“Madem inat ediyorsun belki de Ranjit’in başına ufak bir kaza gelir.
Akşamki yemek de yalan olur.”
“Sakın.”
“Minik bir talihsizliğe ne dersin?”
“Sen olayları akışına bırakmaya ne dersin, Didier?”
“Ben de bundan korkuyorum ya?” diye iç çekti. “Karla’yı yeniden görürsen...”
“Endişelenme.”
“Pekâlâ...” Başını eğip saate baktı. “Teşekkür ederim. Bunu daima keyifle
takacağım.”
“Abdullah’a göz kulak ol,” dedim. “Kıza fazla kaptırmasın.”
“Bilmez miyim? Biz sert çocuklar çabuk âşık oluruz. Ve ölümüne. Benim
hayatım da öyle. Hatırlıyorum da...”
“Ben de hatırlıyorum, kardeşim,” dedim gülerek ve arkamı dönüp yü
rüdüm.
Elleriyle yemek yiyen sırt çantalıların yanından geçerken makineyi masaya
bıraktım.
“Sokak satıcılarına güvenmeyin,” dedim. “Size beşe sattım der, en az ona
okutur.”
“Bize yüz dolar verdi,” dedi adamlardan biri. “Daha da fazlasını vereceğini
söyledi.”
“Parasını almadan peşinizden ayrılmayacaktır,” dedim. “Şuradaki garsonu
görüyor musunuz? Adı, Sweetie. Bu işlerden iyi anlar. Uyuzun tekidir ama
ona güvenebilirsiniz. Aranızda anlaşın. Saleh’e de parasını verin. Bu iş burada
kapansın.”
Minnetle teşekkür ettiler.
Kardeşe benziyorlardı. Konuşmamız bittiğinde yeniden yemeklerine saldır
dılar.
Bakışlarımı fark eden biri, “Otursana, birlikte yiyelim,” dedi.
Güldüm. “Sağ olun. Akşam yemeğine sözüm var.”
Dışarı çıkıp motorun yanına gittiğimde Abdullah’la Didier bana el salladı.
Didier hayali bir fotoğraf makinesini gözüne yaklaştırıp resmimi çeker gibi
yaptı.
Arkamı dönüp trafiğe baktım. Didier ve Abdullah. Birbirinden bu kadar
farklı iki adam daha olamazdı. Yine de ikisi de kardeşim gibiydi. Ada Şehri’nde
birer sürgün olarak tanışan bu üç adamın atıldığı tüm o maceraları düşündüm.
Bazılarından pişman olmuş ve onları kalplerimizin derinliklerine gömmüştük.
Ama zaferle hatırladıklarımız da vardı. Birimizden biri aşkla derbeder olduğun
da diğerleri onun yarasını alaycı bir merhametle dağlamıştı. Birinin yardıma
ihtiyacı olduğunda diğerleri silahlarını kuşanmıştı. Birinin umudu tükendiğin
de diğerleri bu boşluğu sadakatleriyle doldurmuştu. Ve ben onlara her bakışım
da sadakati dostça göğsüme konan bir el gibi hissediyordum. Onlar için umut
doluyordum ve kendim için.
Korku zincirli bir kurttur. Yalnızca onu serbest bıraktığınızda tehlikeli olur.
Hüzün unutuşta tükenir. Tek bir gülümseyiş en amansız öfkeyi bile öldürebilir.
Sadece umut sonsuza dek var olur çünkü o bize ait değildir. Umut ataları
mızdan kalmadır. Cesurca aşklarıyla bize içlerimizdeki iyiliği miras bırakan ilk
insanlardan.
Ve umut denen kadim tohum onu besleyen her kalbi onarır. Bütün kalpler
umudun bize tanıdığı seçeneklerle uyum içinde atar. Geçmişin gölgeleri ve
yeni günün temiz ve parlak sayfası arasında.
(jeçmiş kader tarafından yazılan ve aynı konular arasında mekik dokuyan
bir romandır. Aşkı ve şanını anlatır. Nefreti ve tutsaklarını. Ruhu ve bedelini.
Kararlarımız metinleri oluşturur. Bir nehrin akışını değiştiren ve alınlarımı-
za yazılan seçimlerdir onlar. Kararların verildiği ve bağlantıların kurulduğu
bugünde, bu anda, kader, nehrimizin kıyısında bekler bizi. Hatalarımız ve
mucizelerimizle baş başa kalırız çünkü bizi birine veyahut ötekine götüren
kendi iradelerimizdir yalnızca.
O gün, motorumun yanında dururken sokaktan geçen yüzlere baktım.
Biri gözlerini kaçırmadı. Genç bir kadındı. Sarışın, mavi gözlü ve tedirgin.
Leopold’ün önünde birini bekliyordu. Ürkek ama kararlıydı. Hem cesurdu,
hem de korkuyordu.
Billy Bhasu’dan satın aldığım madalyonu çıkardım. Kapağını açıp fotoğrafa
baktım. Aynı kızdı.
Bütün kötü sokaklarda muhtemelen buna değmeyecek erkekleri bekleyen
yüzlerce iyi kız vardır. Bu kız sevgilisinin uyuşturucuyla dönmesini bekliyordu.
Bağımlı değildi. Zayıflığına rağmen turp gibi ve etrafında olup bitenlerin son
derece farkındaydı. Erkek arkadaşının bağımlı olduğunu tahmin ettim. Kız
ona uyuşturucu bulmak için Billy Bhasu’ya madalyonunu satmıştı.
Birinin çaresizliğini hissedecek kadar uzun zamandır sokaklardaydım.
Bunu açıkça belli etmeseler bile. Kendim de yaşamıştım o çaresizliği. Ve sevdi
ğim herkesin gözlerinde görmüştüm.
Madalyondaki kızın Leopold’ün içinde değil de, dışında beklemesi o ve erkek
arkadaşının önlerinde soğuk içkileri ve sıcak yemekleriyle bütün gün bir resto
randa oturdukları o ilk turistlik günlerini geride bıraktıklarına işaretti. Kızın bir
otel odasında değil, sokakta olması, kaldıkları yerle ilgili bir sıkıntı olduğunu
düşündürüyordu. Kız, sevgilisinin madalyon parasının hepsini uyuşturucuya
harcamayacağını, birazıyla da odanın parasını verebileceklerini umuyordu.
Madalyondaki kız gibilerin Ada Şehri’ni acılı ellerin serptiği küller olarak
terk ettiklerine tanık olmuştum. Her genç kız kadar güzeldiler ve hikâyelerinin
sonunu yazan çirkin bir erkek vardı mutlaka.
Tek kelime etmeden yoluma gidebilirdim. Bunu her gün yapmıyor muy
dum zaten? Hüznün, ihmalin ve anlamsızlığın yanından geçip gitmiyor muy
dum? Kaderin önünüze dizdiği bütün alevli çemberlerden atlayamazsınız ki.
Ama madalyon bir sanat eseri gibi birdenbire canlanıvermişti. Buna kayıtsız
kalamadım ve kıza doğru yürüdüm.
“Bu senin galiba?” dedim madalyonu uzatarak.
Kız ona korkuyla bakrıysa da kıpırdamadı.
“Al hadi,” dedim.
Bir an duraksadı. Sonra madalyonu avucumdan aldı.
“Ne istiyorsun?” diye mırıldandı.
“Hiç,” dedim. “Biri bunu bana getirdi. Ben de sana veriyorum.”
Belli belirsiz gülümsedi.
“İyi şanslar.”
Gitmek için arkamı döndüm.
“Düşürdüm herhâlde,” dedi kendini sağlama almak için yalan söyleyerek.
Duraksadım.
“Erkek arkadaşım geldiğinde sana ufak bir ödül verelim.” Hâlâ gülümsü
yordu. Ama uzun zamandır bunu ilk kez yapıyormuş gibi suratında bir tuhaf
duruyor, sırıtıyordu.
“Düşürmedin,” dedim. “Sattın.”
“Efendim?”
“Sevgilin içindeki resimleri almadığına göre acelesi vardı. Belli ki baskı al
tındaydı. Bu şehirde bu tarz bir baskının tek sebebi uyuşturucudur.”
Onu tehdit etmişim gibi irkildi.
“Sen... nasıl...” diye mırıldanırken İskandinav aksam kelimelerine gözle
rindeki hüzünle hiç bağdaşmayan minik bir melodi kattı.
Birkaç adım attım.
Sonra dayanamayıp arkama baktım. Hâlâ şaşkındı. Omuzları iyice öne ka
panmıştı.
Tekrar yanına gittim.
Sokağın sağma soluna baktım ve, “Unut gitsin, tamam mı?” dedim.
O gün kazandığım parayı eline sıkıştırıp ona veda edecektim ki beni dur
durdu. Para hâlâ avucundaydı.
“Demin neden bahsediyordun?”
“Unut,” dedim. “Parayı sakla. Söylediklerimi de unut.”
“Hayır,” diye yalvardı kollarını gövdesine sararak. “Soruma cevap ver.”
Durdum ve derin bir iç çektim.
“Sevgilini tanımıyorum ama ondan ayrılman gerek,” dedim sonunda. “Bu
işlerin nasıl yürüdüğünü bilirim. Yüzlerce kez gördüm. Onu ne kadar sevdiğin
ya da ne kadar iyi biri olduğu...”
“Sen ne bilirsin?”
Birine satacağı sonraki fotoğrafın pasaportundaki olacağını biliyordum.
Bunu hâlâ yapmadığını biliyordum çünkü pasaportu elime düşmemişti. Ama
sevgilisi isterse yapacağından emindim. Her şeyi satacaktı. Satacak bir şeyi kal
madığında da kendini satacaktı.
Erkek arkadaşı kendini kötü hissedecek ama kızın fahişelikten kazandığı
parayla kendine uyuşturucu alacaktı. Bunu da biliyordum. Tıpkı sokaktaki
bütün torbacıların, esnafın ve pezevenklerin bildiği gibi. Bağımlılığın gerçeği
buydu. Ve onu kullanmak için bekleyen sokağın.
“Haklısın,” dedim. “Hiçbir şey bilmiyorum.”
Motoruma bindim ve gittim. Bazen alır, bazen almazsın. Bazen dener, ba
zen de geçip gidersin. Altın bir madalyon ve bir fotoğraf beni bu kıza götür
müştü ama bir yerlerde sorunlu erkek arkadaşlarını bekleyen o kadar çok kız
vardı ki. Hem ben de sorunlu bir sevgili değil miydim zaten?
Madalyondaki kıza iyi şanslar diledim ve motoru evin önüne park ettiğim
de onu unuttum.
Ben tıraş olup duş alırken ve giyinirken Lisa hep kendi işleriyle uğraştı.
Dalgın ve sessizdi. Konuşmak zorunda kalmadığımıza sevinmiştim doğrusu.
Karla ve Ranjit’le yemek yemek benim fikrim değildi ne de olsa.
İkimiz de Ada Şehri’nin dar yarımadasında yaşamamıza rağmen, Lisa’yla
yaşamaya başladığımdan beri Karla’yı hiç görmemiştim. Ara sıra Ranjit’le gaze
telere çıkıyorlardı ama kader yollarımızı hiç kesiştirmemişti.
Do'stlaringiz bilan baham: |