kesik baş
diye tekrarlıyordum, ondan da vazgeçtim.
Kuzey yönünden bana doğru gelen arabayı o zaman fark ettim. Eski püs
kü, beyaz bir sedandı. Farlarına siyah bantlar yapıştırmışlardı. Sürücüsü bir
kadındı. Etine dolgun, kısa boylu, otuzlu yaşlarda bir kadın. Ve ne tuhaftır ki,
üzerinde mavi bir hijab vardı.
Yanımda durup camı indirdi.
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?”
“Ben...”
“Dur, söyleme.”
“Ama...”
“Bin arabaya.”
“Kimsin sen?”
“Arabaya bin.”
Dediğini yaptım.
“Deşifre oldun,” dedi beni çatık kaşlarla süzerek.
“
Selamünaleyküm"
dedim.
“Deşifre oldun,” diye yineledi.
“
Selamünaleyküm.
”
“Ve aleykümselam?
dedi tersçe. “Buradan hemen gitmeliyiz.”
Biraz ileride Horst’u gördük. Hâlâ fotoğraf çekmek için en uygun açıyı
ayarlamaya çalışıyordu. Bıraksam yanından geçip gidecektik ama on metre
sonra kadını durdurdum.
“Durup dururken ortadan kaybolursam sorular sormaya başlayacak,” de
dim. “izin ver, şununla bir konuşayım.”
Arabadan inip Horst’un yanına koştum.
“Hayrola? O arabadaki kim?”
“Çatışma çıkmış,” dedim soluk soluğa. “Ben gidiyorum. Seni de otele ata
lım mı?”
Gözlerini kısarak ıssız yola baktı.
“Yok. Ben biraz daha takılacağım. Sen git.”
“Olmaz. Seni yalnız bırakmam.”
“Merak etme. Kontrol noktasına bir bakar, dönerim.”
Kamerasını koltuğunun altına sıkıştırıp bana elini uzattı. Tokalaştık.
“İyi şanslar,” dedim.
“Sana da. Bana bir iyilik yapar mısın? Madem gidiyorsun, burada olanları
bir süreliğine kendine saklasan?”
“Tamam. Hoşça kal, Horst.”
Kamerasıyla kesik başın yanına döndü.
Şak şak.
Arabaya bindiğimde Mavi Hijab beni bir tabancayla bekliyordu.
“Ne hoş,” diye mırıldandım.
Silahı elinden bırakmadan gaza bastı. Vitesi silahlı eliyle değiştirmesi bende
ayrıca bir tedirginlik yarattı ama o son derece rahat görünüyordu.
“Kimdi o? Sevgilin mi?” diye sordu alayla. “Ne söyledin?”
“Duymak istediklerini. Beni vuracak mısın?”
Bir an bunu düşünür göründü.
“Bilmem,” dedi sonra. “Adama ne söyledin? Kimin tarafındasın, anlat.”
“Umarım aynı taraftayızdır,” dedim. “Beni vurursan pasaportlardan biri
delinir.”
Arabayı ağaçların arasında bir düzlükte durdurdu. Kontağı kapadı ve ta
bancayı iki eliyle birden bana doğrulttu.
“Komik olduğunu mu sanıyorsun? Seni otelden alıp havaalanına götürmek
için, tam iki senedir varımı yoğumu koyduğum gizli görevimi bırakmak zo
runda kaldım.”
“Gizli görev mi? Sen casus musun?”
“Kapa çeneni.”
“Kimsin öyleyse?”
“Seni yolda tek başına buluyorum. Sonra durup bir yabancıyla konuşu
yorsun. İki dakikan var. Ya beni yaşaman gerektiğine inandıracaksın ya da
Allah’ıma yemin ederim, vururum seni.”
“Kuranı ezbere biliyorsan sana tek bir ayet söyleyeceğim.”
“Neymiş?”
“İkinci sure, iki yüz yirmi dördüncü ayet.”
“İnek,” diye tısladı. “Ne demek bu? Bana şişman mı diyorsun?”
“Yok canım. Belki biraz balık etlisin, o kadar.”
“Kes şunu.”
“Sen başlattın.”
“Ayete dön.”
“Müslüman değilsen ama Kur’an’ın birkaç ayetini ezberlemek istiyorsan
ikinci sure, iki yüz yirmi dördüncü ayetle başlamak uygun olur bence. Şöyle
der:
Bir de, Allah adına yemin ederek; iyilik etmeye, günahlardan uzak durmaya
ve insanların arasını düzeltmeye O’nun adını engel yapmayın. ”
“Allah hakkıyla işitir ve bilir,
"diye bitirdi ilk kez gülümseyerek.
“Devam edelim mi?” diye sordum ve montumu çıkardım.
Tabancayı eteğinin cebine koydu. Arabanın arka kapısını açıp arka koltuğu
öne aldı.
Arkasında gizli bir bölme vardı. Ona yeleği verdiğimde bütün pasaportları
ve külçeleri tek tek kontrol etti.
Sonra yeleği gizli bölmeye koyup üzerini örttü. Koltuğu geriye çekti ve ye
niden şoför koltuğuna oturdu.
“Otele uğrayacağız,” dedi arabayı çalıştırırken. “Çıkış yapmak zorundasın.
Bundan sonra sadece iki hayaletiz, anlaşıldı mı?”
“Hayalet mi?”
“Kapa çeneni.”
Otelin önünde durduk.
“Geldik. Git, eşyalarını topla,” dedi Mavi Hijab. “Ben de benzin alacağım.
On beş dakikaya burada buluşuruz. Bir saniye daha beklemem, ona göre.”
“Sen hiç...”
“Çık!”
Arabadan indim. Lobiye girdiğimde biri bana seslendi.
“Bay Davis!”
Ankit’ti. Elinde bir tepsiyle pencerenin kenarında dikiliyordu.
“Sizi Mavi Hijab’la gördüm,” dedi yaklaştığımda, “ve buna ihtiyacınız ola
bileceğini düşündüm.”
Bana uzattığı içkiden kocaman bir yudum aldım.
“Sana boşuna eksiksiz dememişler. Gerçekten de dört dörtlük adamsın,
Ankit.”
“Sizi memnun etmek benim görevim, efendim. Eşyalarınız resepsiyonda.
Kayıt defterini imzaladıktan sonra dilediğiniz zaman gidebilirsiniz.”
“Sağ ol.”
“Önünüzde altı saatlik bir yolculuk var. Ben buradayım. Gidip bir duş al
mak isterseniz, eşyalarınıza göz kulak olurum.”
Lobiye döndüğümde, Ankit içkimi yenilemişti. Resepsiyondaki çantamın
yanında bir paket sandviç, su ve iki şişe meyve suyu vardı.
Ona bir tomar para verdim. Yaklaşık beş yüz Amerikan doları.
“Bu çok. Olmaz, alamam,” dedi hemen.
“Birbirimizi bir daha hiç göremeyebiliriz, Ankit. Dargın mı ayrılalım?”
Gülümsedi ve parayı cebine koydu.
“Sandviçler açlığınızı bastırır. Bu da, Mavi Hijab’la gerilirseniz diye.”
Elime bir paket sigarayla bir haşhaş plakası tutuşturdu.
“Silahlı ve öfkeli bir kadınla başın derde girdiğinde haşhaş içmek ne kadar
güvenli bilemedim.”
“Sizin için değil zaten.”
“Bir dakika. Mavi Hijab haşhaş mı içiyor?”
“Çok sever,” dedi Ankit yiyecekleri çantama koyarken. “Kediler kedi otuna
bayılır ya? Bu da aynı hesap. Ama mümkün olduğunca idareli kullanın. Sonra
çabucak biter.”
Dışarıda bir araba durdu ve sürücüsü arka arkaya üç kere kornaya bastı.
“Onu bir Durga olarak hayal edin. Bir kaplana binen savaşçı bir tanrıça
olarak. Ve ona göre davranın.”
“Nasıl yani?”
“Saygılı olun ve ondan korktuğunuzu belli edin.”
“Seni tanıdığıma sevindim yeni dostum. Sağlıcakla kal.”
Ona el sallayarak kapıya doğru yürüdüm. Mavi Hijab bana öfkeli el kol
hareketleri yapıyordu.
Anayola çıkıp güneye, Colombo’ya doğru ilerledik. Mavi Hijab direksiyona
sıkıca yapışmış ve gözlerini yola dikmişti.
On dakika kadar dişlerini gıcırdatmasını dinledikten sonra onunla biraz
sohbet etmeye çalıştım.
“Kocanla tanıştım. Mehmu’yla.”
“Ne güzel sakin sakin gidiyorduk. Ne lüzumu vardı şimdi, o adı batasıca-
dan bahsetmenin?”
“Sakin mi? Karakolda sorguya çekilirken bile daha rahatım ben.”
“Canın cehenneme,” dediyse de, gözle görülür bir şekilde gevşedi. “Zaten
gerginim. Daha da gerilmek istemiyorum.”
Aklıma komik bir şey geldi ama silahı varken söylemeyi göze alamadım.
İyi bir şofördü. Bir süre fırların arasından ustalıkla geçişini ve virajlara sert
çe girişini izledim. Güvendiğim bir şoförün arabasında seyahat etmeyi sever
dim. Ölümcül bir hız trenine binmek gibiydi.
Yola dair görüntüler ön camdan hızla akıp geçiyordu. Bir an nerede oldu
ğumu bile unuttum. Ormanlar ve etrafları çitlerle çevrili çiftlikler arkamızda
kaldığında bu kez arabanın tavanını bir yerleşim merkezinde yaşam mücadelesi
veren ağaçların gölgeleri kapladı. Belki doğadan uzaklaştığımız için üzüldüğü
müzü sanıp avutmaya çalışıyorlardı bizi.
“Dün bir adam vurdum,” dedi az sonra.
“Dost muydu, düşman mı?”
“Fark eder mi?”
“Çok.”
“Düşmandı.”
Birkaç dakika konuşmadık.
“Öldü mü?” diye sordum.
“Hayır.”
“İstesen öldürebilir miydin?”
“Evet.”
“Merhamet utançtan ağır basar.”
“Ha siktir.”
“Müslümanlar küfür eder mi?”
“İslamın dilinde konuşmuyorum ki. Hem ben Müslüman bir komünistim.”
“Peki...”
Yolun kıyısında durup motoru kapadı.
“Mehmu iyi miydi?”
“Evet.”
“Doğru söyle.”
“Gerçekten. Kocan iyi adam. Bana çok yardımı dokundu.”
Birden hiç beklemediğim bir şey oldu ve ağlamaya başladı. Tam o sırada da
bir sağanak indirdi.
Sonra çabucak gözlerini silip yiyecek paketini açtı.
Ve yine ağlamaya başladı. Bu sefer duramadı. Neden ağladığını bilmiyor
dum. Onu doğru düzgün tanımıyordum bile.
Tırnaklarının diplerindeki oje kalıntılarını fark ettim. Yüzünde erkeklerin
taktıkları şu mühür yüzükler büyüklüğünde bir morluk vardı. Ellerinin eklem
yerleri çiziklerle kaplıydı. Kıyafetlerine sinen temiz sabun kokusunu aldım.
Arka koltukta büyükçe bir çanta duruyordu. Kaçması gerekirse diye yanında
birkaç parça eşya bulundurduğunu tahmin ettim.
Karşımda güçlü, cesur ve davasına sadık bir kadın duruyordu. Bir kaçak
olmasına rağmen temizliğine dikkat ediyor ama eskiden olduğu kıza dair o
son renkli oje kalıntılarını da çıkarmaya gönlü elvermiyordu. Böyle bir hayatı
neden seçtiği hâlâ bir muammaydı çünkü neden sorusunun bütün cevaplan az
biraz aşinalık gerektirir.
Mavi Hijab hâlâ ağlıyordu ve ben onu teselli edemiyordum. Çantadan
kâğıt mendil çıkardım. Ağlaması durduğunda yağmur da birden dindi.
Arabadan indik. Yüzünü yıkaması için avuçlarına biraz su döktüm.
Sarmaşıkların beyaz çiçeklerinden yükselen baygın koku havayı sarmıştı.
Tekrar arabaya bindiğimizde esrarlı bir sigara sardım. Mavi Hijab onu be
nimle paylaşmaya yanaşmayınca bir tane daha sardım. Baktım onu da alacak
birkaç tane daha sardım.
Sonra zihinlerimiz yeşil kadife tarlalardan daha da yeşil anılara sürüklendi.
Ruhun daima bir turist olduğu yere. O dakikalarda, Mavi Hijab ne düşünüyor
du bilmiyorum ama ben Karla’yı hayal ettim. Bir partide dans ediyordu. Karla.
“Acıktım,” dedi Mavi Hijab. “Bu arada...”
“Biliyorum. Bundan tek bir kişiye bile bahsedersem vurursun beni.”
“Sadece teşekkür edecektim. Ama sen daha iyisini dedin. Ver bakalım, şu
sandviçlerden.”
Arabayı çalıştırdı.
“İstersen biraz ben kullanayım.”
“Ben kullanacağım,” dedi kararlılıkla. “Hep ben kullanırım. Sandviç?”
“Hangisinden istersin?”
“Kıçımda değillerden var mı?”
“Ohooo. Çok.”
Yol boyunca bir daha hiç konuşmadı. Bazen Allah’ın adını anıyor, bazen de
bir şarkı mırıldanıyordu.
Colombo Havaalam’mn girişinde durduk. Mavi Hijab kontağı kapayıp
bana baktı. Yüzünde tuhaf ve ne gariptir ki, hüzünlü olarak adlandırabileceğim
bir ifade vardı.
Do'stlaringiz bilan baham: |