yol
daş
demişti. Daha önceki bağlantılarımın hepsi karaborsacıydı. Güvenilmez
adamlardı. Onlardan sonra yoldaşlarımla iş birliği yapmak hoş bir değişiklik
olmuştu. Sanjay’ın benim için başka sürprizleri de var mıydı acaba? Çantamı
sırtıma takıp Castlereagh Otel’in üçgen çatılı ön cephesine baktım.
Beyaz sömürgecilerin altınlarını çalabilecekleri her ülkede inşa ettikleri be
yaz, sömürge tarzı bir binaydı. Yeleğimdeki altınlar kolonilerden birine geri
dönmüştü nihayet ve onlardan kurtulmak için sabırsızlanıyordum.
Bir an duraksayıp isim kontrolü yaptım. Her kaçakçı sahte isimlere ve ak-
sanlara aşinadır. Ben başıma ödül konan bir kanun kaçağı olarak birçok aksan
biriktirmiştim zaten ve ara sıra bunları kullanma fırsatı yakaladığıma sevini
yordum.
Ben, James Davis. James. Adım, James Davis. Ya da Jim Davis mi? Çocukken
bana Jimmy derlerdi. Jim Davis, tanıştığımıza memnun oldum. Hayır, lütfen,
Jim deyin.
Güvenebileceğim bir sahte isim bulduğumda bir süreliğine sürdüreceğim
sahte hayata alışmam da kolay oluyordu. Aslında bir kamyonun kasasındaki bir
gölge olarak hayatımdan çıkan dostum en doğrusunu yapıyordu. Sevdiklerinin
ve güvendiklerinin yanında olmadıkça isimsiz kalmayı tercih ediyordu.
Granit ve fayans basamakları çıktım. Ahşap verandadan geçip kapıyı tıklat
tım. Az sonra gece bekçisi kapıyı araladı.
“Davis,” dedim Kanada aksanıyla. “Jim Davis. Önceden bir oda ayırtmıştım.”
Beni içeri alıp kapıyı kilitledi. Resepsiyonda pasaport bilgilerimi bir bilardo
masasının yarısı büyüklüğünde bir deftere geçirdi. Bu bir süre aldı tabii.
“Mutfak kapandı, beyefendi,” dedi defteri yatmadan önce okuduğu bir ki
tap edasıyla kapadığında. “Otel dolu değil. Sezon üç ay sonra başlıyor. Ama
dilerseniz, soğuk atıştırmalıklarımız var. Yanında da size güzel bir içki hazırla
yabilirim.”
Geniş lobide yürüyüp rahat görünüşlü, basma döşemeli bir kanepenin ya
nındaki ayaklı lambayı yaktı. Sonra gidip tuvaletlerin bulunduğu koridorun
kapısını araladı.
Bir süre ortadan kayboldu ve döndüğünde kolunda bir havlu asılıydı.
“Belki önce elinizi yüzünüzü yıkamak istersiniz.”
Acıkmış ve susamıştım. Bir otel odasına tıkılıp altın yeleğimi saklayacağım
bir yer arayışına girmek istemiyordum. Yelek üzerimde güvendeydi nasıl olsa.
Havluyu alıp elimi yüzümü yıkamaya gittim. Sonra kanepeye oturdum.
“Bir şey söylemediniz ama ben yine de size bir yorgunluk içkisi hazırla
dım,” dedi resepsiyonist önüme uzun bir bardak koyarak. “Hindistan cevizi,
taze misket limonu, biraz zencefil ve biraz tıraşlanmış bitter çikolata. Birkaç
şey daha var ama onlar da bana kalsın. Beğenmezseniz, başka bir içki de hazır
layabilirim.”
“Teşekkür ederim. Harika görünüyor. Adın neydi?”
“Ankit, efendim.”
“Güzelmiş. Tamam, eksiksiz anlamına geliyor, değil mi? Ben de, Jim.”
“Hint isimlerini biliyorsunuz.”
“Birkaçını, evet. Nerelisin, Ankit?”
“Bombay,” dedi önüme bir tepsi sandviç koyarak. “Sizin gibi.”
Ya oteldeki bağlantım oydu ya da düşmanımdı. Birincisini umdum. Yoksa
şu sandviçlere yazık olacaktı.
“Bana katılmak ister misin?”
“Olmaz,” dedi usulca. “Biri görürse hoş kaçmaz. Ama teşekkür ederim. İyi
misiniz?”
Başın belaya girmedi ya,
demek istiyordu.
“İyiyim,” dedi Kanadalı aksanımı bir kenara bırakarak. “Kontrol noktaları
boştu. Şanslıyım. Kente bir Bollywood yıldızı gelmiş. Askerleri eğlendirmeye.”
Rahatlayarak bir koltuğun arkasına yaslandı.
Benden biraz uzun ve zayıftı. Kırk beş yaşlarındaydı. Gür saçları yer yer
kırlaşmıştı. Keskin bakışlı, atik görünümlü bir adamdı. Vücudunu kullanış bi
çimi kendinden emin ve zarifti. Büyük olasılıkla, boksla ya da başka bir dövüş
sanatıyla ilgileniyordu.
“Bazıları vegan, bazıları değil,” dedi sandviçleri işaret ederek.
“O kadar açım ki, peçeteyi bile yiyebilirim. İzin verirsen, daha fazla sabre-
demeyeceğim.”
“Yiyin tabii,” dedi Hintçe. “Bu arada ben de son gelişmeleri aktarayım.”
Tepsidekileri silip süpürdüm. Hazırladığı kokteyl de nefisti. Ankit,
Bombaylı bir Hindu’ydu ve Budistleri, Müslümanları ve diğer Hinduları ilgi
lendiren bir savaşın ortasında iyi bir ev sahibi ve değerli bir bağlantıydı. Bana
bir iki günlük gazetecilik hayatımın gerekliliklerini anlattı.
“En önemlisi de,” dedi, “her öğleden sonra kontrol noktasına gidip dam
galanacaksınız. Bu şart. Buraya birkaç günlüğüne bile gelseniz, eğer tek bir
gün imza vermeyi unutursanız gözaltına alınırsınız. Bir yerde istenmediğiniz
hissine kapıldınız mı hiç?”
“Son zamanlarda, hayır.”
“Eğer bir gün bile adarsanız ve yakalanırsanız, bütün evrenin sizi istemediği
hissine kapılabilirsiniz.”
“Teşekkürler, Ankit. Bu savaşta kimsenin espri anlayışı yok mu? Koca ev
rende istenmemek filan. Tam bana bir kokteyl daha yapar mısın diye soracak
ken oldu mu şimdi bu?”
“Kontrol noktasını unutmayın,” dedi gülerek ve lobideki küçük bara doğru
seğirtti.
Sonrasında bara birkaç kere daha gitmek zorunda kaldı. Galiba üç kere
ama emin değilim. Her şey o kadar aynıydı ki, tıpkı dereye düşen bir yaprağın
akıntıda usulca sürüklenmesini izlemek gibiydi.
Kafam çok iyi olmuştu. Ankit harika bir barmendi. Birinin ne kadar sarhoş
olmaya ihtiyacı olduğunu kestirebilen türden. Sesi yumuşak ve sakindi. Bir
süre sonra ne dediğini de anlamamaya başladım. Görevimi ve Sanjay Şirketi’ni
unuttum.
Kollarımı dolayamayacağım kadar büyük çiçekler gözlerime baskı yapıyor
du. Yavaşça kuş tüyü bir hafifliğe doğru yuvarlanıyordum.
Ankit konuşuyordu.
Gözlerimi kapadım.
O beyaz çiçekler bir nehre dönüştü. Beni ağaçların arasında huzurlu bir
yere götürdü. Bir köpek bana doğru koşup patilerini göğsüme dayadı.
“Davis!”
Gözlerimi açtım. Üzerimde bir pike vardı. Hâlâ uyuyakaldığım kanepede
oturuyordum ama Ankit başımın altına bir yastık koyup üzerimi örtmüştü.
Montumun cebindeki elim küçük otomatik tabancayı kavradı. Derin bir nefes
aldığımda yeleğin baskısını hissettim.
Do'stlaringiz bilan baham: |