Etrafındaki Her Şey Yıkdırken Sen Sağlam Dur
yazıyordu.
“Sana bir lat makinesi lazım,” dedim Comanche’ye ve avucuna yeni bir tane
almasına yetecek kadar para sıkıştırdım.
Kaşlarını çatarak paraya baktı.
“Bugünkü idman sana pahalıya patladı,” dedi.
“Her anı süperdi ama şuraya küçük bir pencere aç. Biri beni bir yılanın göt
deliğinin nasıl koktuğunu hayal etmeye zorlarsa, aklıma ilk burası gelir.”
“Hadi lan,” dedi gülerek “Bana bak. Bu para ne için, söyle bakayım.”
“Üyelik ücreti olarak düşünebilirsin.”
“Şirketten para almadığımı biliyorsun.”
“Ben artık Şirket’ten değilim. Bundan sonra serbest çalışacağım.”
Comanche yakın dostumdu. Yine de kardeşlikte geçen bunca zamandan
sonra bunu duymaya ben bile alışamamıştım.
“Ne?”
“Ayrıldım,” dedim.
“Ama...”
“Sorun yok. Sanjay sevindi bile.”
“Emin misin?”
“Yanından geliyorum. Kendi söyledi.”
“Sahi mi?”
“Evet.”
“İyi o zaman.”
“Ama bana bir salon lazım. Artık Şirket’in salonunu kullanamam. Beni
üyeliğe kabul eder misin?”
Aklı karışmış ve biraz korkmuştu ama Comanche benim dostumdu. Bana
güvenirdi. Yüz hatları usulca yumuşadı. Bana elini uzattı.
“JarurŞ
dedi tokalaşırken. “Kapım sana daima açık. Ama bana sorarsan,
Bombay’dan git derim.”
“Belki bir gün giderim, dostum. Ama Bombay beni bırakır mı bilmem.”
OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM
Karla akşam saat sekizde, Sbantarami süitinde ağırlamaktan memnuniyet
duyar.
Notu elle yazmıştı. Karla’nın el yazısı hayatımda gördüğüm en güzel yazıy
dı. Keskin hatlı, zarif ve okunaklı. Notu saklamak isterdim ama benim kirli
dünyamda bu imkânsızdı. Zira bir düşmanın eline geçerse sırf bunun için bile
onu öldürmek zorunda kalabilirdim.
Motora oturdum, notu yaktım ve NaveenTe buluşmak için Afgan kilisesine
doğru yola çıktım.
Motoru yakınlardaki bir otobüs durağının arkasına park ettim. Sanjay
Şirketi’ndeyken şehrin her sokağı benimdi. Ama serbest çalışan biri olarak,
onu kabak gibi ortaya bırakamazdım.
Kilisedeki anıtta tozlu bayraklar asılıydı. İki Afgan savaşında kaybedilen
askerlerin isimlerinin kazındığı taşa yakından baktım.
Burası askeri bir kiliseydi. Sıralarda hâlâ bu, hiçbir zaman unutulmayan
askerlerin dua ederken tüfeklerini koyması için oluklar vardı. Geleneklerini hiç
anlamadıkları, dillerini konuşamadıkları o insanları öldürmek için yola çıkma
dan önce bu kiliseye gelip son ibadetlerini yapmışlardı.
içeride tek tük insan vardı. Yaşlıca bir kadın arka sıralardan birinde kitap
okuyordu. Bir adamla küçük bir oğlan çocuğu mihrabın önünde diz çökmüş
tü. Mihrabın üzerindeki mozaik taşlı daire, kafalarının tepesinde havada asılı
gibi duruyordu.
Naveen Adair, İncil kaidesini destekleyen pirinç şahini inceliyordu. Genç
ama kendinden emindi. Ellerini arkada kavuşturmuştu. Bir aşağı bir yuka
rı yürürken sert ve güçlü adımlar atıyordu. Onun hakkında yanılmamıştım.
Naveen hayatta kendine ait alanın tamamını kaplamaya özen gösteren sağlam
bir adamdı.
Ona baktığımı fark edip peşimden geldi. Kilisenin arkasındaki ıssız bahçeye
gittik.
Bir ağacın altındaki taş banka oturduk.
Etraf sessizdi. Solgun akşam ışığı kafalarımızın üzerindeki mozaik camlı
pencere oldu ve karanlık bahçeyi bir kilisenin ilahi ışığıyla aydınlattı.
“Lisa’ya çok üzüldüm,” dedi.
“Ben de. Naveen, bana bir dakika ver ne olur.”
Kısacık bir sessizliğe ihtiyacım vardı.
Önce aklımı toplamalıydım.
Bir an bile durup düşünmemiştim. Şimdi bunu yapacaktım.
Lisa. Lisa.
“Efendim?” dedim.
“ . . . Ve polis raporu. Şimdilik bütün bildiğimiz bu,” dedi.
Başını duyamamıştım.
“Affedersin. Aklımı veremedim. Bir daha söyler misin?”
Gülümsedi. Kendini kötü hisseden iyi bir arkadaş gibi.
“Tamam. Ama önce ayağa kalk.”
“Ne?”
“Ayağa kalk dostum.”
“Neden?”
“Yahu kalksana.”
Ayağa kalktı ve beni de kaldırdı.
“Sarılalım,” dedi.
“Gerek yok. Ben iyiyim.”
“Hadi dostum. Gel, sarılalım.”
“Yok canım.”
“Bir hafta önce kız arkadaşın öldü, dostum. Önce bir sarılalım.”
“Naveen.”
“Ya içimdeki Hintli’ye sarılırsın ya da Irlandalı damarımla kavga edersin.
Kaçarı yok.”
Kollarını uzattı. Bu işin kaçarı yoktu hakikaten.
Beni Avustralyadaki kardeşim gibi kucakladı ve gerçekten berbattı.
Gözyaşlarını omuzunu ıslatırken, “Ağla, dostum,” dedi. “Açılırsın.”
Mozaik ışıklı bahçede gönüllü kardeşimin omzuna bütün kederimi akıttım.
“Canın cehenneme, Naveen.”
“Dilediğin kadar ağla, dostum. Dök içini.”
Biraz daha hıçkırdıktan sonra geri çekildim.
“Daha iyi misin?”
“Canın cehenneme. Evet.”
Tekrar oturduk ve bana bildiklerini anlattı.
“Concannon nerede iş tutuyor?”
“Bilmem.” İlk kez güldü. “Bulup getireyim mi?”
“Onunla konuşmak istiyorum.”
“Sadece konuşmak mı?”
“Konuşmak ve onu dinlemek. O gece Lisa’nın yanındaki kimdi öğrenmem
lazım.”
“Lisa’ya uyuşturucuyu Concannon’ın verdiğini düşünmüyor musun?”
“Bekçi on beş dakika sonra gittiğini söyledi. Ama ikinci adam bir saat kadar
kalmış. Onun kim olduğunu bilmek istiyorum.”
“Tamam. Ben bir bakayım.”
“Bekçi o gece geldikleri siyah arabanın plakasını verdi. Bana sahibini bula
bilirsen sevinirim.” Ona plakayı yazdığım kâğıdı uzattım.
“Yarın haberleşiriz. Ama bundan hiçbir şey çıkmayabilir. Bir sürü insan
başkalarının adına kayıtlı arabaları kullanıyor.”
“Didier bana Amritsar Otel’de yer ayırttı. Mesajı oraya bırakabilirsin. Ya da
yarın birle iki arası Kayani’de olacağım.”
“Artık evde kalmıyor musun?”
“Hayır.”
“Şimdi nereye?”
“Sekizde Karla’yla buluşacağım. Bir gömlek alıp Amritsar’a uğramam la
zım. Sen ne yapacaksın?”
“Yedi buçukta Diva’yı alacağım. O zamana kadar boşum. Seninle gele
yim mi?”
“Olur. Bana arkadaşlık edersin.”
Duraktan motoru aldık.
“Ben de motor sürmeyi öğreniyorum,” dedi.
“Vay.”
“Hatta bir tane gözüme kestirdim. Eski bir 350. Acayip havalı. Çok da hızlı.”
“Hayırlısı.”
“Bizim yarışçı çocuklar birkaç tane de numara gösterdi.”
“Kim onlar?”
“Zengin tipler. Hepsinde Japon yarış motorları var. Diva’nın arkadaşları.”
“Bak sen.”
“İstersen senin motorla neler yapabileceğimi gösterebilirim.”
“Bir daha motorum hakkında sakın böyle konuşma.”
Güldü. “Mesaj alındı. Kendiminkini alınca gösteririm o vakit.”
Moda Sokağı’ndaki bir tezgâhtan kendime bir gömlek, motora da birkaç
tişört aldım. Sonra Metro Kavşağı’na doğru ilerledik.
Motoru otelin arkasındaki sokağa koydum ve ikinci ve dördüncü katları
birbirine bağlayan kemerin altından geçtik.
Amritsar, kavşağa bakan, yuvarlak bir binaydı. Kıyı trafiğinden kıvrılarak
kavşağa doğru yükseliyordu.
En alt katta spor mağazaları, ofis malzemeleri satan dükkânlar, bir müzik
dükkânı ve Kayani vardı.
İkinci katta ve daha yukarılarda, bütün bina gizli merdivenler ve koridorlar
la birbirine bağlanıyordu. Hangi yöne gideceğinizi bilirseniz, aynı bina içinde
başka bir posta koduna geçmeniz mümkündü. Polis ya da kötü adamlar kapı
nıza dayandığında, bu tip bir bilgi oldukça faydalı oluyordu doğrusu.
Amritsar’ın yirmi bir tane çıkışı olduğu rivayet edilirdi. Ben üçüne bile
razıydım. Bir kaçak yeni bir yere gittiğinde önce çıkışları saptar. Resepsiyona
uğramadan önce Naveen’le binayı keşfe çıktık. Civar sokaklara açılan üç çıkış
bulduk.
Güzel.
Resepsiyonda Didier, otel müdürüyle zar atıyordu. Beni kucaklamak için
doğruldu.
“Lin,” diye fısıldadı. “Daha otele giriş yapmadın ama ben sana bir indirim
kazandım bile.”
“Önce borcumuz neyse ödeyelim de indirimi sonra düşünürüz.”
“Mızıkçı,” dedi geri çekilirken.
Sahte pasaportlarımdan biriyle otele giriş yaptım ve yeni süitime çıktım.
Geniş bir oturma odası, bir yatak odası ve yüksek, ahşap bir kapıyla ayrılan
bir banyosu vardı. Oturma odasının bir köşesi açık mutfaktı.
Kapının karşısındaki kanatlı kapılardan gölgelik bir balkona çıkılıyordu.
Yürüyüp kepenkleri açtım ve işlek kavşağa baktım.
Manzara müthişti. Tıpkı bol hareketli ve ışıklı bir oyuncağa benziyordu.
İleride Bombay Gymkhana’nın ağaçları vardı. Yolun iki yanından birbirine
uzanan dallar, tepede yapraklardan bir tünel oluşturmuştu.
Etrafıma bakındım. Balkonla bitişiğindeki balkonlar arasındaki bölmeler
kısa ve ilk rüzgârda uçacakmış gibi pek uyduruktu.
Otel müdürü yanımda dikiliyordu.
“Yan odalar dolu mu?” diye sordum.
“Şimdilik boş ama yarın iki büyük kafile geliyor.”
“Unut bunu,” dedim Hintçe. “Bu kattaki üç süiti de tutuyorum. Bir yıllık
ücreti peşin ödeyeceğim.”
“Bütün süitleri mi?” diye bağırdı müdür ve Didier koro hâlinde.
“Evet. Üçünü de. Anlaştık mı?”
“Bir dakika,” dedi müdür. “Önce bir açgözlülüğümü dizginleyeyim.”
Bir an duraksayıp düşünür gibi yaptı ve başını salladı.
“Tamam, hâlihazırdaki rezervasyonları da iptal ederim.”
Açgözlülüğüyle dalga geçen bir adamdan hoşlanmamanız mümkün değil
dir. Ya da en azından ona saygı duyarsınız.
“Adın ne?” diye sordum.
“Jaswant. Jaswant Singh. Ben size nasıl hitap edeyim?”
“Dostum de yeter.”
“Tabii, dostum. Hiç sorun değil. Bir yıllık peşin mi demiştin?”
Parayı verdim ve bizi yalnız bıraktı.
Balkonlar arasındaki panelleri kaldırdık ve bir odadan diğerine geçtik.
“Bunu neden yaptın dostum?” dedi Didier. “Üç boktan odaya süit parası
ödedin.”
“Bu cephede sadece üç tane balkon var da ondan. Üçü de benim olursa bir
sürprizle karşılaşma ihtimalim azalır.”
“Anladım.”
“ikisini kendim kullanacağım. Diğeri senin için, Naveen.”
“Nasıl?”
“Bildiğim kadarıyla hâlâ bir ofisin yok.”
“Hayır. Evden çalışıyorum.”
“Tamam işte. Artık bir ofisin var. Kabul edersen tabii.”
Naveen, Didier’ye baktı. Didier sırıtarak omzunu silkti.
“Bunu planladın mı, yoksa şimdi mi aklına geldi?” diye sordu Naveen.
“İkincisi.”
“Madem fazladan odam var, birini Naveen’e vereyim dedin.”
“Evet.”
“Süper,” dedi Naveen elimi sıkarak. “Demek bundan sonra komşuyuz?”
Didier de sevincimize ortak oldu.
“Bunu kutlamak gerek.”
“Ha siktir!” diye bağırdı Naveen birden. “Beni öldürecek.”
“Bir dedektifi kim öldürür ki?” diye sordu Didier.
“Diva. O şımarık kızı tam vaktinde almazsam iki gün başımın etini yer.
Çıkarken anahtarı alırım, Lin. Sağdaki oda benim. Tamam mı?”
Ben de tam olarak sağdaki odayı ona düşünmüştüm zaten.
“Anlaştık,” dedim.
“Sen Karla yla mı buluşacaksın?” diye sordu Didier yalnız kaldığımızda.
“Sekizde.”
“Benim de işlerim var. Sonra bir süreliğine Taj’da olacağım. Haberleşiriz.”
“Sağ ol Didier.”
“Rica ederim.”
“Ciddiyim. Bu binanın sahibi arkadaşın, biliyorum. Bölgeyi elinde tutan
mafya babasıyla da aran iyi. Onun için burada güvende olacağımı biliyorum.
Bütün yardımların için teşekkürler.”
“Seni seviyorum, Lin. Böyle söylemem seni utandırmasın sakın. Biz
Fransızların kalplerinde zincirler yoktur. Sevgili Lisa’nın ölümünden kimin so
rumlu olduğunu bulacak ve hayatımıza devam edeceğiz, dostum.”
Didier gitti ve ben ani bir kararla yeni tuttuğum üç odanın ortasında ya
payalnız kaldım. Lisa’yla kurduğumuz evden sonra burası benim ilk evimdi.
Yeniden yaşamaya çalışıyordum. Yeni bir yerde bir ağaç daha dikiyordum.
Balkona çıkıp ellerimi parmaklıklara koydum ve şehrin sarı, kırmızı ve be
yaz ışıklarını seyre daldım.
Parmaklıklara bir karga kondu. Bana baktı, tüylerini kabarttı ve uçup git
ti. Moda Sokağı’na doğru yürüyen bir grup genç şakalaşarak karşıdan karşıya
geçti.
Uzakta bir tapınağın çanı çaldı. Sonra yakınlarda bir yerden güzel bir ezan
sesi geldi.
Do'stlaringiz bilan baham: |