AvusturyalI Horst burada kalmıştı. Ona para kazandıracak bir hikâye peşindey
di. Tamil Kaplanlarının bölgede sorun çıkaracağını düşünüyordu
ve bu yeni
savaşı da soluk mavi gözleriyle ilk gören olmak istiyordu.
Horst uzun boylu, sağlıklı, eğitimli bir adamdı. Normandiya’da bir çiftlikte
yaşayan bir kıza, muhtemelen iyi kalpli bir kıza âşıktı ve Sri Lanka’daki savaşın
sürmesini umuyordu. Didier bir keresinde medya patronu Ranjit’e,
gazetecilik
zamanla kendisi hastalığa dönüşen bir tedavidir
, demişti.
“Yaklaşık on beş dakika yürüdükten ve Horst’la Horst’tan bahsettikten son
ra, “Fotoğraf makinen nerede?” diye sordu.
“Bildiğim kadarıyla, kontrol noktalarındakilerin bir tek kendi kameralarına
tahammülleri var,” dedim.
“Haklısın. Ama dün yolda kesik bir baş vardı. Bir aydır ilk kez.”
“Ya?”
“Bugün bir tane daha görürsek fotoğrafları paylaşmam ona göre.”
“Sen bilirsin.”
“Makineni otelde bırakman benim suçum değil.”
“Haklısın.”
“Hayır, sonra bozuşmayalım da.”
“Ben kesik kafa fotoğrafları çekmek istemiyorum, Horst. Onları aklıma
bile getirmek istemiyorum. Eğer yolda
bir kesik kafaya rastlarsak, tamamen
şenindir. Anlaştık mı?”
Elli metre sonra gerçekten de bir kesik kafaya rastladık.
Önce birileri eşek şakası yapıp bir sopaya balkabağı takmış sandım. Birkaç
adım daha atınca, on altı, on yedi yaşlarında bir delikanlı olduğunu gördüm.
Kafasını toprağa sapladıkları bir bambu çubuğuna geçirmişlerdi. Ölü suratı
anayola dönüktü.
Gözleri kapalı ve ağzı beş karış açıktı.
Horst’un makinesini ayarladığını fark ettim.
“Sana söylemiştim,” dedi.
Yürümeye devam ettiğimde arkamdan seslendi.
“Hey, nereye?”
“İşini bitirince yetişirsin.”
“Dur! Bu yol tekin değil. Onun için birlikte gidelim dedim. Güvenliğimiz
için birbirimizden ayrılmamalıyız. Yanlış anlama. Ben sadece seni düşünüyo
rum, dostum,” diye ekledi.
Yürümeye devam ettim.
“İki günde bu ikinci!” diye bağırdı Horst. “Fırtına yakındır. İyi ki kalmışım.”
Arka arkaya deklanşöre bastı.
Şak-şak-şak.
O çocuğu öldürmek suçtu ama kafasını kazığa geçirmek günahtı ve günah
ların kefareti ödenmelidir. Kalbim, çocuğun kafasını ailesine ulaştırmanın bir
yolunu bulmak istiyordu. Böylece belki huzurlu bir yere gömebilirlerdi onu.
Ama kalbimin sesini dinleyemezdim. Gencecik kafasını o sopadan çıkarıp
yere bile koyamazdım. Yeleğim altın ve sahte pasaportlarla doluydu. Kendi pa
saportum ve basın kartım bile sahteydi. Ben buraya bir amaç uğruna
gelen bir
kaçakçıydım ve yoluma gitmeliydim.
Tek başıma yürürken çocuğun yasını tuttum. Kim olduğunu ya da ne yap
tığını bilmiyordum. Önemli de değildi. Az sonra, yeniden yüzüme
sert bir
ifade oturttum ve kara bulutlar arasından yüzünü gösteren güneşin tadını çı
karmaya çalıştım.
Bu bölgenin inanılmaz bir bitki örtüsü vardı. Sık çalılıkların en boduru
belime, çoğu ise omuzlarıma geliyordu.
Yapraklar ağaçların sık köklerine damlayan yağmur damlalarıyla titreşi
yordu. Ağaçları dal kolları ve yaprak elleriyle denizden gelen fırtınaya dua
eden azizlere benzettim. Lisa
ağaçlar dua etmedikçe yağmur yağmaz,
demişti
bir keresinde. Ilık bir muson fırtınasını kucaklamak için kendimizi dışarı
atmıştık.
Denizden esen rüzgâr, fırtınadan sarsılan ağaçları yatıştırıyordu. Dallar
eğilip bükülüyor ve bazen de esintinin yönüne doğru usulca savruluyordu.
Gökyüzünü turlayan kuşlar bazen ormanın yeşil duvarı ardında kayboluyor,
sonra ıslak yolda muzip gölgeler bırakarak yeniden maviliğe kanat çırpıyor
lardı.
Doğa ona her izin verdiğimizde yaptığı gibi kendince iyileştiriyordu beni.
Yolun kenarındaki ve içimdeki yitik çocuklara dertlenmeyi bir kenara bırak
tım. İçimden durmadan
Do'stlaringiz bilan baham: