Az sonra, Vinson tırmanışın zevkine vararak bizi geçti. Ankit’in de ona ayak
uydurduğunu görünce şaşırdım. İkisi yosunlu kayaların, çalılıkların ve sarma
şıkların arasında gözden kayboldu.
Karla bir ara gülmeye başladı. Abdullah’ın ona bir maymun gibi tırmandı
ğını söyleyerek iltifat edişini hatırladım.
“Abdullah mı?” diye seslendim.
Güldü. “Aynen.”
Sonra ikimiz de uzun boylu, cesur ve amansız arkadaşımızı düşünerek dü
şüncelere daldık. Abdullah yine ortadan kaybolmuştu. Onu bir daha ne zaman
göreceğimizi ve gördüğümüzde buna hazır olup olmayacağımızı düşündüm.
Ankit’le Vinson zirvede bizi bekliyordu. Ellerini bellerine koymuş, Bilge
Idriss’in hayat okulunu izliyorlardı.
Dağdakilerin bambulardan yaptıkları yeni tapınak,
yani pagoda, çiçeklerle
bezeliydi. Tepesinde Hindistan bayrağının renklerinde turuncu, beyaz ve yeşil
bir branda bezi dalgalanıyordu.
Pagoda düzlüğün tam ortasına kurulmuştu ve tabanı halılarla kaplıydı.
Yerden sadece birkaç santim yüksekliğindeki tahta kürsünün karşısında dört
büyük ve yumuşak minder duruyordu.
Pagodanın gerisinde öğrenciler hummalı bir hazırlık içindeydi.
“Burası hep böyle hareketli mi?” diye sordu Randall.
“Hayır,” dedim. “Özel bir durum var herhâlde. Rahatsız etmeyiz umarım.”
“Burada bir bar vardır, değil mi?” diye sordu Didier.
Karla’yla göz göze geldik.
Şehirli günahkârlarımız hayretle etraflarına bakınırken, “Şu halılarla bam
buları buraya kimin taşıdığını merak ediyorsundur,” dedi Karla usulca.
“Kolay yoldan bile hiç kolay değil. Kim yaptıysa önünde saygıyla eğiliyorum.”
Silvano etrafı süsleyen ve yiyecekleri tepsilere dizen kalabalığın arasından
çıkıp bizi karşılamaya geldi.
“Come va, ragazzopasso
?”diye sordu bana.
Ne haber, çılgın?
"Ancora respirare,
"dedim.
Hâlâ nefes alıyorum.
Karla’yı yanaklarından öpüp bana sarıldı.
“Bugün gelmeniz hoş bir tesadüf oldu. Arkadaşlarınız kim?”
Silvano’yu diğerleriyle tanıştırdım. Yüzünden gülümsemesini eksik etmedi.
“Bugün sizi buraya Yukarıdaki gönderdi,” dedi.
“Öyle mi? Ben Karla’nın fikri sanıyordum.”
“Bugün büyük bir münazara var. Dört farklı bölgenin bilgeleri, Idriss’e
meydan okudu.”
“Felsefe mi tartışacaklar?” diye sordu Karla. “Bir yıldan fazladır bu ilk, öyle
değil mi?”
“Evet. Bugün bütün büyük sorular cevap bulacak.”
“Ne zaman başlıyor?” diye sordu Karla savaşa hazırlanan bir hükümdar eda
sıyla.
“Aşağı yukarı bir saat sonra. Daha hazırlıkları tamamlayamadık. Gidin eli
nizi yüzünüzü yıkayın. Bir şeyler yiyin. Yorgunluğunuzu atın.”
“Bar açıldı mı?” diye sordu Didier.
Silvano ona boş gözlerle baktı.
“Evet, bayım,” dedi Ankit sırt çantasını göstererek.
“Çok şükür,” diye iç çekti Didier. “Banyo ne tarafta?”
Karla yı Didier ve diğerleriyle bırakıp bir kova suyla koruya girdim ve göz
den uzak bir yerde yıkandım.
Karla’dan ayrılır ayrılmaz kulaklarım çınlamaya başlamıştı. Biri çığlık atı
yordu sanki. Neden sonra bunun asitçilerin intikam çığlığı olduğunu fark
ettim.
Mavi Hijab bize onları yakaladıklarını ve işkenceyle öldüreceklerini anlattı
ğından beri acı çeken ruhları yakamı bırakmamıştı.
Dağa gelirken Karla arkamdaydı ve kendimi bir pazar günü
dingin bir
havuzda yüzen bir yaprak gibi hissetmiştim. Ama ayrıldığımızda anılar pen
çelerini acımasızca etime geçirmişti. O zincirin bıraktığı yara izinin sızısı ilk
anın acısından da beterdi. Teslimiyet çığlıkları savaş çığlıklarından daha yüksek
çıkardı daima.
Dağdaki herkes büyük bilgelerin münazarasına hazırlanırken ben arınmak
ve işkence anılarımla baş başa kalmak için ormana gitmiştim.
Mavi Hijab ve korkunç bir şekilde yanan silah arkadaşı adına acı çekiyor
dum. İşkencecilerine işkence yapacak kadar öfkelenen tüm o kuzenler ve kom
şular için içim yanıyordu.
Her infaz, adaleti öldürür aslında çünkü hiçbir hayat öldürülmeyi hak et
mez. Ben hapiste yediğim dayaklardan kurtulup hayatıma devam edebildiysem
işkencecilerimi bağışladığım içindir. Bunu diğer işkence mağdurlarından öğ
rendim. Zincirlenip sıramı beklerken.
Unut,
demişti o bilge adamlar.
Onlardan, onların bizden nefret ettiği gibi
nefret etmek aklını kirletmekten başka bir işe yaramaz. Oysa dokunamayacakları
tek şey o dur.
“Bebeğim, iyi misin?” diye seslendi Karla ağaçların arasından. “Münazara
birazdan başlıyor. Bize iyi bir yer ayarlayacağım.”
“İyiyim,” dedim bugün iyi, hatta idare eder bile hissetmememe rağmen.
“İki dakika kaldı,” diye seslendi. “Bunu hayatta kaçıramazsın. Âdeta bizim
için tartışacaklar.”
Karla’nın bizi dağa neden getirdiğini biliyordum. Beni iyileştirmek istiyor
du. İçten içe kırılıyordum ve Karla bunu görebiliyordu. Belki o da aynı du
rumdaydı. Tıpkı Karla ve tanıdığım diğer bütün
askerler gibi, ben de yarasız
kalpleri derinden incitecek şeylerin şakasını yapabiliyordum. Ölümle arama bir
duvar örmüştüm sanki. Şimdi geriye dönüp baktığımda, geçmişim bir mezba
hadan farksızdı. Hemen hemen bütün sevdiklerim ölmüştü. Ve kayıplarınızla
birlikte yaşamanızın tek yolu, her seferinde o soğuk mezarın küçük bir kısmını
daha içinize sindirebilmektir.
Karla gittiğinde gözlerim karşımdaki yaprak labirentine takıldı. Nefretin
oradan oraya savrulan başıboş akıl karışıklıklarını bir şiddet girdabına sürükle
mek için kendine has yöntemleri vardır. Eğer
bunu isteseydim, benim de asitçi-
lerden nefret etmek için sebeplerim vardı ve o girdapta korkudan titremeye hiç
mi hiç alışık değildim. Ama dağdaki ormanda ruhumdan akıtmaya çalıştığım
nefret değildi. Benden kaynaklanmayan ama durdurmak için de hiçbir şey yap
madığım utançtı.
Bazen her nedense onu durduramıyor ya da durdurmuyordum. Ve bazen,
her nedense, daha doğru olup olmadığını bile anlamadan bir yanlışın parçası
olarak buluyordum.
Ormanda yalnızken, bana yapılanları bağışladım. Kendi hatalarımla diz çö
kerken onları da yaptıkları yanlış için affettim ve binlerinin de bir yerlerde beni
affettiğini umdum. İşte o zaman,
yapraklar bana,
teslim ol,
dedi.
Hepimiz biriz
ve birimiz hepimiziz. Teslim ol.