Kader, bir düş ensemden. Yeter yahu.
Yağlı saçları terden ensesine yapışmıştı. Üzerinde yıkanmaktan solan koyu
mavi bir tişört vardı. Ufak tefek, sıska gövdesini sıkıca sararak olduğu gibi göz
ler önüne seriyordu. Kotu iki beden büyüktü. İnce kemerini son deliğine kadar
sıkmıştı.
Madalyon boynundaydı. Beni tanıdı.
“Evet,” dedim. “Ne olur, şu pervaneyi açar mısın?”
Şimşek Dilip, kızın kafasının tepesindeki çalışmayan pervaneye baktı.
Sonra gözleri kendi tepesinde hızla dönen pervaneye kaydı.
Tekrar bana döndüğünde bal rengi irisleri nefretle pırıldıyordu.
“Punkah!” diye böğürdü bir polise.
Adam koşup kızın üzerindeki pervaneyi açtı. Boynuna vuran serin hava
tenindeki ter damlacıklarım titreştirdi.
“Demek bu kız senin arkadaşın, Shantaram?” dedi Dilip kurnazca.
“Evet, Şimşek.”
“Adı ne öyleyse?”
“Sana ne söylediyse o.”
Dilip güldü. Kıza döndüm.
“Adın ne?”
“Rannveig,” diye yanıtladı. Sonra eli boynundaki madalyona gitti ve gözle
rimin içine baktı. “Rannveig Larsen.”
“Adı, Rannveig Larsen,” dedim.
Dilip yine güldü.
“Benim dosyadaki isim bu değil,” dedi sırıtarak.
“Norveçliyim,” dedi kız. “R-a-n-n-v-e-i-g olarak yazılıyor ama
Ranvey
ola
rak okunuyor. Hani şu havaalanındaki yer gibi.”
“Adı, Rannveig,” dedim. “Havaalanındaki yer gibi.”
“Ne istiyorsun, Shantaram?”
“Bayan Larsen’ı evine götürmek. Zor bir gün geçirdi. Biraz dinlenmesi
gerek.”
“Bayan Larsen bana bir evi olmadığını söyledi. Bu sabah Frantic Otel’den
kapı dışarı edilmiş.”
“Bende kalabilir,” diye atladı Vinson.
Herkes ona baktı.
“Be-benim yerim müsait de ondan dedim,” diye kekeledi. “Bir sürü boş
odam var. Yatılı hizmetçim de var. Ba-bayan Larsen’la ilgilenir. Kendisi bize
gelmeyi kabul ederse tabii.”
Şimşek Dilip bana döndü.
“Kim bu beyinsiz?” diye sordu Hintçe.
“Bay Vinson,” dedim.
“Stuart Vinson,” dedi Vinson. “On dakika önce buradaydım.”
“Kapa çeneni,” diye azarladı Dilip onu.
“Bayan Larsen’ı evine götürmek istiyoruz, Şimşek-/»,” dedim. “Tabii git
mekte özgürse.”
“Özgürlük,” diye mırıldandı Şimşek. “Kulağa ne basit geliyor değil mi?
Oysa bir sürü şartı var.”
“Ben o şartları karşılamaya hazırım,” dedim. “Kaç tane olduklarına bağlı
elbette.”
“Benim aklıma en az on tane geliyor,” dedi yavaştan sırıtmaya başlayarak.
On bin rupi saydım ve masasına koydum. Onları Dilip’e doğru iterken
elini benimkinin üzerine kapadı.
“Sanjay Şirketi bu kızla neden ilgileniyor?”
“Onlarla bir ilgisi yok,” dedim. “Tamamen şahsi bir şey. Dedim ya? Bayan
Larsen benim arkadaşım.”
Dilip elini benimkinin üzerinden çekmeden kıza döndü.
“Ah, anladım,” dedi pis pis sırıtarak.
“Hey, bir dakika...” diye başladı Vinson ama elimi Dilip’ten kurtarıp onu
susturdum.
“Bay Vinson bize gösterdiğin anlayış için teşekkürlerini sunuyor,” dedim.
“Size daima yardıma hazırım,” diye tısladı Dilip. “Kız iki gün sonra gelip
belgeleri imzalayacak.”
“Ne belgesi?” diye sordu Vinson.
Dilip ona baktı. Bu bakışı tanıyordum. Adamlarına onu bir kapıya zincir
lettiğinde neresini tekmeleyeceğini düşünüyordu.
“Tabii gelir,” dedim. “Tam olarak hangi belgeler bunlar acaba?”
“Ölen adamın transferi için,” dedi Dilip masasından bir dosya alarak. “Üç
gün içinde Norveç’e geri gönderilecek. Kadının iki gün sonra belgeleri imza
laması gerek. Şimdi gidin. Yoksa özgürlük şartlarına bir on tane daha ekleye
ceğim.”
Kıza elimi uzattım, tuttu. Ayağa kalktı ve birkaç adım yürüdü. Ama yalpa
lıyordu. Vinson’a doğru sendeledi. Vinson hemen kolunu omzuna attı.
Sokağa çıktığımızda, bir taksi çevirdik. Vinson kızın arka koltuğa binmesi
ne yardım ettikten sonra yanma oturdu. Şoför gazlayacaktı ki, camdan eğildim.
“Ne oldu, havaalanındaki yer gibi okunan Rannveig?”
“Efendim?”
“Erkek arkadaşına ne oldu?”
“Ben iyiyim,” dedi dalgın bir yüzle. “Endişelenecek bir şey yok.”
“Ben senin için endişelenmiyorum ki. Arkadaşım için soruyorum,” dedim
başımla Vinson’ı işaret ederek. “Polisle uğraşacaksam neler olduğunu bilmem
gerek.”
“Be-ben...” diye kekeledi kucağındaki kumaş çantaya bakarak.
Başka bir eşyası yoktu belli ki.
“Anlat hadi,” dedim.
“Erkek arkadaşım bağımlıydı. Günler geçtikçe daha da çıldırdı. Dün gece
ona, ben Oslo’ya dönüyorum, dedim. Bir gece daha kalmam için yalvardı.
Sadece bir gece, dedi. So-sonra bilerek yaptı. Suratını gördüm. Artık eve döne
mem. Kimseyle görüşmek istemiyorum.”
Gözlerinin elektrik mavisi bulutlandı. Omuzları çöktü. Bu bakışı da tanı
yordum. Bir ölüye bakıyordu. Ölen sevgilisinin yüzüne.
“Bombay’da kimsen var mı?” diye sordum.
Başını iki yana salladı.
“Konsoloslukla irtibata geçelim mi?”
Bu seferki kafa sallaması daha kararlıydı.
“Neden?” diye sordum.
“Dedim ya? Kimseyle görüşmek istemiyorum. Şimdi değil.”
“Baksana ne kadar yorgun,” dedi Vinson şefkatle. “Onu bize götüreyim,
dinlensin. Sonra ne yapmak istediğine karar verir.”
“Tamam. Ben Şimşek Dilip’le konuşurum.”
“Daha bitmedi mi?” diye sordu Vinson. “Ben bu kadar sanmıştım.”
“Pasaportunu geri vermedi. Daha çok istiyor. Ama sizin yanınızda konuş
mak istemedi. Ben hallederim.”
“Sağ ol, dostum,” dedi Vinson. “Onu belgeler için getiririm. Ay, dur sana
para vereyim.”
“Sonra. Burası yeri değil. Bir ara hesaplaşırız. Pasaportu alabilirsem Leo’ya
bırakırım. Didier’ye.”
Vinson kıza dönüp yumuşak bir sesle konuştu.
“Merak etme. Sana iyi bakacağız. Hizmetçim sert görünür ama altın kalp
lidir. Sıcak bir banyo yaparsın. Sana temiz kıyafetler de veririz. Bir şeyler yer,
güzelce dinlenirsin.”
Şoföre adresi verdi ve taksi hareket etti. Kız hemen başını arkaya çevirdi. Gözleri
beni buldu ve dudaklarını kıpırdatarak bana bir şey söyledi ama anlamadım. Araba
gözden kaybolana kadar arkasından baktım ve tekrar karakola girdim.
Kızın hikâyesi sıradandı. Uyandığında erkek arkadaşı yanında ölü yatıyor
du. Kolunda bir şırınga vardı. Hemen otel müdürünü aramıştı. O da polis ve
ambulans çağırmıştı.
Şimşek Dilip olayın karmaşık olmadığına şükrediyordu belli ki. Oğlanın
kolu delik deşikti. Elleri ve ayakları da öyle. Otel müdürü odaya çiftten başka
kimsenin girmediğine yemin ediyordu.
Kızın pasaportunu geri almak bana beş bin rupiye patladı. Dosyadan
Rannveig Larsen adını sildirmek için bir on bin daha bayıldım.
Yeni resmi kayıtlarda cesedi otel müdürünün bulduğu yazıyordu. Kızın
orada olduğundan bile bahsedilmiyordu.
O zamanın şartlarına göre, Dilip’e bir servet ödemiştim. Bu parayı tabii ki
Vinson’dan isteyecektim. Cebimde bir Norveç pasaportuyla odadan çıkarken
Dilip beni durdurdu.
“Şirkete söyle, ayaklarını denk alsınlar.”
“Efendim?”
“DaSilva,” dedi tükürürcesine. “Andrew DaSilva. Oğlan onun eroiniyle öl
müş. Bu hafta bu üçüncü. Sanjay Şirketi’nin sokağa dağıttığı mal hem çok ağır,
hem de kalitesiz. Her an başım belaya girebilir.”
“Neden? Seninle ne ilgisi var?”
Sesimdeki kibarlık kaybolmuştu. Onun da cevabı sert oldu.
“Alın esrarkeşlerinizi kıçınıza sokun, anladınız mı? Hiçbiriniz umurumda
değilsiniz. Hadi, iki Hintli oğlanı boş ver. Ama benim bölgemde bir yaban
cının daha ölmesini istemiyorum. DaSilva’ya bu ay her zaman verdiğinin iki
katını istediğimi söyledim. Ama şimdi ceset sayısı üçe çıktı ve ben de üç katını
istiyorum.”
“Bunu Sanjay’a kendin söyle, Dilip,” dedim. “Sen onu benden daha sık
görüyorsun.”
Karakoldan çıktım. Kendimi trafiğin ortasına atıp caddeyi ikiye ayıran be
ton bloğa ve demir parmaklıklara doğru yürüdüm.
Parmaklıkların arasındaki küçük boşlukta durdum. Önümden ve arkam
dan vızır vızır arabalar geçiyordu. Sıkış tepiş otobüsler, beş kişilik ailelerin üst
üste bindiği küçük motosikletler, sarı-siyah taksiler, balık kamyonları, özel ara
balar ve yarımadanın sivri ucundaki deniz üssüne giden ya da oradan gelen
askeri araçlar.
Kafamın içindeki düşünceler ormanından kelimeler geçiyordu.
Do'stlaringiz bilan baham: |