“Resepsiyon masası havayolu kontuarlarına benzemiş.”
“Eee?”
“Havayolu kontuarı isteyerek değil, mecbur olduğun için gittiğin bir
yerdir.”
“Korkma, eski masayı özlemeyeceksin. Onu Oleg satın aldı. Şimdi
senin
odanda duruyor.”
“Ah, şu Oleg! Yine benden önce davrandı.”
“Sen Line bakma. Yeni masan gayet güzel, Jaswant,” dedi Karla. “Belki üze
rine bir saksı bitkisi koysan daha hoş olur. Yanma da bir deniz kabuğu, ikinci
rafa cam bir kâğıt ağırlığı. Daha yumuşak bir hava katar. Bende bir deniz ka
buğu var. istersen ödünç veriririm. Bir tane de karahindiba çiçeği desenli kâğıt
ağırlığım var. Onu da alabilirsin.”
“Gerçekten mi? Harika olur.”
Buzdolabının kapağındaki buğuyu silip içine baktım.
“Hani, rom nerede? Peynirin de yok.”
“Menü değişti,” dedi Jaswant laminant tezgâhtan plastik kaplamalı bir
menü alarak.
Ona bakmadım bile.
“Ben eski menüyü seviyordum.”
“Eskiden menümüz yoktu ki,” dedi kaşlarını çatarak.
“Hah işte. Ben onu seviyordum.”
“Kayıp Sevgililer Bürosunun müşterileri her gün artıyor. Onlara daha pro
fesyonel bir imaj çizmem lazımdı. Hem sen neden bu kadar eski kafalısın?
Günü yakala, Lin.”
“Gün beni yakalamıyorsa ben ne yapayım?”
“Bu arada ben de odamda bazı değişiklikler
yapmak istiyorum, Jaswant,”
dedi Karla.
“Ne gibi?” diye sordu Jaswant.
Paranın kokusunu alınca gözleri parlamıştı.
Sonraki günlerde Karla’nın Bedevi çadırının duvarlarını kırmızıya boyadık.
Kapılarla pencerelerin kenarlarına da siyah boya çektik. Boyayı bize Jaswant
sattığı için sesini çıkaramadı.
Karla bilim dergilerinden resimler kesip Bollywood filmlerinde sıkça rastla
nan altın yaldızlı çerçevelere koydu. Bir kuş tüyünü, bir yaprağı ve ıssız bir so
kakta rüzgârda uçarken yakaladığı şiir kitabından bir sayfayı da çerçevelemeyi
ihmal etmedi. Şiir söyleydi:
Yalvaran Yağmur
Sonrasında
ben yanında değilken,
ve sen hazine dairesi kapısı kalbine
saplanan çivileri sayarken,
ve sessizliğini
zamanın kâsesinde,
ellerimizin anılarında,
bir kahkahanın en sivri ucunda,
ve gözlerimin renginde
yeniden düzenlerken,
kalbinin atıllarıyla kabaran göğsünle
bir gündüz düşünün
aşkın kıyılarına vuran mor gelgitiyle
otururken,
ve tenin benimle ilgili bir düşüncene
parfüm kokulu bir teslimiyetle
şarkı söylerken
aklına birkaç söz düşer
mimozaların musonu özlediği gibi
özlüyorum seni,
kırmızı kaktüs çiçekleri nasıl hasretse aya,
ben de öyle hasretim sana,
ve sonramda,
seninle değilken,
başım hayatın camına döner
yağmur için yalvararak.
Karla iki kahramanı, Petra Kelly ve Ida Lupino’nun kocaman resimlerini siyah,
barok çerçevelere koydu. Balkondaki saksıları içeri alıp her köşeyi bitkilerle
doldurdu. Yalnızca birkaçını güneşle danslarına devam etmeleri için dışarıda
bıraktı. Bana kalırsa, bir otel dairesinde dağdaki ormanı yaratmaya çalışıyordu
ve başarmıştı da. Salonda nerede oturursanız oturun, karşınızda
hep bitkiler
vardı ya da yeşil parmaklarıyla sizi okşuyorlardı.
Karla, Taj’ın yaptığı uzun, ince ve zarif Truvalı asker heykelini bir köşeye
yerleştirdi. Ben önüne bir saksı koymak istedim ama izin vermedi.
“Neden?” diye sordum. “Galerini hediye ettiğin heykeltıraşın hatırasına
saygısızlık mı olur?”
“Taj iyi bir adam sayılmaz ama müthiş bir sanatçı,” dedi heykelin açısını
ayarlarken.
Ben heykeli şapka askısı olarak kullanmaya başladım. Bunun için bir şapka
satın almam gerekti ama her bir rupisine değdi. Sonrasında taşlar yavaş yavaş
yerine oturmaya başladı. Yeterince kötüyü yaşadıktan sonra yeterince iyinin
kıymetini daha iyi biliyorsunuz. Benimki de o hesaptı işte.
Oleg odamı kanepeye uysun diye yeşil ağırlıklı döşemişti ve şehirde bir hay
li popülerdi. Karla’yla ben de birkaç partisine gittik ve gayet iyi vakit geçirdik.
Bazen de yan odadan gelen saçma sapan bağrışmaları dinleyip eğleniyorduk.
Genç Rus dostumuz, Karlesha’sı olarak çağırdığı Irina’dan ümidi kesmişti.
Leopold’ün garsonlarına verdiği fotoğraflar kırışıp solarken Oleg de onu gör
düler mi diye sormaktan vazgeçmişti.
“Irina’ya neden Karlesha diyorsun?” diye sordum bir gün.
“Irina diye başka bir aşkım vardı,” dedi yüzünden eksik etmediği gülümse
mesi bir anlığına acı hatıralarla solarken. “İlk aşkımdı. Hayatımda
ilk kez bir
kıza duyduğum aşkla kalbim sızlıyordu. İkimiz de on altı yaşındaydık. Bir sene
sonra ayrıldık. Ama diğer sevdiğime Irina dedikçe vicdan azabı çekiyordum.
Ben de babamın halama taktığı adı kullanmaya başladım. Babam kız kardeşine
hep Karlesha derdi.”
“Yani Irina’ya vurulduğun için kendini Elena’ya değil de çocukluk aşkına
ihanet ediyormuş gibi hissediyordun öyle mi?”
“İnsan ancak sevdiği birine sadakatsizlik edebilir,” dedi kaşlarını çatarak.
“Ben Elena’ya hiç âşık olmadım ki. Ben Irina’ya âşıktım. Şimdi de Karlesha’ya
âşığım.”
“Ya yeşil odana girip çıkan kızlar?”
“Karlesha’dan ümidi kestim de onun için,” dedi başını çevirerek. “Didier’nin
tişört taktiği fos çıktı. Demek birlikte olmak kaderimizde yokmuş.”
“O kızlardan birine âşık olabilir misin dersin?”
“Hayır,” dedi hemen. “Ben Rusum. Biz R insanları, sevdik mi ölümüne
severiz. Romanlarımız ve müziğimiz neden o kadar tutkulu sanıyorsun?”
Oleg aşkında olduğu kadar işinde de tutkuluydu. Naveen’le
iyi bir ekip
olmuşlardı. Didier’nin onlarla iş birliği yaptığı bir kayıp davası kamuoyunun
yoğun ilgisini çekti. Hem ayrılan âşıkları kavuşturdular, hem de bir kölelik zin
cirini ortaya çıkarıp bir çetenin çökertilmesini sağladılar. Sonrasında bizim teh
likeli ve şen Fransız, Leopold’den arta kalan zamanını Kayıp Âşıklar Bürosuna
vakfetti. Onu ne zaman görsem ya bizim genç dedektiflerle birlikteydi ya da
Do'stlaringiz bilan baham: