The Hero with a
Thousand Faces'
ıydı.
“Campbell’a nereden sardın?” diye sordum.
“Üniversitede okumuştuk,” dedi Rannveig. “Stuart’a hızlandırılmış bir kurs
veriyorum.”
Vinson eliyle sarı, dalgalı saçlarını karıştırarak sırıttı. “Ayvayı yedim, dostum.”
“Carlos Castaneda,” dedim diğer kitaplara bakarak. “Robert Pirsig, Emmett
Grogan, Eldridge Cleaver ve Buda. Ekip sağlam. Sokrat’la Howard Zinn’i de
listeye ekle bence. Yoksa eğitimine burada mı devam edeceksin?” dedim ileri
deki kampüsü işaret ederek.
“Yok canım,” dedi Rannveig hemen.
“Asıl ben burada öğrenciyim,” dedi Vinson. “Kayıt olalı iki yılı geçti ama
bütün dersleri astım. Neyse ki kütüphane kartımı saklamışım.”
“O hâlde size iyi okumalar, çocuklar,” dedim.
“Tatlı tabağı işe yaradı,” diye atıldı Rannveig.
“Öyle mi?”
“Evet. Bence hediyem onu memnun etti ve beni rahat bıraktı.”
“Ne diyorsunuz yahu?” diye sordu Vinson. Suratı on yaşındaki bir çocuk
kadar saf ve şaşkındı.
Vinson’ın en hoşuma giden yanlarından biri de, duygularının olduğu gibi
yüzüne yansımasıydı. Bu nedenle yalan söylemesi asla mümkün değildi. Bir
nevi kendi kendinin ispiyoncusuydu.
478 ■ Gregory David Roberts
“Sonra anlatırım,” dedi Rannveig bana el sallarken.
“Saat ticaretinden arkadaşların mı?” diye sordu Abdullah kampüse paralel
yürürken.
“Yine mi başlıyoruz?”
Abdullah öfkeyle homurdandı. Sinirden köpürmek diye bir deyim vardır
ya? Abdullah hakikaten köpürürdü. Şimdi de ağzının kenarlarında tükürük
baloncukları belirmişti. Benim bununla ilgili bir teorim var. Bence sinirden
köpürebilen insanlardaki ayılık genleri daha fazla.
“Silahların hazır,” dedi. “Nereye istiyorsan getireyim.”
“Onlara iyi bakacak birini tanıyorum. Mal bedelinin yüzde onunu alıyor.
Sana onu nerede bulabileceğini söylerim. Sağ ol, Abdullah. Borcum ne kadar?”
“İstemez. Benden sana hediye olsun.”
Alındığını fark edip “Nasıl istersen, dostum,” dedim. “Hakkını nasıl öde
rim bilmem. Bak şimdi aklıma geldi. Sassoon’daki bıçak ustamla randevum var.
Vikrant’la. Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
Bu arada sokağa açılan kapıya gelmiştik. Kemerin altından geçen öğrenci
güruhuna katılmadan önce Abdullah beni durdurdu.
“Bir şey var,” diye başladı ama sonra sustu ve derin bir iç çekti. “Sanjay,
Şirket işleri dışında seninle görüşmemizi ve arkadaşlık etmemizi yasakladı.”
“Bunu bekliyorduk zaten.”
“Ne anlama geldiğini biliyor musun peki?”
«r*
»
Sanırım.
“Bir dahaki sefere böyle ulu orta buluştuğumuzda Sanjay ölmüş olacak.”
“Ne?”
Bana sıkıca sarıldı. Sonra göğsümden sertçe itip yüzüme baktı. “Kendine
güven, dostum. Ve asla korkma. Gözümüz hep üzerinde.”
“Şirketin gözü demek istiyorsun herhâlde?”
“Hayır. Benim. Birkaç kişiyle anlaştım. Seni koruyacaklar.”
“Bana fedai mi tuttun? Kimi?”
“Katil Motorlar.”
“O manyakları peşime mi taktın?”
“Evet.”
“Çok düşüncelisin. Paraya da kıymışsın. Katiller ucuza iş yapmaz.”
“Khaled’in hâzinesinden biraz borç aldım.”
“Khaled buna ne dedi?”
“Hiç. İçimden bir ses onu dağdan indirmek için tek bir yol olduğunu söy
lüyor. Hâzinesini parti parti şehre taşımayı planlıyorum.”
“Şaka yapıyorsun, değil mi?”
Yine gücenmişti. Beni baştan aşağı süzdü.
“Ben şaka yapmam.”
“Sen öyle san. Sen şu hayatta tanıdığım en komik adamlardan birisin,
Abdullah.”
Suratını buruşturdu. “Yok yahu?”
“Peşime manyak korumalar takmışsın. Lisa’yı ne kadar çok güldürürdün,
unuttun mu?”
Lisa.
Gözlerini uzaklara dikti. Sakin ifadesi hiç değişmese de, dudaklarının se
ğirdiğini fark ettim. Üniversite öğrencileri kriket ya da futbol oynuyor, bazıları
gruplar hâlinde çimlerde oturuyor, kimileri de sebepsiz yere dans ediyordu.
Lisa.
“Onun Rakhi kardeşi olduğunu yeni öğrendim,” dedim. “Lisa bana hiç
söylemedi.”
“Köklü değişimlere hazır ol, kardeşim,” dedi yeniden bana döndüğünde.
“Beni bir dahaki görüşün belki de cenazemde olacak. İki kardeş gibi kucaklaşa
lım ve günahlarımı affetmesi için Allah’a dua et.”
Beni yanağımdan öptü. “Hoşça kal,” diye fısıldadı ve her zamanki zarafetiy
le kemerin altından geçen kalabalığın arasına karıştı.
Parmaklıklarla çevrili sahalar güneşin genç ve parlak beyinleri yakalamak
için attığı yemyeşil bir ağdı sanki. Gözlerim Vinson’la Rannveig’i aradı ama
demin oturdukları yerden kalkmışlardı.
Motorumun başına döndüğümde, Abdullah çoktan gitmişti. Öğlen olmuş
tu ve herkesin kendini dışarı attığı saatlerde benimle görülmek istememişti
anlaşılan. Onu bir daha nerede ve ne zaman görebilecektim acaba?
Vikrant’ın dükkânı, Sassoon
Limanı’ndaydı.
Yılların ustasına
Khaderbhai’nin kırılan kılıcını gösterdim.
Vikrant’ın pazarlama taktiği hiç değişmezdi. Önce size en ucuz çözümü
sunar, sonra da bunda çıkabilecek en büyük sorunu söylerdi. Hâliyle ikinci
en ucuz çözüme geçerdiniz ve siz en pahalı çözümü benimseyinceye kadar bu
böyle devam ederdi.
Yıllardır Vikrant’ı en sorunsuz ve en pahalı çözümü önce söylemesi için
iknaya çalışıyordum ama nafile.
“Yine en ucuz çözümle mi başlayacağız?” diye sızlandım. “Doğrudan en pa
halı ve en sağlamını söylesen olmaz mı? Lafı sakız gibi uzatıyorsun ya? Acayip
sinir oluyorum.”
“Karşındakini sinir etmenin bir doğru, bir de yanlış yolu vardır,” dedi usta.
“Bu kural hayatın her alanında geçerlidir.”
“Öyle mi?”
“Elbette. Mesela ben profesyonel anlamda sinir bozucuyum. Sinir bozu
culuğum tamamen mesleğimle ilgili. Ama sen sebepsiz yere sinir bozucusun.”
“Hiç de bile.”
“Bak, daha şimdiden sana sinir oldum.”
“Bi’ siktir git, Vikrant. Şu kılıcı tamir edecek misin onu söyle.”
Ciddiyetini korumaya çalışarak kılıcı evirip çevirdi.
“Tamam, yaparım. Ama kendi yöntemimle. Sapı fena dağılmış.”
“Sana güveniyorum. Nasıl biliyorsan öyle yap.”
“Hayır,” dedi. “Önceden bütün detayları konuşalım da, sonra bana lagalu-
ga etme. Şimdi ben bu kılıcı kendi yöntemimle tamir edersem asla kırılmaz ve
zamana yoldaşlık eder. Amma velakin Khaderbhai’nin atalarının savaştığı kılıç
olmaktan çıkar. Başka türlü görünür ve başka türlü hissettirir. Bambaşka bir
ruhu olur.”
“Anladım.”
“Yok, anlamadın,” diye üsteledi. “Hele bana şunu söyle bakayım. Sen tarihi
mi muhafaza etmek istiyorsun, yoksa tarih mi seni muhafaza etsin?”
“Komik adamsın,” dedim. “Ben bu kılıcın eskisinden de sağlam olmasını
istiyorum. Aksi hâlde, onu yeniden kıran adamın tamir ettireceğinden emin
olamam. Bildiğini yap, Vikrant. Bu kılıç zamana yoldaşlık etsin. Ama o zama
na kadar kılıfından çıkarma. Baktıkça moralim bozuluyor.”
“Kılıca mı üzülüyorsun, sarstığın güvenlere mi?”
“İkisine de.”
“Anlaşıldı.”
“Sonra görüşürüz o zaman. Ah, bir de Didier’yle mesaj yollamışsın. Lisa
için. Sağ ol.”
Vikrant başını eğdi. “Lisa iyi kızdı. Eminim şimdi daha güzel bir yerdedir.”
“Daha güzel bir yer,” diye mırıldandım gülümseyerek. Yaşadığımızdan daha
güzel bir dünya hayal etmek tuhaf gelmişti birden.
Ben daha güzel bir yere gitmek yerine, bütün günü Çeşme, Point ve Colaba
körfezindeki mangrovlar arasında mekik dokuyarak geçirdim. Çin mafyasına
dair son dedikoduları dinleyip karaborsa tahminlerini not ettim. Sonra onları
Didier’nin yazdıklarıyla karşılaştırdım. Piyasanın dişlilerini öğrendim. Hangi
restoranların bizi desteklediğini, hangilerinin kapıdan kovduğunu aklımın bir
köşesine yazdım. Polis ne sıklıkla rüşvet istiyordu? Kimler güvenilir, kimler
satıcıydı? Hangi dükkânların önünde iş tutuluyordu? Sokaktaki kızlardan han
gileri muhbirliğe yanaşıyordu? Bütün bunlar önemliydi.
Suç tabii ki para kazandırıyordu. Yoksa kimse suç işlemezdi. Wall Street teki
kadar çok kazanmazdın ama kısa yoldan para yapardın.
Naveen’le Diva’nın yanma uğramadan önce son bir durağım kalmıştı.
Colaba Polis Karakolu.
Şimşek Dilip karşısındaki iskemleyi işaret etti.
Oturmak için hamle yapmıştım ki, “Vageçtim, ayakta dur,” dedi. “Ne is
tiyorsun?”
Bir yandan da beni baştan aşağı süzerek son dayağının hasar kontrolünü
yapıyordu. Belki de topal kalmadığıma için için üzülüyordu.
“Şimşek-y7,” diye başladım kibarca. “Artık serbest çalışıyorum ya? Hâlâ işim
düştüğünde sana rüşvet verebilir miyim, yoksa Komiser Patil’e mi gideyim?
Ben seninle çalışmayı tercih ederim tabii. Komiser Patil’in katır inadı meşhur
biliyorsun. Böyle dediğimi ona söylersen sonuna kadar inkâr ederim ha.”
Birkaç memur güldü. Dilip onlara ateş püsküren gözlerle baktı.
“Derhâl barakaya atın şu pisliği,” diye böğürdü. “Kafasına kafasına vurun.”
Polisler emri uygulamaya koştururken Dilip elini kaldırdı. “Durun yahu.
Şaka yaptım.”
Polisler güldü. Ben de güldüm çünkü kendince komikti.
“Yüzde beş,” dedim.
“Yedi buçuk. Barakaya bir dahaki girişinde de benden sana bir iskemle.”
Polisler güldü. Ben de güldüm çünkü yüzde ona bile razıydım.
“Anlaştık,” dedim. “İyi pazarlık ediyorsun, Şimşek-y7. Boşuna Marwari’lerden
kız almamışsın.”
Marvvari’ler kuzey Hindistandaki Rajasthan’dan göçmüştü ve çoğu ticaretle
uğraşıyordu. Kurnazlıkları ve sıkı pazarlık etmeleriyle nam salmışlardı. Şimşek
Dilip’in Manvari karısı da kocasının kurbanlarından söğüşlediği parayı yıldı
rım hızıyla harcamasıyla ünlüydü.
Karısından bahsetmemi hoş karşılamamıştı. Suratıma dik dik bakarak so
murttu. Her sadistin gölgelerin arasında sakladığı bir sadisti vardır. Onun kim
olduğunu öğrendiğinizde adını bir defa anmanız yeter.
“Defol!”
“Uğurlar olsun, Şimşek-yz.”
Haftalar önce beni zincirleyip döven polislerin yanından geçtim. Bana
dostça gülerek selam verdiler. Bu da kendince bayağı komikti.
Do'stlaringiz bilan baham: |