KIRK DOKUZUNCU
I driss hayatımın daimi bir olumlamaya dönüşeceğini söylemişti. Defalarca
tekrarlamıştı bunu. Ama benim rüyalarım bile olumlu değildi. Bir de mane
viyattan söz etmişti. Ne var ki maneviyat denince aklıma yalnızca doğa geli
yordu. Onun yatkınlık alanıyla aramda bir bağ kuramıyordum. Dünyanın
kıyısında, kendimi bir tek Karla’ya ait hissediyordum.
Adını duyduğum bütün dinleri araştırmıştım. Konuşamadığım dillerde du
alar öğrenmiş, beni birlikte ibadete davet eden hiçbir inananı kırmamıştım.
Ama benim bağım inandıkları dine ve ibadet tarzlarına değildi. Ben daima
insanlarla ve inançlarındaki saflıkla bağ kurdum. Tanrıları dışında hemen her
bakımdan benzediğimizi hissettim.
Idriss, Tanrı’dan bilimsel bir dilde söz ediyordu. Bilimden de, inancın di
linde. Khaderbhai’nin evren bilimi dersleri beni yalnızca iyi sorular sormaya
sevk ettiği için, Idriss’in yöntemi bana tuhaf ama mantıklı geliyordu. Idriss
bütün bilgeler gibi bir yolculuktu. Bu yolun her adımında bir şeyler öğrenmek
istiyordum ama eninde sonunda maneviyatım beni ormanlara sürüklüyordu.
Orada kuşların yollarını bulabilmesi için bütün konuşmalar kesiliyor ve ben
okyanuslarda, nehirlerde ve çöllerde kayboluyordum. Uyanılan her güzel gün,
yaşanan ve yazılan her gece içlerinde bir türlü silinmeyen o sorulardan oluşan
ufacık bir boşluk taşıyordu.
Duş alıp kahvemi içtim. Odamı topladım ve aşağı indim. Motoru binanın
altındaki sokağa bırakmıştım. Abdullah’la kahvaltı edecektik. Onu hem gör
mek istiyor, hem de bundan korkuyordum. Gözlerindeki dostluğun silinme
sinden korkuyordum.
Dolayısıyla, yolda Abdullah yerine, babası hayatının kumlarının par
maklarının arasından akmasını izlerken, bir kenar mahallede çile çeken Diva
Devnani’yi düşündüm. Ona giderken biraz Kerala çimi ve bir şişe Hindistan
cevizli rom almayı aklımın bir köşesine yazdım.
BOLUM
Motoru Saurabh adındaki restoranın karşı kaldırımına, Abdullah’ınkinin ya
nına park ettiğimde, kafamı korka korka kaldırdım. Ama benimkilerle buluşan
gözleri her zamanki kadar samimiydi. Bana sarıldı ve restoranda küçük bir masayla
duvarın arasındaki banka yan yana sıkıştık. Böylece ikimiz de kapıyı görebilecektik.
“Bahislere konu oldun,” dedi
masala
¿¿zıhlarımızı ve mango soslu hamur
tatlılarımızı yerken. “DaSilva bu ayı çıkaramayacağını iddia ediyor.”
“Diğer tahminleri alayım.”
“Başka tahmin yok tabii. DaSilva’yı bambu bir çubukla dövdüm ve bahis
ten çekildi.”
“Eline sağlık.”
“Önemli olan Sanjay’ın ne dediği. O da şimdilik yaşamanı istiyor.”
“Bir kedinin bir farenin yaşamasını istediği gibi mi?”
“Daha çok bir kaplanla bir fare gibi. Kedi olarak Akrepleri görüyor ve sen
den DaSilva’dan daha çok nefret ettiklerini düşünüyor.”
“Bu durumda hedef mi oluyorum, yoksa Sanjay’ın işine yarayan bir aldat
maca mı?”
“İkincisi. Şirket koruması olmadan fazla yaşamayacağını düşünüyor. Ama
işine yaradığın da doğru tabii.”
“Vay canına.”
“Hâlâ hayatta olman sinirlerini bozuyor o kadar.”
“Canı sağ olsun.”
“Aslına bakarsan, bence öldüğünde de gayet sinir bozucu olacaksın. Bu da
pek az insanda rastlanan bir özellik.”
“Teşekkürler.”
“Rica ederim.”
“Sanjay iş hayatım hakkında ne düşünüyor? Geleceğimi parlak görüyor mu
bari?”
“Bir iş kuracak kadar yaşamayacağın görüşünde.”
“O kadarını anladık. Ama diyelim bu ayı çıkardım, yoluma taş koyacak
mıymış?”
“Herkes gibi sana da çalışma izni vereceğini söyledi. Daha pahalıya tabii.”
“Bir de mafya babaları kalpsizdir derler. Pasaport yapabilecek miyim?”
“Sanjay senin o kadar.
“Yaşamayacağımı düşünüyor. Ama ya başarırsam?”
“Pasaport fabrikasına adımını atamayacaksın. Oradaki delikanlı Farzad,
Sanjay’la görüşmüş. Gizli gizli senden ders almak için izin istemiş. Ama
Sanjay... ”
“O kadar yaşayacağımı düşünmüyor. Yine de önlemini almıştır tabii.”
“Farzad’ın seninle bağlantıya geçmesini, hatta konuşmasını bile yasakladı.”
“Ya gerekli malzemeleri alıp evrak işine atılırsam?”
“Senin o kadar...”
“Abdullah,” dedim derin bir iç çekerek, “Sanjay’ın bu kışı çıkaramayacağı
mı düşünmesi umurumda bile değil, anlıyor musun? Bu konuda sadece kendi
fikrime saygı duyarım. Sanjay’ı gördüğünde söyle, lütfen. Bir gün kendisinin
bile iyi bir pasaport için bana ihtiyacı olabilir. Yoluma taş koymayacaksa sah
teciliğe devam edeceğim. O işte usta olduğumu dünya âlem biliyor. Cevabını
bana daha sonra iletirsin, tamam mı?”
“
Jarur
, kardeş.”
Bana yeniden kardeş dediğini duymak güzeldi. Ama Şirket’ten ayrılmamla
ilgili gerçek duygularını hâlâ bilmiyordum. Ya da belki Sanjay’la ilgili hisleri
yüzünden benim gibi bir hain olma yolunda hızla ilerliyordu.
“Didier’nin işlerini mi devralacaksın?” diye sordu.
“Hepsini değil. Uyuşturucu işi yapmak istemiyorum. İsterse Şirket devam
ettirir. Amir bütün bağlantılarla tekrar temasa geçer. Eskort işi de bana göre
değil. Güney Bombay’ın bütün fuhuş sektörünü alabilirler. Borçları silip hep
siyle ilişkimi kestim. Şimdilik serbest takılıyorlar. Ama Şirket er geç onlarla
pazarlığa oturacaktır.”
“Bugün gece yarısından önce biter o iş,” dedi. “Uyuşturucu ve kızlar yok,
anladım. O hâlde tam olarak ne yapacaksın?”
“Didier’nin bütün bahisçileri bende. Flora Çeşmesi’nden Colaba pazarı
na kadar yaklaşık on beş tane kara para aklayıcısıyla aylık bazda iş yapaca
ğız. Ayrıca saat ve elektronik eşya konusunda uzmanlaşmayı düşünüyorum.
Sokaktan mal toplayanlar herkesten önce bana gelecek.”
“Saat mi?” dedi kaşlarını çatarak.
“Koleksiyon saat işinde büyük para var.”
“İyi de, altı üstü saat be adam.” Birden öfkelenmişti. “Sen Khaderbhai’nin
askerisin.”
“Ben asker değilim, Abdullah. Bir gangsterim. Senin gibi.”
“Ama seni oğlu sayardı. Şimdi karşıma geçmiş, saat alıp satacağım diyorsun.”
“Tamam,” dedim işi şakaya vurmaya çalışarak. “Gel, motorlarımıza atlayıp
Nariman Point’e gidelim. Kıyıda sırt sırta verelim ve saat işini sana öyle anla
tayım. Olur mu?”
Tek kelime etmeden masadan kalktı ve dışarı çıkıp motoruna bindi.
Abdullah güney Bombay’daki hiçbir restoranda hesap ödemezdi. Hiçbir gang
ster ödemezdi. Yediklerimizin parasını ben verdim. Garsonlara bahşiş bıraktım
ve Abdullah’ın yanına gittim.
“Biraz dolaşalım,” dedi.
Bombay Üniversitesi’nin oraya motorlarımızı bıraktık. Kemerlerin ve ka
meriyelerin altından geçtik. Kampüsün arkasındaki Azad Maiden denen oyun
sahalarına girdik. Sahaların etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi ve tek girişi
üniversitenin bahçesindeki çimenliğin az ilerisindeydi. Güneşin yoğun ışığın
da, geniş düzlük hayali su birikintileriyle dolmuştu.
Abdullah’la yan yana demir kapıdan geçtik.
Hapiste, diğer mahkûmlarla attığımız voltaları hatırladım.
“Bazı söylentiler duydum,” dedim. “Ne kadar kötü? Akreplerin
malikânesinde yangın çıkmış diyorlar.”
Dudaklarını büzdü. Ona Colaba’daki kavgayı ve Vishnu’nun evinde bir
hemşirenin ölümüne sebep olan yangını sormamı bekliyordu zaten. O hem
şirenin neden evde olduğunu ben biliyordum. Ya Abdullah’la diğerleri? Onlar
da evde sivillerin olduğundan haberdar mıydı? Vishnu’nun kapısını çaldığımda
ben de bilmiyordum. Sonrasında da, bu meseleden ne Abdullah’a ne de başka
birine söz etmiştim.
Burnundan derin bir nefes üfledi. Dudaklarını birbirine bastırıp kaşlarını çattı.
“Sana hâlâ aileden biriymişsin gibi güveneceğim, Lin. Bunun yasak olduğu
nu biliyorum ama içimden gelen sesi dinleyeceğim.”
“Abdullah. Beni bilirsin. Olaylara geniş bir çerçeveden bakmayı severim.
Detayları istemiyorum. Benim için yeminini de bozma. Bilirim yaparsın ama
gerek yok. Kim kimi vuruyor onu söyle yeter.”
“Bu iş Farid’in başının altından çıktı. Ben yapmayın dedim. Yangında ma
sumlar da ölebilir. Ben düşmanlarımı onlarla yüz yüzeyken öldürmeyi yeğle
rim. Ama Sanjay evi kundaklama teklifini kabul etti. Sonra bütün organizas
yonu Farid yaptı. Akrepler kaçtı ama orada olmaması gereken bir kadın öldü.”
“Farid şimdi nerede?”
“Hâlâ burada. Sanjay’ın yanında. Şehirden ayrılmayı reddediyor. Bana so
rarsan hemen gitmeli.”
“Ortalık fena karışacak.”
“Bildiğin bir şey mi var?”
“Sadece bir tahmin. Bunu öngörmek o kadar zor değil. Akreplerin intika
mı acı olacak. Vishnu denen adamla tanıştım. Hafife alınacak biri değil. Zeki
bir tip. Politik bağlantıları sağlam. Hiç ummadığınız bir yerden vurabilir sizi.
Kendinize güvenip tedbiri elden bırakmayın. Büyük hata edersiniz.”
“Şu Vishnu... Neyin peşinde biliyor musun? Asıl derdi ne?”
“Aslında bir noktaya kadar ortak bir amaç güdüyorsunuz. O da senin gibi,
Sanjay’ın ölmesini istiyor. Ama onunla birlikte bütün Şirketi yok edecek.
Bunun dışında, Pakistan’la ilgili bir olayı var.”
“Pakistan mı?”
“Evet. Komşu ülke. Canayakın insanlar, güzel bir lisan, süper müzikler ve
gizli servis.”
Abdullah kaşlarını çattı. “Bu hiç iyi olmadı. Sanjay, Pakistan’da bir sürü
dost edindi. Afgan muhafızları da o insanlar yolladı.”
Konuşurken bir yandan da yürüyorduk. Genç bir çift çimenlerin üzerine
serdikleri örtüde kitap okuyordu. Etrafları sabah güneşinde solucan arayan kar
galarla çevriliydi.
Abdullah önlerinden geçip gidiyordu ki, onu durdurdum.
“Bekle bir dakika,” dedim.
Vinson’la Rannveig bizi gülümseyerek karşıladı. Abdullah’ı tanıştırdım
ve örtüdeki kitaplardan birini aldım. Joseph Campbell’ın
Do'stlaringiz bilan baham: |