Ambrosta de Ahmed
i.
Rahatlamıştım doğrusu. Kendimi daha sakin ve ferahlamış hissediyordum.
Tam Ahmed’in losyonundan biraz daha sürünüyordum ki, Danda bana küfre
derek içeri daldı.
Danda ve buram buram tıraş losyonlu kokan bendeniz. Pek hoş bir buluş
ma değildi doğrusu.
Tiradını bitirmesine izin vermedim. Bana
orospu çocuğu
demesi ya da başka
bir hakeret etmesi umurumda değildi. Ne istediği ve neden istediği de öyle.
Gömleğine yapışıp kolonyalı avucumu kırmızı kulağına indirdim. Tokatlarıma
aralıksız devam edince kaçmak zorunda kaldı. Ama benim de bütün sakinliği
mi alıp götürdü.
Kapıdan Ahmed’e el salladım.
“Allah’a emanet ol, Ahmedbhai.”
“Dur!” dedi yanıma koşturarak.
Kolsuz kot yeleğimin yakasını düzeltti.
“Şimdi oldu.”
Kapıdan çıkar çıkmaz, ikizler demin özenle düzeltilen yakama yapıştı.
“Şükürler olsun,” dedi kollarıma yığılarak. “Her yerde seni aradım.
Bakmadığım yer kalmadı.”
“Burada olduğumu kim söyledi?”
İkizler bunun profesyonel bir soru olduğunu biliyordu.
“First Pasta Sokağı’ndaki bir muhabbet tellalı. Seni izliyormuş. Son gün
lerde hırçınlaştığını duymuş. Bir, haydi bilemedin iki güne bir kız istersin diye
düşünmüş.”
“İyiyim ben,” dedim. “Tedavi oldum.”
“Senin adına sevindim, dostum,” dedi gergin bir sesle.
“Senin neyin var?”
“Akrep,” dedi çabucak. “Keçileri kaçırdı. Yardımın gerek.”
“Sakin ol. Akrep keçilerini çoktan kaçırdı zaten.”
“Yok, öyle değil. Bildiğin
Alacakaranlık Kuşağı.
Görsen, korkudan altına
edersin.”
“Gel. Böyle ulu orta konuşmayalım.”
Madras Kafe’ye oturduk ve birer
idli sambar
söyledik. Arkasından da ikişer
bardak siyah çay içtik, ikizler sokak çocuğuydu. Kankası milyoner olsa da önce
yer, sonra konuşurdu.
İkizler çili biberi ve Hindistan cevizinin keskin tadını koyu çayıyla dama
ğından silerken, bana hikâyesini anlattı. Hindistan’daki pekçok hikâye gibi
azizlerle başlıyordu.
Önceki gün, haşhaş sevdalısı, mahalli bir azizin onuruna bir anma töreni
düzenlenmişti. Sokaklar din adamlarıyla dolmuştu. Polis ilk kez kimseyi esrar
içmekten tutuklayamamıştı çünkü bunu yapanların çoğu din adamıydı.
Zodyak George’lara daha uygun bir festival olamazdı. Dolayısıyla İkizler
kadim dostunu Mahesh’teki kartal yuvasından çıkarmak için onu bahane et
mişti. Hem bu vesileyle biraz temiz hava alırız demişti. İkizlerin dediğine göre,
önce her şey normaldi. Akrep yine kendini bulmuştu sanki. Ayaklarını sürüye
sürüye yürüyor, hatta ara sıra konuşuyordu. Otelden kiraladığı dört güvenlik-
çiye eskiden dolandığı sokakları gösteriyor ve İkizlerle birlikte orada yaşadığı
anıları anlatıyordu.
Sonra bir köşeyi döndüklerinde, bir sadhu, yani bir din adamı kesmişti
yollarını. Ellerini kaldırmıştı. Birinde düğümlü bir şey vardı, diğerinde kutsal
kırmızı leke.
“Eee?” diye sordum.
“Ona
namaste,
dedim.
Takasa var misini Al sana biraz Manali. Sende ne
var?'
“Sizinle ot mu içti?”
“Hayır. Adamcağız tam cevap verecekti ki, Akrep yürüdü gitti. Ama sadhu
durdurdu onu.”
“Derdi neymiş?”
“Bin dolar istedi.”
“Ne?”
“Bin dolar.”
“Akrep ne dedi?”
“Manyak mısın dedi.”
“Cebinde bin dolar mı vardı?”
“Sadhu da tam olarak bunu sordu. Cebinde bin dolar var mı dedi.”
“Var mıydı?”
“Meğer üzerinde yirmi beş bin dolar varmış, Lin. Bana gösterdi. Dört gü-
venlikçiyi ondan peşimize takmış.”
“Sonra?”
“Akrep’i bilirsin. Birden sinirleri boşaldı. Hiç tanımadığım birine neden
bin dolar vereyim diye bağırdı. Ama beni rahat bırakman için sana bir yüzlük
vereceğim dedi.”
“Biraz kaba olmuş. Guru ne dedi?”
“Akrep’in söylediklerini sakin karşıladı. Bana bin dolar verseydin, yokluğu
nu bile fark etmezdin dedi.”
“Akrep ne cevap verdi?”
“Olay bu değil, dedi.”
“Sonra?”
“Sadhu senin zayıflığın açgözlülüğün dedi. Sırf bu aydınlatma bile bin do
lara değer dedi. Bu sözleri hayatım boyunca unutmayacağım, Lin.”
“Haksız sayılmaz,” dedim.
“Öyle.” Kapıya doğru baktı. “Sonra ne yaptı biliyor musun? Güldü. O gü
lüşü de hiç unutmayacağım. Yüzü o kadar ifadesizdi ki. Ama yine de gülüyordu
işte. Sırf o gülüş bile Akrep’i zıvanadan çıkarmış olabilir.”
“Sonra?” dedim yine.
“Bizimki adamı itip yürümek istedi. Bir süre itiştiler. Güvenlikçiler ayrılın
diye bağırdı. Sonra sadhu yere düştü ve kafasını kaldırımın kenarına çarptı.
Alnının derisi sıyrıldı. Güvenlikçiler onu yerden kaldırmak için koştu. Ben de
mendilimi verdim ve otelin doktorunu çağırmalarını söyledim.”
İkizler birden sustu ve yine sokağa baktı. Ufak tefek dalaverelerle hayatını
sürdürdüğü ve belki de daha mutlu olduğu kargaşaya.
“Hele şunu bir anlat,” dedim. “Sonra gidip sigara alırız, olur mu? Sen bu
sokakları iyi bilirsin. Şu kapıdan çıktığın saniyede ortadan kaybolursun. Onun
için lafı dolaştırma da sadede gel.”
“Dolandırma değil miydi, kardeşim?”
“İkizler!”
“Tamam. Sadhu, Akrep’e küfretti.”
Nedense birden titremeye başlamıştı.
“Eee?”
“Bu kadar.”
Bizim için işleri zorlaştıran sevdiklerimize gösterdiğimiz sabır şu dünya üze
rindeki en saf duygulardan biridir. Ben de sabırla gülümsedim İkizlere.
“Tam olarak ne söyledi, İkizler?”
“Açgözlülüğün, katilin olacak dedi. Bu andan itibaren parasının ona yalnız
ca kan ve ölüm getireceğini söyledi.”
“Ya sonra?”
“Güvenlikçiler onu Akrep’in elinden zor aldı.”
“Akrep ne yaptı?”
“Kaçtı. Sonra onu otelde buldum.”
“Adama ne oldu?”
“Benimle otele gelmesini teklif ettim ama kaçmamı söyledi. Arkadaşlarım
gelecek, beni böyle görürlerse sizi paralarlar dedi. Ben de kaçtım. Din adamları
ne kadar tehlikelidir bilirsin.”
“Şimdi Akrep lanetlendiğini mi düşünüyor?”
“Bir nevi öyle oldu zaten. Otel çalışanları lanetli diye bizim kata uğramıyor.”
“Eee, hizmetinize kim bakıyor?”
“Akrep otel yönetimiyle konuşup yeni birilerini tuttu. Bugün işbaşı yaptı
lar. Galiba Litvanyalılar. Konuştuklarından tek kelime anlamıyorum ama kafa
tiplere benziyorlar. Akrep kendine Rus fedailer de tuttu. İngilizce konuşuyorlar
ama onları da anlamıyorum. Akrep kendini dairesine kapadı. Bu sefer gerçek
ten kapadı ama. Dışarı adımını atmıyor.”
“Oyunu bir süreliğine paydos edin,” dedim. “Didier’yle de konuşurum. Şu
sadhu’yu bulup laneti kaldırtalım bakalım.”
Adam muhtemelen meteliksizin tekiydi. Onu bulup ona saygısızca mua
mele eden densizi bağışlaması ve laneti kaldırması karşılığında ufak bir hediye
önerebilirdik.
Benim bildiğim sadhu’lar bunu hiç düşünmeden kabul ederdi. Fikrim işe
yarayabilirdi. O zaman bunun, masum ve sevgi dolu dostum İkizleri yasak
nehirlere sürükleyeceğini bilemezdim.
“Bravo, Lin. Sen bir dâhisin. Şu lanet meselesi Akrep’i darmadağın etti.
Sen yabancı değilsin. Kutsal bir kişinin şimşeklerini üzerime çekmek benim de
hoşuma gitmez doğrusu. Hem o gün ben de ilahi radyasyon sahasındaydım.
Lanetin kalkması hepimize bir oh çektirir.”
“Naveen Adair’den yardım isteyebiliriz. Kayıpları bulmada üzerine yok,”
diye önerdim tutamadığım çenemle. “Bürosu Amritsar’da. Benim yan odada.”
“Dur, ben bir etrafa sorayım da, adamı bulamazsak Naveen’e başvururuz.
Yaşasın. Akrep’i iyi edeceğiz.”
“Hadi bakalım. Seni otele bırakayım mı?”
Kafenin açık kapısından bütün kuralları çiğneyerek kaldırıma bıraktığım
motoruma baktı.
“Sağ ol,” dedi gülümseyerek. “Motorlarla başım hoş değil. Ben bir taksi
tutarım. Seninle konuşmak öyle iyi geldi ki.”
Güneyin bulvarlarında dolaşırken, lacivet bir takım elbiseyle karşılarına
çıkan kaderin verdiği paralarla bir mutsuzluk batağına düşen dostlarımı dü
şündüm.
Akrep gibi, ben de Bombay’da kalmak zorunda değildim aslında. Pasaport
kaçakçılığı sayesinde Afrika’nın bazı bölgelerini avucumun içi gibi biliyordum.
Lagos ve Kinshasa’da bağlantılarım vardı. İyi bir sahteci her zaman işlerine ya
rardı.
Singapur’da da dostlarım vardı. Bir Hindi-Çin döviz işinin beyaz yüzü ol
mamı teklif etmişlerdi. Parası iyiydi. Şehir güvenliydi. Kurallara uyduğunuz
sürece kimse size karışmazdı.
Başka bir yerde yaşamayı sık sık düşünürdüm. Ama sonunda bütün seçe
neklere bir kulp takardım. Beni bırakmayan bu şehir mi, yoksa sevdiğim kadın
mıydı, karar veremezdim.
Amritsar’a gittiğimde yüzümden düşen bin parçaydı. Kuşlarım Karla’nın
bir saat önce galeriden çıktığını fısıldamıştı. Onu otelde bulacağımı umuyor
dum. Hatta ona bir barışma hediyem bile vardı.
Bir caz orkestrasında çalan birkaç arkadaşım Colaba Back Körfezde akustik
entrümanlarla doğaçlama bir konser verecekti. Gerçekten de olağanüstü bir
deneyim olacağını umuyordum.
“Şimdi çıktı,” dedi Didier masasından kafasını kaldırarak. “Daha birkaç
dakika önce buradaydı. Ama yalnız değildi. Taj’laydı.”
“Taj da kim?”
“Sırık boylu bir heykeltıraş. Uzun, siyah saçları var. Yakışıklı sayılır. Bu ay
Jehangir’in girişinde duran Enkidu’yu o yapmış.”
Taj’ı hatırlamıştım. “Sanat camiasından hiç kurtulamayacak mıyız?” diye
homurdandım.
“Ben de demin kendime aynısını sordum. Ressamlar ve müzisyenler neden
bu kadar çekici?”
“Bilmem. Ressamlar insanları soyduğu ve müzisyenler de boşalttığı için ola
bilir mi acaba?”
“Ukala dümbelekleri,” diye tısladı Didier.
“Karla ne zaman döneceğini söyledi mi?”
“Ne?”
“Şey işte.”
“Bu kadar gevelediğine göre bir durum var. Hayrola?”
“İki güne dönerim dedi. Bana sorarsan gayet ciddiydi. Tabancasını da aldı.
Bir de o uzun boylu heykeltıraşı. İkisini de aldı gitti.”
Bir süre konuşmadım. Ama dişlerimi gıcırdatıyor ya da parmaklarımı çıtla
tıyordum herhâlde ki, Didier kalkıp boynuma sarıldı.
“Ne olursa olsun, en azından alkol denen bir şey var,” dedi omuzlarımı sı
karak. “Gel, bu gece kafaları çekelim. Baş başa olmayı mı tercih edersin, yoksa
dışarı mı çıkalım?”
“Yürü, gidiyoruz,” dedim.
“Nereye, dostum?”
“Raghav’ın caz orkestrası Aum Azaan’ı dinlemeye. Bu gece Back Körfez’de
çalacaklar. Karla’ya söyleyecektim ama senin kısmetinmiş.”
“Ha şöyle. Nihayet benim kafaya geldin,” diye şakıdı. “Ama alınmazsan,
ben bir taksi çağıracağım.”
dikilirken gördüm. Elinde uzun, tırtıklı bir bıçak vardı. Avazı çıktığı kadar
bağırıyordu.
Kenara çekip yanına gittim. Etrafımızda bir kalabalık toplanmaya başlamış
tı ama insanlar güvenli bir mesafede durmaya özen gösteriyordu. Şimdilik polis
ya onu görmemişti ya da görüp kendi hâline bırakmışlardı.
“Amca, nasılsın?” dedim.
“O korkak var ya, o korkak!” diye bağırdı. “Oğluma tekme attı. Farzad
hastanede şimdi. Beyin kanaması geçirdi. Çık ulan! Erkeksen çık karşıma!
Kozlarımızı paylaşalım! Duyuyor musun, Dilip?”
“Dur yahu. Ne yapıyorsun? Sakinleş biraz.”
Polisle savaşamazsın. Yeterince cephanen varsa birkaç polisi haklayabilirsin
belki ama sizi temizleyene kadar üzerinize gelmeye devam ederler. Bir polis
teşkilatın olması böyle bir şeydir. Yenilmez bir gücü kabul edersin.
Emniyet teşkilatı hizmet ettiği şehirle sözsüz bir anlaşma yapar. Onlar her
gün canlarını ortaya koyar ama tıpkı suçlular gibi, kendilerine yapılan doğ
rudan bir saldırıyı kaldıramazlar. Bu değişmez bir kuraldır. Son tokadı polis
mutlaka atar.
Arshan’ı usulca yolun ortasından çektim ve caddenin karşısındaki kaldırı
ma götürdüm. Bıçağı elinden alıp sokak çocuklarından birine verdim.
Köşede bir taksi bekliyordu. Arshan’ı ona bindirip şoföre beklemesini söyle
dim. Motorumu güvenli bir yere çekip başına bir çocuk diktim. Döndüğümde
Arshan katıla katıla ağlıyordu.
Şoförün yanma oturup Cuffe Parade’deki üç cepheli evi tarif ettim. Arshan
arka koltuğa uzanmış ve eliyle yüzünü kapamıştı. Taksi haraket ettiğinde ka
rakolun kemerli girişinde Şimşek Dilip’i gördüm. Yumruklarını kalçalarına
dayamıştı.
Arshan yarı yolda taksiyi durdurdu ve benimle yalnız konuşmak istediğini
söyledi. Akreplerle kavga ettikten sonra Concannon la oturduğumuz çaycıya ya
kındık. İki ağacın arasına gerilen mavi muşambanın altında karşılıklı oturduk.
Arshan çayını bir dikişte yarıladı.
“Farzad’a ne oldu anlat,” dedim.
“Durmadan başı ağrıyordu. O kadar çaresizdim ki, bir gün Dilip’e meydan
okumaya geldim ama sen beni eve götürdün. Sonra Farzad’ın baş ağrıları sık
laştı. Oğlum, ihmale gelmez, dedik. Doktora gitmeye ikna ettik. Bir bakmışlar
beyninde kocaman bir kan pıhtısı var. Kafaya alınan darbelerden olurmuş. O
aşağılık herif oğlumun kafasına tekme attı.”
“Çok üzüldüm,” dedim.
“Farzad kontrol sırasında bayılmış. Onu hemen yoğun bakıma kaldırmış
lar. O günden beri de orada. Yetmiş iki saattir hiçbir tepki vermiyor.”
“Nasıl? Yani...”
“Evet, komada, Lin.”
“Fiangi hastanede?”
“Bhatia.”
“Orası iyidir. Görürsün, Farzad’ı er geç ayağa kaldırırlar.”
“Ölecek,” dedi Arshan.
“Hayır. Senin için yaşayacak. Ama Şimşek seni öldürürse oğlunun bu ha
yatta hiçbir dayanağı kalmaz. Söz ver, Arshan. Bir daha delilik etmeyeceksin.”
“Olmaz. Yapamam.”
“Bal gibi yaparsın. Sana inanan ve güvenen insanları yarı yolda bıraka
mazsın.”
“Anlamıyorsun,” dedi. “Onu buldum.”
“Neyi?”
“Hâzineyi buldum.”
Bir yerlerden zil sesi geldi. Mahalledeki küçük bir tapınakta dua edenler
ellerindeki minik zilleri çalıyordu.
“Hâzineyi buldun mu?” diye sordum hayretle.
“Evet.”
“Ne zaman?”
Ayaklarım seyre dalmıştı. Boş çay bardağı parmaklarının arasından kaydı.
Atılıp bardağı havada yakaladım ve yere koydum.
“İki hafta önce.”
“Böyle bir zamanda moral olmuştur,” dedim. “Evdekiler nasıl heyecanlandı
kim bilir?”
“Onlara söylemedim ki. Bir şeyden haberleri yok.”
“Neden?”
“Önceleri bugünleri mumla ararız diye sustum.” Kendi kendine konuşur
gibi dalgınca fısıldıyordu. “Hâzineyi ararken o kadar mutluyduk ki. Ama para
nın bizi değiştireceğini biliyordum. İstemesek de önüne geçemeyecektik. Ben
de sesimi çıkarmadım.”
Anılara dalarak sessizliğe gömüldü.
“Şimdi neden susuyorsun?”
“Farzad hastalanıp yataklara düşünce bunun bir ceza olduğunu anladım.
Aslında açgözlülüğümden söylememiştim onlara. Böyle bir sırrım olması hoşu
ma gitmişti. Kısa bir zaman için bile olsa hazine sadece benimdi.”
“Kendini suçlama. İnsan doğası bu. Ama kabahatinin telafisi var.”
“Anlamıyorsun. O polis, Farzad’ı tekmelediğinde şikâyetçi olmadım çünkü
hazine daha önemliydi. Yolumuza taş koymalarından korktum. Öz evladımı
bir hâzineye kurban ettim.”
“Arshan, yapma. Farzad’ın kafasına tekme atan sen değildin. Hem Şimşek
Dilip birkaç kere benim de kafamı tekmeledi ama kan pıhtısı filan olmadı.
Kötü zamanlama ve kötü şans diyelim. Herkesin başına gelebilirdi.”
“Bencil herifin tekiyim.”
“Tamam. Cömertliğini göster o hâlde. Oğluna dünyanın en iyi doktorları
nı getir. Artık paran var. Bunu yapabilirsin.”
“İşe yarar mı dersin?”
“Orasını bilemem. Ama sonuna kadar savaşmak zorundasın. Diğerleri hâ
zineyi bulduğunu mutlaka öğrenmeli. Bunu onlardan sakladığın her gün sana
güvenleri biraz daha kırılacak. Bu gece, Arshan. Daha fazla uzatma. Söyle on
lara.”
“Haklısın,” dedi sırtını dikleştirerek. “Söyleyeceğim.”
“Ama önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Hâzineden pay istemiyorum.
Lafını bile etmeyin. Anlaştık mı?”
“Neden?”
“Çünkü o paraya ihtiyacım yok. Bir daha da konusu bile açılsın istemiyo
rum. Tamam?”
“Ne acayip adamsın. Ama seviyorum seni.”
Onu evinin kapısına kadar götürdüm. Kapının diğer tarafından Anahita’nın
sesi geliyordu.
“Farzad’ın duası için yedi somun ekmek pişirdim!” diye bağırdı daha kapıyı
açmadan. “Ama kocam olacak adam evinin yolunu bilmiyor ki.”
DAĞ GÖLGESİ ■ 525
Sonra kapıyı açıp Arshan’ın yüzünü gördü ve bir çığlık atıp boynuna sarıldı.
“Neyin var, canım? Kötü bir şey mi oldu, aşkım?”
“Size anlatacaklarım var,” dedi Arshan kırmızı perdeyi aralarken. “Çağır
herkesi, gelsinler.”
“Tabii şekerim. Olur, çağırırım. Gel, yaslan bana. Önce seni bir iskemleye
oturtalım.”
“Ekmekler için özür dilerim,” diye mırıldandı Arshan.
“Aman boş ver, şekerim.”
Usulca dışarı çıktım. Neyse ki kimse fark etmedi.
Taksi manevra yaparken evden gelen sevinç çığlıklarını duydum.
Motorumun yanına döndüğümde, onu emanet ettiğim çocuğa para ver
dim. Ama paramı geri verdiği yetmezmiş gibi, bir de üzerine birkaç bozukluk
ekledi.
Motorumun üzerinde iş tutmuştu anlaşılan ve şimdi kazandığı parayı be
nimle paylaşıyordu. Oğlan belirli bir bölgede çalışmıyordu. Elindeki malı baş
kalarının motorlarında ya da arabalarında satıyordu. Benim motorda oturur
ken de kârlı bir satış yapmıştı. Ben Sanjay Şirketi’nin adamıyken motorumu
kirli emellerine alet etmeye asla cesaret edemezdi.
Gömleğinin yakasına yapıştım ve parayı cebine geri koydum.
“Bu ne cüret, Sid? Motorumu nasıl kullanırsın?”
“Ya ne yapaydım, Linbaba? Bu ara sokaklar karışık. Afganlar Mohammed
Ali Yolunda. Akrepler yataklarının altında saklanıyor. Nerede satış yapacağım
ben?”
“Özür dile.”
“Özür dilerim, Linbaba.”
“Benden değil, motorumdan. Ona göz kulak olacaktın. Görevini yap
madın.”
Ellerini göğsünde kavuşturarak motora doğru eğildi. Ne kadar hızlı ve kay
pak bir tip olduğunu biliyordum. Kaçarsa ona koşarak yetişmem mümkün
değildi. Ancak motorla yakalayabilirdim.
Birbirine bastırdığı ellerini bu kez alnına götürdü.
“Özür dilerim, motosiklet-^'/. Bir dahaki sefere sana hak ettiğin saygıyı gös
tereceğim.”
Onu okşamak için elini uzattı ama izin vermedim.
“Yeter. Bir daha böyle bir işe kalkıştığını görmeyeyim.”
Do'stlaringiz bilan baham: |