Khaderbhai’yle o kadarfelsefe sohbeti yaptık,
sizin adınızı bile anmadı
, demek geçti.
“Söyle, Lin,” dedi gülümseyerek, “aradığın, aydınlanma mı?”
“Onu kim kaybetmiş ki ben bulayım?” dedim.
Aslında yaptığım kabalık sayılmazdı ama meşhur öğretmenin saygınlığına
da yeterince hürmet etmemiştim. Silvano öfkeyle tıslayarak tüfeğine yapıştı.
“İzin ver, usta. Bir güzel aydınlatayım şunu,” dedi nefret kokan bir sesle.
“İndir tüfeğini, Romeo,” dedim. “Yoksa ilk kim aydınlanacak görürsün.”
Silvano atletik bir tipti. Kaslıydı ama hantallık bir yana, kedi gibi zarifti.
Biçimli yüz hatları, geniş omuzları ve ela gözleriyle bir din adamının fedai-
sinden çok İtalyan bir modele ya da film yıldızına benziyordu. Benden neden
hoşlanmadığını bilmiyordum. Belki de yüzümdeki yara izleriydi onu kışkırtan.
Kendini kanıtlama çabasına girmişti. Ama nedenlerin ve niçinlerin benim için
bir önemi yoktu. Khaled’e ve kadere o kadar öfkeliydim ki, hırsımı çıkarmaya
yer arıyordum.
Silvano doğruldu. Ben de kalktım. Ama Idriss sağ elini hafifçe salladığında
Silvano oturdu. Ben de onu taklit ettim.
“Silvano’yu bağışla, lütfen,” dedi Idriss. “Sadakati onun sevgisini gösterme
biçimi. Eğer yanılmıyorsam, aynısı senin için de geçerli.”
Sadakat. Lisayla birbirimize âşık olmanın yolunu bulamamıştık. Ben başka
biriyle evli olan Karla’ya âşıktım. Sanjay Şirketi kardeşliğinden istifa etmiştim
ve aynı gün bir dostumla Sanjay’ı öldürme muhabbeti yapıyordum. Sadakat,
yeterince sevmedikleriniz için gereklidir. Yeterince sevdiğinizde sadakatinizi
sorgulamazsınız bile.
Herkes bana bakıyordu.
“Özür dilerim, Silvano,” dedim. “Zor bir yıl geçirdim de.”
“Güzel,” dedi Idriss. “İkinizin arkadaş olmanızı istiyorum. Gelin. Karşımda
durun ve el sıkışın. Aydınlanma yolunda kötü hislerin bizi zehirlemesine izin
vermeyelim.”
Silvano çenesini sıktı. Bu işten hiç hoşlanmamıştı belli ki. Yine de ayağa
kalktı ve Idriss’e doğru bir adım attı. Sol eli tüfeğindeydi.
Bir çocuk gibi ne yapacağımın söylenmesine verdiğim ters tepkiyle ye
rimden kıpırdamadım. Öğrenciler aralarında mırıldanmaya başlamıştı. Idriss
bana baktı. Kendini tutmasa gülecek gibi bir hâli vardı. Kahverengi gözleri
Khaled’in tavan arasındaki mücevherlerden bile daha parlaktı.
Silvano öfke ve aşağılanmışlık hissiyle kıvranıyordu. Dudaklarını birbirine
bastırmaktan ağzının kenarında beyaz çizgiler belirmişti.
O an dünya umurumda değildi. Bunu İtalyan başlatmıştı. Idriss’ten beni
aydınlatmak için izin istemesi, hadsizliğin dik âlâsıydı. Zaten dağdan kaçmaya
yer arıyordum. Yaşlı bilgeden, Abdullah’tan, Karladan, her şeyden.
Karla dirseğini kaburgalarıma geçirdi. Nihayet kalkıp Silvano’yla el sıkış
tım. Bunu bile bir güç gösterisine dönüştürdü.
Idriss’in, “Teşekkür ederim,” demesiyle nihayet ayrıldık. “Bu gerçekten ay
dınlatıcı oldu. Şimdi yerlerinize geçin ve başlayalım.”
Sandalyeme döndüm. Abdullah usulca başını salıyordu. Karla suratıma tü-
kürürcesine tısladı.
“Aptal!”
Kaşlarımı çatmaya çalıştım ama yapamadım. Haklıydı çünkü.
“Pekâlâ,” dedi Idriss gözleri parlayarak. “Ziyaretçimizin hatırı için bir kez
daha tekrarlayalım. Birinci kural?”
“Birinci kural, guru diye bir şey yok,” dedi öğrenciler hep bir ağızdan.
“İkinci kural?”
“İkinci kural, hepiniz kendinizin gurususunuz.”
“Üçüncü kural?”
“Üçüncü kural, zihninin özgürlüğünden asla vazgeçme.”
“Dördüncü kural?”
“Dördüncü kural, zihnini önyargısız bilgilerle besle.”
“Tamam, tamam,” dedi Idriss gülerek. “Bu kadar yeter. Ben şahsen kural
lardan pek hoşlanmam. Bir yerin kendisindense haritası gibi gelirler bana. Ama
bazı insanlar kuralları sever ve onlara ihtiyaç duyar. Onlar için de bu dördü
yeter. Beşinci kural ise kural yok olabilir belki.”
Herkes güldü ve oturdukları yerde daha bir gevşediler.
Idriss yetmişli yaşlardaydı. Bir bastonla yürümesine rağmen zayıf ama sağ
lıklı bedeni oldukça esnekti. Ara sıra ellerinden yardım almadan oturduğu yer
de kolayca bacaklarını altına topluyordu.
Kıvırcık, kır saçlarını kısacık kestirmişti. Bu da dikkati, bakışlarının derin
liğine, kanca burnunun haşmetine ve esmer, dolgun dudaklarına çekiyordu.
“Doğru hatırlıyorsam,” dedi, “Seninle son tartışmamız itaat üzerineydi,
Karla.”
“Evet, usta-yz.”
“Lütfen, Karla ve hepiniz. Burada araştıran ve merak eden tek bir akılız.
Ve dostlukta tek bir kalbiz. Bana Idriss deyin. Ben de size isimlerinizle hitap
edeyim. Şimdi söyle, Karla. Bu konuda ne düşünüyorsun?”
Karla bakışlarını saran yangınla baktı ona.
“Bunu gerçekten öğrenmek istiyor musun, Idriss?”
“Elbette.”
“Sahi mi?”
“Evet.”
“Pekâlâ. Bana hayran olun. Bana tapın. Bana itaat edin. Ben, ben, ben.
Tanrı’nın tek söylediği bu.”
Bazı öğrencilerden hayret nidaları yükseldi ama Idriss güldü.
“Karla’nın fikirlerine işte bunun için bu kadar değer veriyorum, sevgili ger
çek arayışçıları.”
Yine mırıltılar geldi.
Karla ayağa kalktı, yokuşun başına doğru yürüyüp bir sigara yaktı. Gözlerini
etraftaki tepelere ve vadilere dikti. Neden gittiğini biliyordum. Ona haklı oldu
ğunun söylenmesi hoşuna gitmemişti. Karla fikirlerinde yanılsa bile zeki ya da
komik olarak değerlendirilmek isterdi.
“Hayranlık teslimiyeti gerektirir,” dedi Idriss. “Bütün dinler, tıpkı bütün
krallıklar gibi sizden itaat etmenizi bekler. İnsanlığın başından beri var olan on
binlerce dinin yalnızca itaati dayatanları ayakta kalabilmiştir. Ve o itaat çürü
meye yüz tuttuğunda, ona dayanan sadakat de bir zamanlar dünyaya hükme
den Zeus’un, Apollo’nun ve Venüs’ün büyük dini gibi tarihe karışır.”
“Bize gururlu olmamızı ve boyun eğmememizi mi salık veriyorsun, Idriss?”
diye sordu bir öğrenci.
“Hayır. Tabii ki hayır,” dedi Idriss yumuşak bir sesle. “İyi ki bu hususa de
ğindin, Arjun. Benim söylediğimin gururla bir ilgisi yok. Ara sıra başınızı eğip
dizlerinizin üzerine çökmekten daha kazançlı hiçbir şey yoktur. Hiçbirimiz za
man zaman dizlerimizin üzerine çöküp her şeyi bilmediğimizi, evrenin merkezi
olmadığımızı ve sevinçlerimiz kadar utançlarımız da olduğunu kabul edemeye
cek kadar kibirli olmamalıyız. Sizce de öyle değil mi?”
“Evet, Idriss,” diye onayladı öğrencileri.
“Gelgeldim, bu dünyada hayatta kalmak için gurura da ihtiyacımız var.
Bakın, buraya dikkat. Kibir değil, gurur. Gururlu biri ben şu veya bundan daha
iyiyim demez. Gururlu biri evet, hata yaptım ve bunlardan ders alacağım, der.
İrademi kendimi geliştirmek için kullanacağım, der. Aslına bakarsanız, gurur
olmadan insanın kendini değiştirmesi ya da iyileştirmesi mümkün değildir.
Katılıyor musunuz?”
“Evet, Idriss.”
“Güzel. Ben diyorum ki, mütevazılıkla diz çökün. Hepimizin bir olduğu
nu bilerek diz çökün. Bu mücadelede birlikte olduğumuzu bilerek diz çökün.
Anlamak ve kendinizi bir yere ait hissetmek için. Ama kimseye körce itaat
etmeyin. Asla. Bu noktada eklemek istediğiniz bir husus var mı gençler?”
Öğrenciler birbirlerine baktı.
“Lin,” dedi Idriss. “Sen aramızda yenisin. Fikirlerini duymak isteriz.”
O sırada hapiste bizi döven gardiyanları düşünüyordum.
“Yeteri kadar itaat, insanların diğer insanlara istedikleri her şeyi yapmalarını
sağlar.”
“Bunu sevdim,” dedi Idriss.
Bir bilgenin iltifatı en tatlı şaraptan bile daha tatlıdır. Sıcaklığını iliklerime
kadar hissettim.
“İtaat vicdanın katilidir,” dedi Idriss usulca, “onun için, bugün varlıklarım
sürdüren bütün kurumlar onu talep eder.”
“Ama bir şeye itaat etmeliyiz muhakkak,” dedi Parsi bir öğrenci.
“Bulunduğun toprakların yasalarına uy, Zubin,” diye karşılık verdi Idriss.
“Saygın bir şekilde davranmanı engellemiyorlarsa tabii. Altın kurallara uy.
İnsanların sana değer vermesini istiyorsan önce sen onlara değer ver. Sana na
sıl davranmalarını istiyorsan onlara öyle davran. İçinden gelen ilhama, sevgiye
ve öğrenme aşkına kulak ver. Evrensel vicdan yasasına itaat et. Düşündüğün,
söylediğin ya da yaptığın her şeyin mutlaka bir etkisi olacağını unutma. Bu
etkiyi sadece kendin hissetsen bile. Bu sebeple, düşüncelerindeki, sözlerindeki
ve yapıp ettiklerindeki olumsuzluğu en aza indirge. Olumlu düşünmeye ve
davranmaya çalış. Bağışlama ve paylaşma içgüdüne itaat et. İnancına ve kalbi
ne. Çünkü kalbin sana asla yalan söylemez.”
Duraksayıp öğrencilerine baktı. Birçoğu söylediklerini not alıyordu.
Gülümseyip başını salladı ve başladı ağlamaya.
Abdullah’a baktım. Cidden ağlıyor mu? Abdullah başını salladı ve öğrenci
leri işaret etti. Onların da çoğu ağlıyordu. Birkaç dakika sonra, Idriss gözyaşları
içinde konuştu.
“Evrenin bu kısmının bu bilince ulaşması on dört milyar yıl sürdü. On dört
milyar yılda bu muhakemeyi yapabileceğimizi anladık. O on dört milyar yılı
bir kenara atamayız. Bu bilinci boşa harcamaya ve zedelemeye hakkımız yok.
Evrendeki en değerli ve güzel şeye teslim olmama gibi bir hakkımız yok. Her
birimiz çalışan, öğrenen, sorgulayan, dürüst, adil ve olumlu bireyler olmalıyız.
Ve en önemlisi, hepimizin ortak davası sevgi için, vicdanlarımızı özgürce bir-
leştirmeliyiz.”
Bu konuşmayı Idriss’ten ve biraz değiştirilmiş versiyonlarını öğrencilerin
den pek çok kere dinledim. Hepsi de hoşuma gitti. Idriss’in aklının çalışma bi
çimini seviyordum ama konuşmasından sonra söyledikleri bana onu bir insan
olarak da sevdirdi.
“Gelin, birbirimize bilmece soralım,” dedi. “Ben başlayayım. Sabahtan beri
bunu size sormak için sabırsızlanıyorum. Bir Zen Budisti neden buzdolabında
boş bir süt şişesi saklar? Kimsenin bir tahmini yok mu? Tamam. Siyah çay içen
konukları için.”
Idriss de, öğrenciler de güldü. Abdullah bile özgürce kahkaha atıyordu.
Yıllardır onu böyle görmemiştim. O kahkahayı kalbime kazıdım. Ve ciddi ar
kadaşımın bu yönünü gayretsizce ortaya çıkaran Idriss’i sevdim.
“Sıra bende,” dedi Arjun heyecanla ayağa fırlayarak.
-
Öğrenciler bir bir ayağa kalkıp bilmecelerini sordu. Usulca kalıp Karla’yı
bulmaya gittim.
Idriss’in dersine dair notlar alıyordu. Ama not defteri niyetine sol elini kul
lanıyordu.
Avucu parmaklarına ve tırnaklarına kadar uzanan uzun cümlelerle kaplıydı.
Kelimeler avucundan elinin yan tarafına doğru ilerliyor ve tıpkı bir Bombay
gelininin ellerindeki kınaları andırıyorlardı.
Hayatımda gördüğüm en seksi şeydi çünkü ben bir yazarım. Nihayet göz
lerimi ondan ayırıp ormana bakacak gücü kendimde buldum. Ağaçların üze
rinde bulutlar toplanmıştı.
“Demek bunun için benden bilmece istedin,” dedim.
Bakışlarını karşıya dikti. “Idriss’in olayı bu,” dedi. “Fanatikliğin en belirgin
göstergesi espri anlayışının olmamasıymış. Onun için bizi günde en az bir kere
güldürüyor.”
“Bilmecelerle hepinizi tav ediyor.”
“Idriss’in bizi kendine tav etmek gibi bir kaygısı yok, Lin. Onu bunun için
seviyorum.”
“Pekâlâ. Bana onun hakkında ne düşündüğünü söyle.”
“Ne önemi var?”
“Seninle ilgili her şey benim için önemli, Karla.”
Birbirimize baktık. Ne düşündüğünü anlayamadım ama onu öpmek isti
yordum.
“Ranjit’le konuşmuşsun,” dedi kaşlarını çatarak.
Onu öpmekle ilgili hayallerimden vazgeçtim.
“Kocan pek geveze.”
“Ne konuştunuz?”
“Sence Ranjit benimle ne konuşabilir?”
“Oyun oynama, Lin.”
Sesi yumuşaktı ama hâlâ kapana kısılan vahşi bir hayvanın çığlığını andırı
yordu. Sonra sakinleşti.
“Sana ne söyledi?”
“Dur, tahmin edeyim,” dedim. “Ranjit’le ikiniz insanları sinir etmekten
zevk alıyorsunuz. Bunu onun için yapıyorsunuz.”
Gülümsedi.
“Ranjit’le ortak noktalarımız var, evet. Ama yeterince değil.”
Ben de gülümsedim.
“Bak ne diyeceğim? Ranjit’in canı cehenneme, tamam mı?”
“Bir gün yanına dönmem gerekmeseydi, ben de öyle derdim belki.”
Gözleri şehrin üzerinde sürüklenen bulutlara kaydı. Ormanın bazı kısımla
rı yağmur almaya başlamıştı bile.
Genel olarak aklım karışıktı ama en çok da Karla’nın yanında öyle hissedi
yordum. Bana Ranjit’le aralarındaki özel bir şeyden mi söz ediyor, yoksa bizi
mi kastediyor, hiç anlayamıyordum. Ama eğer bahsettiği Ranjit’se, ne söylediği
umurumda değildi.
“Fırtına patlayacak,” dedim.
Hızla bana döndü.
“Benim yüzümden değil mi?”
“Efendim?”
Başını iki yana salladı. Yeşil gözleri gri gökyüzündeki tek parlak şeydi.
“Ranjit seninle benim hakkımda konuştu,” dedi ani bir kararlılıkla. “Benim
için endişeleniyor, biliyorum. Ama asıl onun yardıma ihtiyacı var. Tehlikede
olan o.”
Gözlerime bakarak düşüncelerimi okumaya çalıştı. Kocası için gerçekten
endişelendiğini anladığımda Concannon’ın yumruklarının bile bu kadar acıt
madığını düşündüm.
“Ne istiyorsun, Karla?”
Kaşlarını çattı. Bir an başını eğdi. Sonra yine bana baktı.
“Ona yardım etmeni,” dedi, “Birkaç ay daha sağ kalması gerek.”
“Birkaç ay mı?”
“Gönül yıllarca yaşasın ister ama birkaç ay şart.”
“Neden?”
Bir an yüzüme baktı. Belki de duygusal bir cevap aradı. Sonra vazgeçip güldü.
“İç huzurum için,” demekle yetindi.
“Ranjit çocuk değil, Karla. Bir sürü de parası var.”
“Ben ciddiyim, Lin.”
Gözlerimi yüzünde dolaştırdım ve hafifçe gülümsedim.
“Numaracının tekisin.”
“Neden?”
“Bu sabah söylediklerin, buraya benim için mi geldin filan, hepsi numaray
dı. Aslında Ranjit’e yardım etmemi istiyorsun.”
“Sana yalan söylediğimi mi düşünüyorsun?”
“Ranjit’in birkaç ay sağ kalmasını istemek, birkaç ay sonra ölmesine aldır-
mamakla aynı bence. Çok hoşsun.”
“Seni kullandığımı mı düşünüyorsun?”
“Ne ilk, ne son olurdu.”
“Ama ben...”
“Önemli değil, Karla. Ben seni seviyorum.”
Bir şeyler söylemek istedi, fakat parmağımı dudaklarına bastırdım.
“Ranjit’le ilgili ne yapabileceğime bakacağım.”
O sırada gök gürledi.
“Gitmem gerek,” dedim. “Fırtınadan önce şehirde olmak istiyorum. Lisa’ya
bakacağım.”
Bileğime yapıştı. Kelimelerle dolu eliyle.
“Ben de geleyim.”
Bir an tereddüt ettim.
“İzin ver,” dedi. “Seninle şehre döneyim.”
lamam.
Eşyalarımızı toplayıp herkesle vedalaştık.
Öğrenciler Karla’yı sevmişti. Onu herkes severdi. Onu anlamak istemedik
lerinde bile.
Idriss’le Silvano bizi geçirmeye geldi. Silvano’nun tüfeği hâlâ omuzundaydı.
“Aramızda geçenleri unutalım,” dedim elimi uzatarak.
Yere tükürdü.
Do'stlaringiz bilan baham: |