338 ■
Gregory David Roberts
Tayfa bana yeleğimi giydirdiğinde Mehmu, “Benimkini de al,” dedi.
Göz göze geldik. Denize düşersem yirmi kiloluk altınla tek bir can yeleği
nin yetmeyeceğini biliyordu tabii.
Tayfa bana ikinci yeleği verdi. Sonra elime küçük, metal bir cisim tutuştu
rup ilerlememi söyledi.
“Bu ne?” diye sordum Mehmu’ya.
“Bir çınçın.”
İki parça tenekeden yapılan bir oyuncaktı. Parçaları birbirine bastırdığında
çıngır çıngır ses çıkarıyordu. Denedim.
Çın-çınnn.
“Suda olduğun yerde kal,” dedi Mehmu. “Ötekilerden ayrılma.”
“Ötekiler mi?”
“Sandallar gemiye geri dönecek ve gemi etrafınızda turlamaya devam ede
cek. O sırada bu çınçınlarla iletişim kuracağız.”
“Nasıl yani?”
“Bir şey gördüğünde ya da duyduğunda bununla yerini bildirebilirsin.
Çoğu kaybetmemek için ağzında taşıyor bunları.”
Minik aleti dişlerinin arasına sıkıştırdı. Benimki pembe bir yusufçuk şek
lindeydi. Mehmu ağzında pembe bir yusufçukla bana bakıyor ve beni denize
yolluyordu.
“Bir filmde vardı,” dedi yusufçuğu bana vererek.
“En Uzun Savaş
mıydı?”
“En Uzun Gün''
“Tamam, o. Seyretmiş miydin?”
“Evet. Sen?”
“Hayır. Neden?”
“Bence bir bakmalısın. Her şey için teşekkürler, Mehmu. Gemilerden hoş-
lanmasam da, seninle yolculuk etmek güzeldi.”
“Bence de. Olur da, otuz yaşlarında, bir altmış beş boylarında, açık
mavi bir
hijab giyen, etine dolgun bir kadına rastlarsan sakın ona tabancayı gösterme.”
“Neden? Silahı ondan mı çaldın?”
“Sayılır.”
“Dostun muydu, düşmanın mı?”
“Fark eder mi?”
“Hem de nasıl.”
“İkisi de. Kendisi benim karım olur.”
“Karın mı?”
“Evet.”
“Onu seviyor musun?”
“Deli gibi.”
“Ona tabancayı gösterirsem ne olur ki?”
“Seni vurur. Olur böyle şeyler. Hem de sık sık. Beni bir kere vurdu. Karım
tam bir savaşçıdır.”
“Pekâlâ. Etine dolgun, otuzlu yaşlarda, bir altmış beş boylarında, mavi hi-
jablı. Doğru mu?”
“Evet. Aslında yoldaşlar arasındaki adı da bu.”
“Ne?”
“Mavi Hijab.”
“Adı Mavi Hijab mı?”
“Evet.”
“Bilgilendirdiğin için sağ ol.”
“Herkesi uyarırım. Benim karım tehlikeli kadındır. Ama onu ölümüne se
viyorum.”
“Anladım.”
“Unutma, kıyıya ulaşmak için tek bir kural var. Botta biri yerine göz dikerse
onu denize at.”
“Oluyor mu böyle şeyler?”
“Her zaman, yoldaş.”
“Hey, sen!” diye bağırdı ikinci kaptan bana.
Parmaklılara yaklaştım, ayağımı diğer tarafa aşırtıp halat merdivenden in
meye başladım.
Bu iş düşündüğümden daha zordu. Merdiven denizin üzerinden sağa sola
savruluyor, halatların kıymıkları avuçlarıma batıyordu. Sonra hiç beklemedi
ğim bir anda öne doğru savruldum ve parmaklarım geminin gövdesine çarptı.
Son basamakta bizi bekleyen kayıklara baktım. Bir balinanın etrafında do
lanan minik balıkları andırıyorlardı.
Üçü de motorlu balıkçı sandallarıydı. Gemideki cankurtaran kayıklarına
benziyorlardı. Hâlâ açık denizdeydik ve merdivenden atladığım sandal şimdi
den ana baba günüydü. Hiç de güvenli görünmüyordu. Sonra sandalın kabur
galarına sürülen balık yağı kokusunu aldım ve üzerime bir cesaret geldi.
Balıkçılar denizi iyi bilir,
diye düşündüm.
Dost eller bana uzandı. Bohçaların ve ayakların üzerine basarak ilerledim.
Dost eller bu sefer de yerime oturmama yardım etti. Ağırlığı dengelemeye çalı
şıyorlardı. Yirmi üç kişi saydım. Gemi mürettebatı bize el sallayıp merdivenleri
çekti. Arkada ayakta duran bir adam gemiyi eliyle iterek bizi ondan uzaklaştırdı.
Motor ses geçirmez bir kutudaydı. Dolayısıyla belli belirsiz bir uğultu dı
şında çıt çıkmıyordu.
Sonra bir çınlama geldi.
Karanlıkta yakınlardaki sandallardan biri, bize işaret veriyordu. Çın çın.
Başka biri de ona aynı şekilde karşılık verdi. Çın çın.
“Savaşla barış arasındaki fark ne biliyor musun?” diye fısıldadı yanımdaki
adam muzip bir sesle.
“Siz söyleyin,” dedim.
“Barışta bir kişiyi kurtarmak için yirmi kişiyi feda edersin. Ama savaşta
yirmi kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda edersin.”
Gülümsedim. “İyi denemeydi.”
“Katılmıyor musun?”
“Rakamlar için fedakârlık yapılmaz. Sevgi için yapılır. Ya da yaşadığın top
raklar için.”
“Bu savaştaki rakamlar bir fark yaratacak kadar yüksek ama.”
“Savaş ve barıştan söz ediyordunuz.”
“Ve?”
“Savaşlar başkalarının kanıyla beslenir. Barışın kanı ise kendi bedenindedir.
Ait olduğu yerde. Gördüğüm kadarıyla aralarındaki en büyük fark bu. Savaş
binaları yıkar, barış onları yeniden inşa eder.”
Dudaklarını aralamadan gülümsedi.
“Bağlantın benim,” dedi.
“Öyle mi?”
“Sandalla geldim. Gideceğin yere ulaşmanı ben sağlayacağım.”
Benden biraz gençti. Kısa boylu ve zayıftı. Ona nice öpücükler kazandıran
ve belki de bunun bedelini tokatlarla ödeten, küstah bir gülümsemesi vardı.
“Tanıştığımıza memnun oldum. Kıyıya ne kadar var?”
“Çok değil.”
Bana plastik bir sürahi verdi ve ara sıra dalgalarla sandala dolan suyu bo
şaltmaya başladı. Ben de ona katıldım. Sandaldaki herkes aynı şeyi yapıyordu.
Kayıkçı bizi gülümseyerek izliyordu.
Çın çın.
Tilki
uykusundaki deniz, altımızda omuzlarını çevirdikçe akıntıda savrulu
yorduk. Kayığa su doluyor ve hepimiz tuza bulanıyorduk. Çın çın.
Nihayet kıyıya vardığımızda belimize kadar gelen suya atladık. Kayıklar
hemen açıldı. Hep birlikte ağaçlara koştuk. Ağaçların kıyısından denize doğru
baktım. Bizden daha yavaş erkek ve kadınlar kumlara bata çıka koşuyordu.
Uzun ve güneşli bir günde, kumlarda yarışmak keyifli olurdu belki ama bugün
değil.
Gemiye dair hiçbir iz yoktu. Yıldızların ışığı kıyıyı aydınlatıyordu.
Demin konuştuğum adam bana az ileriden el salladı. Yanına gittim ve or
manın derinliklerine doğru ilerledik. Bir süre sonra durup kulak kesildi.
“Adın ne?” diye fısıldadım bizi kimsenin takip etmediğinden emin oldu
ğumuzda.
“Burada isimler yoktur, dostum,” dedi. “Ne kadar az şey bilirsen o kadar iyi.
Gerçek pek tatlıdır, biri onu senden zorla almaya kalkışmadıkça, işte o zaman
apacı olur. Devam edelim mi?”
«'T'
»
lamam.
“Anayolda güneye giden bir kamyon var. Bizi bekleyecek ama orada çok
oyalanamaz. Sandallar biraz geç kaldı. Daha geçecek bir sürü ülkemiz var ve
vaktimiz dar.”
Çalılıkların arasına daldık
ve dakikalar sonra, kıyıya paralel ilerleyen bir
ormanda koşuyorduk. Ara sıra ağaçların arasından dev bir dalgadan geriye ka
lan sular atlıyordu önümüze. Ama bir süre sonra deniz sesini bile duyamaya
cağımız kadar uzakta kaldı. Tuz kokusu, yerini ormanın neminin ve bitkilerin
keskin rayihasına bıraktı.
Adını bilmediğim bağlantım önde, ben arkada fil kulakları kadar iri yap
rakların arasından geçip dar bir patikaya çıktık, ilk bakışta
fark edilmiyordu
ama bastığımız toprak bitkilerden temizlenmişti.
Kılavuzumuz yıldızlar değildi. Gökyüzü kapkaranlıktı zira. Ama yanımdaki
adam ormanın her bir köşesini o kadar iyi ezberlemişti ki, bir an bile bocala
mıyordu.
Onu iki kere kaybettim, ikisinde de durup ayak seslerini dinledim ama
omzuma dokunana kadar hiçbir şey duyamadım.
Sırt çantam ve yeleğimle otuz beş kiloluk bir yük taşıyordum.
Ama derdim
ağırlık değildi. Yeleği sağa sola kaymaması için düzeltmeye çalıştığım sırada
kazara tabletleri yerinden oynatmıştım. Şimdi her nefesim bir mücadeleydi.
Nihayet çalılıkların arasından anayola çıktık.
“Geç kaldık,” dedi yol arkadaşım saatine bakarak. “Kestirmeden gideceğiz.
Bir ışık görürsen ormana dal. Bana güven ve sakın ortaya çıkma. Anladın mı?”
“Evet,” diye homurdandım.
“Yeleğini ver istersen. Biraz ben taşıyayım.”
“Yok. İyiyim.”
“Bari çantanı alayım,” diye fısıldadı.
Çantayı minnetle sırtımdan çıkarıp ona uzattım.
“Tamam. Koşalım hadi,” dedi.
Anayola paralel ilerleyen bir yan yolda koşmaya başladık. Etraf o kadar ses
sizdi ki, ara sıra bir hayvan sesi ya da bir kuş çığlığıyla korkuyla irkiliyordum.
Yeleğim ciğerlerimi sıkıyordu sanki. Hatta bir ara tıkandığımı hissettim.
Nijeryalı bir silah kaçakçısı bir keresinde bana şöyle demişti:
Do'stlaringiz bilan baham: