ALTINCI
KİTAP
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Cjece aysızdı. Bulutlar karanlıktan saklanıp kim bilir hangi köşeye sinmişti?
Ama yıldızlar o kadar parlaktı ki, gözlerimi her kapayışımda içerideki siyah
lıkta pırıltılar oynaşıyordu. Oyunbaz rüzgâr her yerdeydi. Hiçliğin yüzeyini
okşayarak bizi defalarca selamlıyordu. Gemi usulca yükselip alçalırken sanki
suda süzülmek yerine dalgaların içinden geçiyordu.
Bu geceyi yaşamak için Madras’ta diğer yetmiş yedi kişiyle tam üç gün bek
lemiştim. Bekleyişle geçen o günler birkaç dakikaya dönüşmüştü şimdi. Gece
yarısından önceki dakikalara. Bir geminin güvensiz kollarından açık denizde
daha küçük teknelerin daha da güvensiz kollarına düşmeden önceki dakikalara.
Pruvayı yalayan dalgalar benim durduğum kıç tarafa doğru yol yol ilerleyen
tuzdan izler bırakıyordu. Lacivert bir pantolonla mont giymiştim. Güvertedeki
balyalar arasında güçlükle ayırt ediliyordum.
Gemi karanlık geceyle daha da karanlık dalgalar arasında yol alırken yıldız
lara baktım.
Okyanusta yük taşıyan gemilerin çoğu beyaza, krem rengine ya da açık
sarıya boyanır. Acil bir durum hâlinde denizden ya da havadan rahatça görü-
lebilmeleri için.
Ne var ki Panama bandıralı, elli bin ton yük kapasiteli
Mitratta,
güvertede
ki yüklerin üzerine örtülen brandalarına kadar lacivertti.
Kaptan ışıkları yakmıştı ama gemi o kadar karanlıktı ki, ileriyi aydınlatan
bu ışıklar, dalgaların arasında oynaşan yakamozları andırıyordu.
Yüklerin arasına sıkışan karaltılar da bizlerdik tabii. Hayallerini de alıp yola
çıkan kaçaklar. Sık sık kendi aralarında fısıldaşsalar da tek kelime duyulmuyor
du. Zira fısıltıları daima dalgaların sesinden daha yumuşaktı. Savaş kurbanları
zamanla sessizliğin efendileri olurdu.
Birden bir dosta ihtiyaç duydum. Güvertedeki gruplardan ilkine yaklaştım.
Onlara gülümsedim ve karşılığında karanlıkta beyaz dişler belirdi.
Yanlarına çöktüm ve yine fısıldamaya başladık.
Tamike konuştukları için tek kelime anlamıyordum ama umurumda değil
di. Seslerinin oluşturduğu o mutlu balondaydım ya? Gerisi önemsizdi.
Biri yanıma çömeldi. Adı, Mehmood’du. Mehmu. Gemideki adamım
oydu.
“Hep gençler savaşıyor,” dedi usulca. “Tamillerin anavatanının Sri Lanka
olması eski bir düşünce ama bunun için gençler ölüyor. Benimle gel.”
“Tabii.”
Karanlık kıç güvertesine gittik.
“Sana güvenmiyorlar,” dedi iki sigara yakıp birini bana uzatarak. “Şahsi
alma. Kim olduğunu ya da neden burada olduğunu bilmiyorlar. Yerlerinde
olsaydın, sen de herkesi ve her şeyi bir tehdit olarak görürdün. Bir dostu bile.”
“Bütün seferlere katılıyor musun?”
“Evet. Yasal yükleri boşaltıp Madras’a geri dönüyoruz.”
“Tehlikeli değil mi? Devriye botları bayağı yakınınızdan geçiyor. Kocaman
silahlan var.”
Güldü.
“Sri Lanka’daki Tamil Müslümanları hakkında ne biliyorsun?”
“Pek az şey.”
“Pogrom kelimesini duydun mu hiç? Bilmiyorsan ansiklopediye bak.”
Yine güldü. Ama bu seferki salt hüznün, bir yüzde kendini ifade ediş biçi
miydi yalnızca. Sırtını dikleştirdi.
“Yanındaki altınlarla pasaportların çok yardımı olacak,” dedi. “İnsanları
hapisten çıkarmamız gerek. Sonra da dünyaya durumumuzu anlatmaları için
Sri Lankadan. Diğerleri yeni bir iç savaşın ortasında kalacak. Bu savaşı biz baş
latmadık ama sonuna kadar savaşmak zorundayız. Milliyetçilikle bir ilgisi yok.
Biz bir inanç savaşı veriyoruz.”
Yine inanç. Benim yaptığım işin saf ya da asil bir yanı yoktu. Tek davam
kendiminkiydi. İnandıkları için hayatını tehlikeye atan bu adamın yanında
dikilirken utandım.
Sri Lanka’ya kaçırdığım yüz gramlık külçeler, Sanjay Şirketi’nin çaldığı ya
da el koyduğu mücevherler eritilerek elde edilmişti. Çoktan üzerlerine kan sıç
ramıştı. Bunun hiçbir asi ya da saf yanı yoktu.
Öte yandan, inancım lekeli bir cam kırığı misali hâlâ içimde bir yerlere
saplı duruyordu. Mehmu’nun kutsal görevi benim için yalnızca bir işti,
evet ama ikimiz de aynı karanlık gemide aynı karanlık savaşa doğru yol
alıyorduk. Ben kendi tek kişilik savaşımı veriyordum. Bir zamanlar kardeş
lerim dediği insanlardan kurtulmaya çalışan bir adamın özgürlük mücade-
lesiydi bu.
İnanç korkmadan inanmak demek ve özgürlük de inancın en mükemmel
yanlarından biri. O boğucu güvertede durup Arapça, Hintçe, İngilizce, Seylanca
ve Tamike konuşmaları dinlerken ve ışıltılarıyla gözlerimi yakan yıldızları seyre
derken ben özgürlüğe inanmayı seçtim ve Mehmu’ya silahımı sordum.
Kazağım kaldırıp beline sıkıştırdığı silahı gösterdi. Hint ordusu subayları
nın kullandığı bir Browning HP’ydi. Onların ticaretini yapmak büyük suçtu.
Dolayısıyla silahlarını satan subaylar büyük paralar talep ediyordu.
Mehmu’yu sevmiştim. Benimle Sri Lanka’ya gelebilmesini isterdim. Otuz
yaşında, altı dili akıcı konuşabilen, kartal bakışlı ve bilgili bir adamdı. Ama
silahını sevmemişdm.
“Oldu olacak bir top verseydin bari.”
“Biraz dikkat çektiğini kabul ediyorum,” dedi bana silahı verirken etrafı
temkinli gözlerle süzerek.
“Biraz mı? Dana gibi bir şey yahu.”
Silahı elimde tarttım.
“Eğer bu savaşta bir silahla yakalanacaksan o bu olmalı,” dedi. “Başka bir
silahla seni tam buralarda bir helikopterle denize atmadan önce üzerinde ba
yağı bir çalışırlar.”
“Ama bununla...”
“Bu silahla bir şansın olur en azından. Hindistan ordusu adaya el koydu ama
her yerde serbest çalışanlar türedi. Amerikalılar, İsrailliler, Güney Afrikalılar.
Hepsi de Hint Gizli Servisi’nden. Bu silahla yakalanırsan kendini bir ajan gibi
yutturabilirsin. Sana kolay kolay inanmazlar tabii ama bu yolla paçayı kurta
ranlar da yok değil. Vahşi Doğuya hoş geldin, dostum.”
“Yani büyük bir silah taşırsam ve bu kadar büyük olduğu için yakalanırsam,
onları onlar için çalıştığıma ikna edeceğim ve eğer yaşamama izin verirlerse
gerçekten onlar için çalışacağım, öyle mi?”
Omzunu silkti. “Duyulmamış bir şey değil. Aslına bakarsan bayağı da sık
oluyor.”
“Bana küçük bir silah ver, Mehmu. Buraya Afrika antilobu avlamaya gel
medim. Başım dara düştüğünde havaya iki el sıkıp kaçayımın derdindeyim.
Yakalanırsam silahı bir köşeye fırlatıp benim olduğunu inkâr ederim. Onlar
için çalışmaktansa şansımı bu şekilde denerim daha iyi.”
“Birini öldürmek için onu gözünden vurman gerekiyorsa, silahın küçük
demektir,” diye dalga geçti.
Suratına baktım.
Burnunu çekti. “Ya herifi gözünden vuracaksın ya da kendin kurşunu yi
yeceksin, dostum.”
“Deme yahu?”
“Valla olur böyle şeyler.”
“Küçük bir silahın var mı, yok mu?”
“Var. Farkını vereceksen göstereyim.”
«»T
”
lamam.
Ceketinin cebinden 22 kalibrelik, otomatik bir tabancayla bir kutu mermi
çıkardı. Küçük bir çantada bir ruj, bir parfüm ve bir kredi kartı cüzdanının
yanma sıkışabilecek türden bir silahtı. Bir kadın silahı.
“Alıyorum,” dedim.
Silahları değiştik. Tabancayı elimde evirip çevirdim ve cebime koydum.
“Ben olsam onu bir naylon poşete koyup ağzını sıkıca bantlardım.”
“Kendimi suda bulursam diye mi?”
“Olur böyle şeyler.”
“Deme?”
“Hem de sık sık. Yoksa acemi misin? Sakın bu ilk işin olmasın?”
Dokuz ülkeye kaçak pasaport ve altın taşımıştım ama hepsinde havayolu
nu ve Çekoslovak Havayollarını kullanmıştım. Bu komünist havayolu şirke
ti rupi kabul ediyordu ve sadece silah kontrolü yapıp diğer her şeyi görmez
den geliyordu. Komünist Çekoslovakya’ya da yalnızca Çekler, Çekoslovakya
Havayolları’yla gittiği için yanımdaki kaçak mallar diğer yolcuları da ilgilen
dirmiyordu.
“Genellikle havayoluyla yetmiş iki saatte gider dönerim. Gemiye ilk kez
biniyorum.”
“Neden? Gemileri sevmez misin?”
“Karada ya da denizde gücü sevmiyorum.”
“Güç?”
“Evet, mutlak güç. Denizin kanunları.”
“Kaptanı mı kastediyorsun?”
“Sadece bizimkini değil, hepsini. Son özgür gemi
Bounty
ydi bence.”
Güvertedeki yüklerin oradan fısıltılar geldi. İnsanlar ayağa kalkmaya başla
dı. Gölgelerin arasında ileri geri yürüyen karaltılar gördük.
“Ne yapıyorlar?” diye sordum.
“İsteyenlere siyanür kapsülü dağıtıyorlar.”
“Nasıl yani?”
“Sadece rutin bir uygulama.”
“Olur, böyle intiharlar diyorsun. İnsanın sinirini bozmakta üzerine yok,
dostum.”
“Sen de bir tane ister misin?”
“Al işte.”
“İstiyor musun, istemiyor musun?”
“Sağ ol, kalsın. Ben postu kolay kolay kaptırmayanlardanım.”
Güvertedeki hareketlilik artmıştı. İkinci kaptan Filipinli mürettebattan bir
kaç kişiyle kıyı tarafına gitti. İp merdiven balyalarını açtılar ve onları kenardan
sarkıtmaya başladılar.
“Aşağıdan eşyalarını al,” dedi Mehmu. “Seni merdivenlerin başında bekle
yeceğim.”
Mürettebatla birlikte uyuduğum kamaraya gittim.
Küçük otomatik tabancamla mermileri plastik poşetlere sarıp sıkıca hamla
dım ve sırt çantama koydum. Montumla kazağımı çıkardım, bir köşeye sakla
dığım ağır yeleği giyip yeniden giyindim.
Yelekte yirmi kilo altın ve yirmi sekiz tane boş pasaport vardı. Montumun
fermuarını güç bela kapadım. Üzerimdeki ağırlığa alışmak için kamarada bir
kaç tur attım.
Yatağın üzerinde günlüğüm açık duruyordu. Yeni bir kısa öykü yazmaya
çalışıyordum. Zor bir konuyla kendimi deniyordum. Mutlu ve sevgi dolu in
sanlarla ilgiliydi. Mutlu şeyler yapıp, her şeyi seviyorlardı. Şimdilik pek iyi git
miyordu.
Günlüğü, kalemimi ve yatağın üzerindeki diğer öteberiyi çantama koydum
ve tam ışığı kapamak için elimi uzatmıştım ki, aynada yüzümü gördüm.
Sizinkinden farklı ülkelere ve kültürlere seyahat etmenin en değişmez ger
çeği, bir zarla birlikte yuvarlandığınızda. Kader denen rehber bütün gezgin
leri yolculuklarının bir noktasında bir aşk ve hayatı öğreniş labirentine ya da
tehlikeli bir maceranın upuzun tüneline sürükleyebilir. Ve bütün gezginler o
anların geldiğini bir aynaya bakarken anlar. Oradaki yansımanıza,
Do'stlaringiz bilan baham: |