“Doğru,” dedim. “Edemem. Kahve için sağ ol.”
Kalkıp yürüdüm. Hava henüz aydınlanmamıştı. Odama gidip biraz daha
uyuyabilirdim.”
“Kontrol noktasına gitmelisin,” dedi. “Bu saatte daha güvenli olur.”
Üzerimde hâlâ basın yeleği vardı. Beni meslektaşı sanmıştı anlaşılan. Pekâlâ,
madem bu işi yapacaktım, yanımda biri olması işime gelirdi.
“Neredensin?” diye sordum.
“Der Spiegel.
Ama serbest çalışıyorum. Sen?”
“Ne kadardır buradasın?”
“Kontrol noktasına gitmek için en güvenli zamanın bu olduğunu bilecek
kadardır.”
“Önce yüzümü yıkasam?”
“Çabuk ol.”
Odama koşup çabucak duş aldım ve altı dakika içinde hazırdım.
Merdivenlerden koşarak indim ama lobide kimse yoktu. Şafağın ışığı lam-
balarınkiyle yarışacak kadar yoğundu.
Sessizliği belli belirsiz bir hışırtı bozuyordu. Birileri toprağı kazıyordu.
Bahçıvanlar olduğunu tahmin ettim.
Uzun ve geniş veranda boyunca yürüdüm. Otelin etrafı bakımlı, çimenlik
bir bahçeyle kaplıydı.
İleride, yedi tane adam ağaçların kıyısında biten yabani otları ayıklıyordu.
Doğayla verilen savaşın ön safları,
diye mırıldandım.
Horst’u beklerken bir süre onları izledim. Ormanın rüzgâra fısıldadıklarını
duyabiliyordum.
Bize yirmi beş yıl ver ve git, buradan. Sonra geri gel ve bu acıyı nasıl iyileştir
diğimizi gör.
“Giderken şunlardan birkaçını yanımda görürsem mi diyorum,”
dedi Horst
yanımda durarak. “Kız arkadaşımın Normandiya’da ufak bir evi var ama çok
bakımsız kaldı. Oraya böyle adamlar lazım.”
“Tamiller,” dedim çiyle ıslanan bahçede dolaşmalarını izlerken. “Tamiller,
İrlandalılar gibidir. Dünyanın her yerinde onlara rastlayabilirsin. Ararsan,
Normandiya’da da birkaç çalışkan Tamil bulacağından eminim.”
“Tamil olduklarını nereden biliyorsun?” diye sordu şüpheyle.
Ona döndüm. Bana acilen bir kahve daha lazımdı.
“Baksana. En pis işi yapıyorlar,” dedim.
Güldü. “Haklısın, dostum.”
Aslında hiç komik değildi ve ben gülmüyordum.
Nihayet sustu ve kaşlarını çattı.
“Hangi haber ajansına bağlıyım demiştin?”
“Öyle bir şey söylemedim.”
“Yahu ne ketum adamsın.”
“Asıl savaş biz gazeteciler arasında da ondan.”
“Ne diyorsun?” dedi telaşla. “Sadece nerede çalıştığını sordum.”
“Şimdi biz arkadaş olursak ve ben bir hikâye yakalarsam ama sen onu ben
den çalarsan seni yakalayıp pataklamak zorunda kaldırım. İlişkimizin bu nok
taya gelmesini arzu etmesin herhâlde?”
Gözlerini kıstı ve birden bağırdı.
“Reuters!
Yalnızca
Reuters
hıyarları hikâyelerini kaptırma telaşına düşer.”
Bana bir kahve daha lazımdı. O sırada Ankit yanımda bitti. Elinde küçük
bir bardak vardı. “Böldüğüm için kusura bakmayın ama bir takviyeye ihtiyacı
nız olur diye düşündüm. Bu sabah yürüyeceğiniz yol biraz nahoştur da.”
Bardağı alıp içindeki kafama diktim. Nefis bir likördü.
“İşte şimdi kalbimi hepten kazandın, Ankit,” dedim.
“Teşekkürler, efendim.”
“Hey, sen!” diye seslendi Horst, Ankit’in arkasından. “Şu adamların Sri
Lanka dışında çalışma izni var mı, bana bir öğrensene,” dedi bahçıvanları gös
tererek.
Ankit
tam bir cevap verecekti ki, elimi kaldırdım.
“Ayılar uyanmadan gidelim mi, Horst?”
“Ayılar mı? Burada ayı yok ki. Ama kaplan var. Tamil Kaplanları. Gerçekten
kafadan kontak tipler. Yakalanırlarsa kendilerini öldürmek için yanlarında in
tihar hapları taşıyorlar.”
“Deme!”
“Bu kafada oldukları sürece karşı taraf onları ülkeden atmak için daha çok
uğraşacak, farkında değiller.”
“Şu işi yapacak mıyız?”
“Dur yahu. Paçaların mı tutuştu?”
“Ne?”
“Paçaları tutuşmak. Hiç duymadın mı?” dedi kaşlarını çatarak ve yürümeye
başladı.
“Bu ilişki daha şimdiden sarpa sarmaya başladı,” diye homurdandım peşine
takılırken.
Trincomalee’deki savaş durulmuştu. Ateşkes haftalardır devam ediyordu.
Do'stlaringiz bilan baham: