Khaled’irı parasıyla bir sürü silah alabiliriz
, diye fısıldamıştı Abdullah gider
ken. Hiç de duygusal bir veda değildi aslında.
“Kafam karıştı,” dedim.
“Bak, hâlâ söylemiyorsun.”
Motorda arkamda oturuyordu. Bir elinde buraya kadar Abdullah’ın getir
diği çantası vardı. Diğer eli kalçamdaydı. Bir kez olsun diğer elde olduğuma
seviniyordum.
“Biliyor musun?” dedim sevinçle. “Ben sevdim bu işi.”
“Hâlâ söylemiyorsun ama.”
“Yok valla çok hoşuma gitti.”
“Ne?”
“Motorun üzerinde seninle oturup sohbet etmek.”
“Biz sohbet etmiyoruz ki.”
“Teknik açıdan, ediyoruz bence.”
“Ve bana merak ettiğim şeyi ısrarla söylemiyorsun. Ne teknik ne de teknik
olmayan açıdan.”
“Belki bu geriye dönük bir sohbettir.”
“Bir noktada illa ki ileri adım atmak zorundasın.”
Kısa bir sessizlik oldu. Fırtına dinmişti. Taze muson rüzgârları arkamızdaki
kıyıyı serinletiyordu.
“Seninle konuşmak iyi geldi,” dedim.
“Motorun da illa sohbetimizin bir parçası olmak zorunda mı?”
Kontağı kapadım.
“Eee, o kadar hoşuna giden ne? Bana yakın olmak mı, yoksa yüzümü gö
rememen mi?”
“Yüzünü görememem ve sana yakın olmak.”
“Ben de öyle tahmin etmiştim. Hey, bir dakika. Yüzümün nesi varmış?”
“Bütün sorun gözlerin,” dedim otelin önündeki insanları, arabaları ve fay
tonları izleyerek.
“Gözlerim mi?”
Vücudu benimkine dokunduğu için sesini her yerimde hissediyordum.
“Gözlerini görmediğimde sanki satranç oynuyormuşuz ve sen biraz önce
vezirini kaybetmişsin gibi hissediyorum.”
“Yok artık.”
“Ciddiyim.”
“Beni güçsüz ve savunmasız görmek hoşuna mı gidiyor?”
“Savunmasız değil. Belki biraz kırılgan.”
“Nasıl?” diye üsteledi.
“Belli belirsiz bir naiflik diyelim.”
“Bu da seni azdırıyor, öyle mi?”
“Bir bakıma.”
“O hâlde kadınların acizliği hoşuna gidiyor?”
“Hayır tabii. Ama sana baktığımda satranç oynuyoruz ve benim sadece bir
tane vezirim varken senin on altı tane varmış gibi geliyor.”
“Benim on altı vezirim mi var?”
“Evet. Hepsi de yeşil. On altı yeşil vezir. Şu anda hiçbirini göremiyorum ve
kendimi bir kuş kadar özgür hissediyorum.”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Motor muhabbetinin cazip yanı bu yani?”
“Sadece dürüst olmak istedim. Burada birlikteyiz ve bütün vezirlerin kilitli
bir kutuda. Yok, ben cidden bayıldım bu işe.”
“Sen kafayı yemişsin, biliyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Gözlerimi gözünde bu kadar büyütme,” dedi az sonra.
“Senin gözlerin, Karla ve arkalarındaki kalbin benim için bu hayatta her
şey demek.”
Bir an düşüncelere daldı. Belki de söylediklerimi düşünüyordu.
“Hayır. Asıl iradem her şey.”
Son kelimeyi vücudundan atmak istercesine tekrarladı.
“Her şey.”
“Ben kendi irademle seninle ve Idriss’leyim ama asıl ilgimi çeken, olayların
akışının bu noktaya varması.”
Kollarını sırtıma dayadı.
“Sen hapisteyken hiç iradeni yitirdiğin oldu mu?” diye sordu usulca.
“Bir duvara zincirlenip bayılana kadar tekmelenmek sayılır mı?”
“Belki. Ama bu olduğunda iradeni kaybettin mi hiç? Dayak yemek iradeni
köreltti mi?”
Bir süre düşündüm. Yine sohbeti nereye vardırmak istediğinden emin de
ğildim. Ya da ben oraya gitmek istiyor muydum acaba? Ama bu ağır sorunun
hafif bir cevabı vardı.
“Evet. Bir süreliğine,” dedim.
“Benim de iradem benden alındı,” dedi. “Ve bunun bir daha olmasındansa
adam öldürmeyi yeğlerim. Zaten başka bir zamanda, bunun başka bir bene olma
sını engellemek için öldürdüm birini. Bir daha kimse irademe dokunamayacak.”
İsyankâr ruhunun sesiydi bu.
Beni canlı ele geçinmeyeceksin.
“Seni seviyorum, Karla.”
Sustu. Nefes alıp verişi bile sığlaştı.
“Böyle demem seni korkutuyor mu?” diye sordum gözlerimi hareketli cad
deye dikerek.
“Tabii ki hayır. Dürüstlük benim tek bağımlılığım.”
Benden uzaklaşıp ellerini arkasına dayadı ve yine sustu.
“Kabul et,” dedim, “motor muhabbeti bayağı zevkli.”
“O zaman üzerine düşeni yap. Her cümlenin arasında on dakika var,
Shantaram.”
“Pekâlâ. Dağda Ranjit’ten bahsediyordun. O zaman yorumsuz kaldım ama
madem motor muhabbeti yapıyoruz, bir sorum var. Birkaç ay daha yaşaması
gereken Ranjit neden malını mülkünü satıp seni uzaklara götürmüyor.”
“Sana bombayı anlattı, değil mi?”
“Asıl sana ne anlattı?”
“Şoförü kov demişsin. Bu arada haklı çıktın. Meğer adam sakat bir tipmiş.”
“Ranjit sana bunları anlatmamam için onca dil döktükten sonra eve koşup
hepsini itiraf mı etti?”
“O bir politikacı. Politika yalancılık demek değil. Kimin yalan söylediğini
bilme yeteneği demek.”
“Sorumu hâlâ cevaplamadın. Neden kaçmıyor? O zengin bir adam.”
Karla beni şaşırtarak bir kahkaha attı. Aklından neler geçtiğini kestirmek
imkânsızdı. Bunun nesi komikti anlamamıştım.
“Oyundan kaçamazsın, Lin,” dedi.
“Bak, bu sohbeti sevdim. Tam olarak neden bahsediyoruz?”
Tekrar bana doğru eğildiğinde nefesi enseme vurdu. “Ona nerede dâhil ol
duğunun bir önemi yok ya da hangi noktada ama bir oyuna girdin mi, ondan
çıkamazsın. Nereye gidersen git, onun içinde olamamanın acısını çekersin.”
“Ranjit’ten mi bahsediyoruz, Karla’dan mı?”
“Ne fark eder? ikimiz de oyuncu değil miyiz?”
“Bilirsin, ben oyunları sevmem.”
“Bazıları oynamaya değer ama.”
“Bombay’ın kralı olmak için oynadıkların gibi oyunlar mı mesela?”
Gerildiğini hissettim ama çabuk gevşedi.
“Bunu nereden biliyorsun?”
“Ranjit hırslı,” dedim. “Her hâlinden belli. Düşmanları da olacak tabii.”
Bir süre sessiz kaldı.
“Ranjit ne, biliyor musun?” dedi sonra. “Gerçekten kötü adamlardan olu
şan bir oyuncu kadrosunun sahte iyisi.”
“Sahte iyi, öyle mi? Gerçek kötülere kötü bir şöhret kazandıran ekseri on-
lardır zaten.”
“Hâlbuki kötüler kendi hâllerine bırakılsalar gayet iyi işler başarabilirler,”
dedi hafifçe gülerek.
“Neden oyun oynayasın, Karla? Hemen şimdi vazgeçebilirsin.”
“Oyun oynuyorum çünkü iyi bir oyuncuyum.”
“Ciddiyim, Karla. Ranjit politikada ısrarcıysa, çekip giden sen olmalısın.”
“Burada Ranjit’le beni mi, yoksa seninle beni mi tartışıyoruz?”
“Sadece seni. Motor muhabbeti yapmasaydık muhtemelen bunu hiç söyle
yemeyecektim. Gözlerine bakarak yapamazdım. Olanlar hiç hoşuma gitmiyor.
Ranjit’in seni tehlikeye atmaya hakkı yok. Hiçbir hırs buna değmez.”
“Bir motor alacağım,” dedi yeniden bana yaslanarak. “Bana sürmeyi öğre
tirsin.”
“Karla, ben ciddiyim. Ranjit şansını zorluyor. Eninde sonunda birilerinin
kuyruğuna basacak.”
“Artık bundan konuşmasak?”
“Ranjit siyaset mi yapmak istiyor? Tamam. Arkadaşlara söylerim ona göz
kulak olurlar. Ama sen artık burada onun karısı olmak zorunda değilsin.
İstiyorsan çok uzaklarda da karısı olabilirsin. Londra’da mesela.”
“Londra mı?”
“Evet. Hintli eşlerin çoğu oraya kaçar.”
“Ama ben bir Bombay kızıyım. Londra’da ne yaparım?”
“Aynı zamanda Amerikalı ve İsviçrelisin. Gidebileceğin bir sürü güzel yer
var. Ranjit’in parasıyla Londra’da ona bir ev açarsın. Hiç uğramadığı bir ev.
Bombay tarzı dekore edersin. Gayet güzel olur. Hem gerektiğinde kolayca ar
kanda bırakabilirsin. Bombay’ın kendisi gibi olmaz yani.”
“Sorumu cevaplamadın. Ben orada ne yapacağım?”
“Fazla ortalarda görünmezsin. Para biriktirirsin. Sonra da istersen çekip gi
dersin. “
“Bak sen.”
“Öyle değil mi ama? İnsan zengin olmayı neden ister? Özgürlük için.
Özgürlük de başka birinin parasına ihtiyaç duymamak demek.”
“O kadar parayı nasıl biriktireceğim?” diye sordu gülerek.
“Hayat tarzından bazı ödünler verirsin. Sen akıllısın. Eminim, kısa sürede
yeterince paran olur.”
“Hayat tarzın derken?”
“Nereden bileyim? Lafın gelişi söyledim. Sonuçta Londra’da daha güvende
olacağın kesin. Ranjit çenesini kapamayı öğrenemedi gitti. Politik hırslarıyla
milletin sinirini bozuyor. Kabul et, kılın teki. Ben iyi tanımama rağmen suratı
nın ortasına bir tane patlatmak istiyorum. Tanıyanlar ne yapsın?”
“Ranjit çenesi sayesinde bu oyunda. Savaşı kazanırsa politik tercihinin bir nu
maralı adamı olacak. Görürsün, seçilecek de. Hem haklıyken neden sussun ki?”
“Güvenliğini tehlikeye atıyor da ondan.”
“Sana güvenlikle ilgili bir şey söyleyeyim mi?” diye mırıldandı yüzünü sırtıma
gömerek. “Güvenlik sıcacık bir mağara ama asıl macera ışığın olduğu yerde.”
“Karla,” dedim kıpırdamamaya gayret ederek, “seni dinlemek ama yüzünü
görmemek nasıl harika bir his bilemezsin.”
“Pislik,” dediyse de o da kıpırdamadı.
“Gerçekten bak. Hem söylediklerini dinledim. Her bir kelimesini. Bu işe
bir de benim açımdan baksana. Doğru kadınla olmak bile benim için koca
bir hayalken, adam bütün şehri istiyor. Yok, arkadaş, ben Ranjit’in büyük bir
sorunu olduğunu düşünüyorum.”
“Kendi terazinde tartarsan, evet,” dedi gülerek.
“Eve geri dönemezsin,” dedim kararlılıkla. “Seni neyin beklediğini bilmi
yorsun. Burada da kalamazsın çünkü seni neyin beklediğini biliyorsun.”
Yüzümü göremediğine seviniyordum. Benden uzaklaşmamasına da öyle.
“Adın arananlar listesinin en başlarında. Muhtemelen ben de birinci sırada
yım. Biz buyuz, Karla. Birinin politika hırsına alet olabilecek durumda değiliz.
Ortalık karışık zaten. Herkes bir günah keçisi arıyor.”
“Beni merak etme,” diye mırıldandı. “Ne yaptığımı biliyorum.”
“Başına bir şey geldiğini düşünmek bile istemiyorum, Karla. Ama Ranjit
bana bunu zorla düşündürdü. Ondan nefret ediyorum. Adam öyle ya da böyle
kendini kara listeye aldırıyor. Hiç olmazsa bana acı. Londra’dan bana kart atar
sın, içim rahatlar. Olmaz mı?”
“Bilirsin, merhamet benim en gereksiz erdemler listemde birinci sırada.
Bence sen bu motosiklet sohbetini daha önce de yaptın.”
“Haklıyım değil mi? Süper bir şey.”
“Öyle. Şimdi sıra bende mi?”
“Sıra?”
“Evet.”
“Motosiklet muhabbeti için mi?”
“Evet.”
“Pekâlâ. Anlat bakalım,” dedim kendimden emin bir sesle.
Dudaklarını enseme yaklaştırdı.
“Hazır mısın?”
“Ne için?”
“Kahveye ya da esrara ihtiyacın yok mu?”
“Yooo. Gayet iyiyim.”
“Pekâlâ. Bana dramatik bir es ver.”
“Ama...”
“Kapa çeneni. Dramatik duraksamada konuşulmaz.”
ikimiz de sustuk.
“Bu yolculuk,” diye mırıldandı ve kelimeleri tenime üflemeye devam etti,
“zamanla mekân arasında ufacık bir kaçamaktı, bebeğim. Bir otobüsle bir su
tankeri arasından son hız geçerken ruhum bedenimi terk etti. Buraya gelene
dek kafamın içimde hep aynı sözler yankılandı: Aman Tanrım, işte bu.”
Sustuğunda kalbim durdu sanki.
“Vezirlerim olmadan nasıl gidiyorum, Shantaram?”
Gayet iyiydi. Başımı hafifçe yana çevirdim. Şimdi yüzünün kenarını göre
biliyordum.
“Tanrı’ya inanmadığını sanırdım,” dedim gülerek.
“Biz kimiz ki, Tanrı’ya inanmayacağız?” Dudakları yüzümden sadece birkaç
kirpik uzaktaydı. “Asıl önemlisi Tanrı’nın bize inanması.”
O an öpüşebilirdik. Öpüşmeliydik.
“Lisayla konuşmam gerektiğini düşünüyorum,” dedim. Kendi kelimelerim
boğazımı yaktı. “Sen Ranjit’le konuşman gerektiğini düşünüyor musun?”
Usulca geri çekildi ve yüzü gölgede kaldı. Yine önüme döndüm. Cevap
vermeyince ben konuştum.
“Lisa’yla konuşmalıyım.”
“Bunu hemen şimdi yapabilirsin.”
“Nasıl?”
“Lisa burada, otelde. George’lar bir parti veriyor. Bütün katı kapatmışlar.
Şehrin yarısı burada. Şu limuzinlere baksana. Ben de davetliyim.”
“Neden daha önce söylemedin?”
“Senin partiden neden haberin yok?”
İyi soruydu. Cevap veremedim.
“Gidiyor musun?” dedim.
“Benimle gelir misin diyecektim.”
“Ranjit burada değil mi?”
“Hayır. Şehir Meclisiyle aylık toplantısında. Didier’yle birkaç gün önce an
laştık. Partiden birlikte çıkıp evde bir içki içecektik. Ama şimdi sen buradasın.
Gelmek ister misin diye sorayım dedim.”
Lisa’yı görmek ve iyi olduğundan emin olmak istiyordum. Didier’yle
Leopold’deki olayı konuşmam lazımdı. O partiye gitmek için iyi nedenlerim
vardı yani. Ama Karla’yla daha çok vakit geçirmekten korkuyordum. Onu iki
yıldır görmemiştim ve Ada Şehri’ne gelirken gereğinden fazla yakınlaşmıştık.
Karla söz konusu olduğunda hiçbir şey kolay değildi. Kocasının en az birkaç
ay daha hayatta olmasını istiyordu. Belki zalimceydi ama umurumda değildi.
Karla incinmiş ve karşılığında incitmişti ama içinde kötülük yoktu. Ranjit’e
ya da başka birine nedensiz yere zarar vermezdi. Bildiği ve yaşadığı dünya için
fazlasıyla güçlüydü ve onu bundan seviyordum. Eğer Karla’ya bir kez daha
bakarsam, korkarım asla yanından ayrılamayacaktım.
“Sana eşlik etmekten onur duyarım,” dedim.
“Ben de sana, Shantaram. Gidelim hadi. Bakalım motora biner gibi mi
dans ediyorsun, dans eder gibi mi motora biniyorsun?”
Do'stlaringiz bilan baham: |