Dos Rasta
deniyordu. Ya da On Yol. Etrafı bi
nalar ve birçok dar sokakla çevriliydi. Şekli kabaca bir daireyi andırıyordu ve
halka ait meydanlardan biri gibi görünmesine rağmen aslında herkesin elini
kolunu sallaya sallaya girebileceği bir yer değildi.
Mahalle sakinleri meydana bakan pencerelerden sarkmış,
Das Rastada
olan
biteni izliyordu. Bazıları sebze meyve, pişmiş yemekler ya da diğer öteberiyle
dolu sepetleri sarkıtıp çekiyordu. Etraftaki dar sokakların ağzında müthiş bir
insan kalabalığı vardı.
Meydanın tam ortasına yığılan tahıl ve baklagil çuvalları bir insanın iki
katı boyunu aşmıştı. Ve bu çuval piramidinin basamaklarından Katil Motorlar
üyeleri bizi izliyordu.
Tahtın en üst basamağında, liderleri Ishmeet oturuyordu. Sihizm mezhe
binden olduğu için saçlarını hiç kesmemişti. Ama diniyle alakası bununla sı
nırlıydı.
Uzun saçlarını bir türbanın altına toplamamıştı. Özgürce beline kadar ini
yorlardı. İnce, çıplak kolları sayısız cinayetini ve çete zaferlerini betimleyen
dövmelerle kaplıydı. İki hançeri dar kotunun kemerine taktığı süslü kılıfların-
daydı.
“Selamünaleyküm,”
diye selamladı Abdullah’ı. Gelişimiz onu hiç mi hiç
kaygılandırmamıştı. Çuval tahtında rahatça oturuyordu.
“Aleykümselam,”
dedi Abdullah.
“Yanındaki köpek suratlı herif kim?” diye sordu Ishmeet’in yakınında otu
ran bir adam Hintçe. Sonra başını çevirip gürültüyle yere tükürdü.
“Adı Lin,” diye yanıtladı Abdullah. “Shantaram da derler. Khaderbhai’nin
yanındaydı. Dilimizi bilir.”
“İster Hintçe bilsin, ister Pencapça. Bana ne?” dedi adam beni nefretle sü
zerek. “Hatta kıçında bir sözlükle gezse ne yazar? Ben bu köpek suratın burada
işi ne diyorum.”
“Sen köpeklerden benden daha iyi anlarsın,” dedim Hintçe. “Ben buraya
köpeklerle değil, kime nerede nasıl saygı göstereceğini bilen adamlarla birlikte
geldim.”
Adam önce irkildi. Sonra hayretle başını iki yana salladı. Cüretime mi şa
şırmıştı yoksa Hintçeyi sokak çeteleri ağzıyla konuşmama mı emin değildim
doğrusu.
“Bu adam benim kardeşim,” dedi Abdullah, Ishmeet’e. “Ona edilen k
bana gelmiş sayarım.”
“Öyleyse neden doğruca sana söylemedim, İranlı?” diye sordu adam. |
“Allah aşkına, bir söylesene,” dedi Abdullah.
U
Bir an derin bir sessizlik oldu. Etrafımızda tahıl çuvalları, su testileri, içç.
Abdullah şüphesiz en az üç adamını indirecekti. Bizim de elimiz armu
rin sonradan intikam için burayı basmasını göze alamıyordu.
Gözlerini kocaman açtı. Gülümsemesini lekeleyen hurma kalıntısını far!
ettim.
“Abdullah’ın kardeşi,” dedi bana bakarak, “benim de kardeşimdir. Gelir
Birlikte bir
bhang
içelim.”
adamla aynı hizaya oturdum.
Ishmeet ileride motorları parlatan bir adama seslendi. “Raja! Bize sandaly
• I”
getir!
Adam, Abdullah, Fardeen ve Hussein’e tahta tabureler verdi. Başkaları d
uzun bardaklarda açık yeşil
bhang
ve kalın bir çubuk getirdi.
Marihuana sütünü Ishmeet gibi bir dikişte içtim. Ishmeet gürültüyle geğ
rip bana göz kırptı.
“Bizon sütü,” dedi. “En tazesinden. Bir damlası adamı kendine getirir. B
âlemin kralı olacaksan kendi bizonunu kendin yetiştireceksin.”
“Doğrudur.”
Çubuğu yakıp iki derin nefes çektikten sonra bana verdi. Burnundan çıka
dumanları bir taşın yarıklarından süzülen buhara benzettim. Ben de bir neft
aldım ve çubuğu Ishmeet’in sağ koluna verdim.
cek kasaları, baharat torbaları ve diğer malları taşıyan adamlar hâlâ hareke
hâlindeydi. İnsanlar hâlâ pencerelerinden sokağı izliyordu. Çocuklar hâlâ göl
gede oyun oynuyordu.
Ama Katil Motorlar üyeleriyle dördümüz arasındaki havaya tuhaf bir dut
günlük çökmüştü. Bu, bilinçli bir silahlara davranmama anıydı. Kanla güne
ışığı arasına sıkışan bir gölge.
Katil Motorlar tek bir kelimeyle çatışmayı başlatabilirdi. Ama Abdullah’;
saygıları vardı. Hem de korkuyorlardı tabii. Ishmeet’in gülümseyen gözlerin
baktım. Belli ki çuvaldan tahtının etrafına saçılabilecek cesetleri sayıyordu.
toplamayacaktı elbette. Avluda en az bir düzine Katil Motor vardı. Birçoğu d
etraftaki binalardaydı. Ishmeet böyle bir kavgadan sağ kurtulsa bile bizimkile
Abdullah’a baktım. Gözlerini Katil Motorlardan ayırmadan başını salla
dı. Çuval yığınına tırmanıp Ishmeet’in biraz aşağısına ama bana hakaret ede
DAĞ GÖLGESİ ■ 51
Deminki gergin anlar çoktan unutulmuştu. Çubuğu tüttürüp bir arkadaşı
na geçirirken dizime vurdu.
“Kadın artistlerden en çok hangisini seversin?”
“Eskilerden mi, yenilerden mi?”
“Yenilerden.”
“Karisma Kapoor.”
“Eskilerden?”
“Smita Patik Sen?”
“Her daim Rekha,” diye iç çekti. “Hepsinin kralı. Bıçak taşıyor musun?”
“Elbette.”
“Görebilir miyim?”
Bıçaklarımdan birini kılıfından çıkarıp ona uzattım. Açma kapama
mekanizmasını bir uzman edasıyla inceledi. Sonra pirinç sapını parmakları
arasında bir çiçeğin sapı gibi nazikçe tuttu.
“Güzelmiş,” dedi bıçağı kapayıp bana uzatırken. “Ustası kim?”
“Sassoon Limanı’ndaki Vikrant.”
“Ah, çok iyidir. Benimkini görmek ister misin?”
“Tabii,” dedim uzattığı bıçağı alırken.
Sokak dövüşüne uygun bir sustalıydı. Bilhassa sırtta derin ve geniş bir de
lik açmak üzere tasarlanmıştı. Sapı genişti ama bıçak kısmı hızla daralıyordu.
Kanın akışını kolaylaştırmak için kenarına çentikler atılmıştı. Bu testere dişler
vücuda yumuşak bir yerden saplanıp eti parçalar ve yaranın hemen kapanması
zorlaşırdı. Sapı pirinçti ve kapalı bir yumruğa rahat bir şekilde oturuyordu.
Kan çıkarmak için değil, öldürmek içindi.
“Umarım hiçbir zaman birbirimizle dövüşmek zorunda kalmayız,” dedim.
Bıçağı kılıfına koyarken sırıttı.
“Anlaştık,” dedi. “Sen ve ben dövüşmeyeceğiz.”
Bana elini uzattı. Duraksadım çünkü onun gibiler böyle sözleri ciddiye alır
dı. Ben de çetelerimiz düşman olursa onunla dövüşmeyeceğimin garantisini
veremezdim.
“Pekâlâ,” dedim eline vurup parmaklarını kavrarken. “Ne olursa olsun dö
vüşmek yok.”
Yine sırıttı.
“Sana söylediklerim için özür dilerim,” dedi Hintçe.
“Unut gitsin.”
“Aslında ben köpekleri severim. Kime sorsan söyler. Buradaki sokak köpek
lerine ben bakıyorum.”
“Boş ver. Önemli değil.”
“Ajay! Söylesene, ben köpekleri sevmez miyim?”
“Çok sever,” dedi Ajay.
“Şu köpek muhabbetini kesmezseniz, tekmeyi yiyeceksiniz,” dedi Ishm
Ya sabır çekercesine başını çevirdi.
“Abdullah? Sen benimle ne konuşacaktın?”
Abdullah tam ağzını açmıştı ki, avluya on tane işçi girdi. İki uzun, boş
arabasını çekiyorlardı.
“Yol açın!” diye bağırdılar. “Allah çalışanı sever. Çuvalları almaya gel
Eski çuvallar dışarı, yeni çuvallar içeri. Yol açın!”
Bununla birlikte başkalarının canına mal olabilecek bir işi müthiş
lakaytlıkla yapmaya koyuldular. Katil Motorlar’ın oturduğu taht dakik
içinde yerle bir oldu. Çuvalların üzerinde oturan adamlar kendilerini yı
buldu.
İşçiler çuvalları arabalara yüklemeye devam ederken Ishmeet düşmeme!
1
için kollarını iki yana açarak tahtından indi. Abdullah’ın tepesine dikildi. Bet
de oturduğum yerden kalktım.
Politikacı lakaplı Fardeen hemen kalkıp taburesini Ishmeet’e doğru itti.
Katil Motorların lideri, Abdullah’ın yanma oturdu ve sıcak çay getirmelerini I
söyledi.
Çaylarımızı beklerken işçiler de işlerini bitirdi. Deminki yığının yerinde!
şimdi yalnızca çıplak taşlar kalmıştı. En sert adamların bile gözlerinden yaş
getirecek kadar baharatlı, tarçınlı çaylarımızı içtik.
İşçiler açık alana yeni çuvallar getirmişti. Dakikalar içinde Katil Motorlar
için yepyeni bir taht şekillenmeye başladı.
Ishmeet belki de krallığının bu kadar çabuk yıkılmasının utancıyla ilgisini
bana yöneltti.
“Sen... yabancı.
Das Rasta y
t nasıl buldun?”
“
Ji
,” dedim beyefendiye denk saygınlıkta bir terim kullanarak, “Ben asıl
buraya nasıl bu kadar rahat gelebildiğimizi merak ettim.”
“Geleceğinizden haberimiz vardı,” dedi Ishmeet kibirli bir tavırla. “Kaç kişi
olduğunuzu ve düşman olmadığınızı biliyorduk. Dilip amca var ya? Hani şı
gazete okuyan ihtiyar?”
“Evet. Evinin içinden geçtik.”
“Doğru. Dilip amcanın koltuğunun altında bir düğme var. Ona bastı mı
avludaki zil çalar. Bize kimin geldiğini, dost mu düşman mı olduklarını o haber J
verir. Sadece Dilip de değil.
Das Rasta
'nın her yerde gözü kulağı var.”
Do'stlaringiz bilan baham: |