DÖRDÜNCÜ BOLÜM
O ,
rtalama bir hızla yeniden anayola çıktık ve Marine Caddesi’nin kıvrır
asfaltında ilerlemeye başladık. Şehrin silueti körfezin durgun sularına vur
muştu. Ara sıra yıldızların sudaki yansımalarına bakarak yeniden konuşmaya
başladık. Eve geldiğimizde hâlâ konuşuyorduk. Bekçiye selam verip motoru
park ettim.
“Sen çık,” dedim Lisa’ya. “Motoru sileceğim.”
“Şimdi mi?”
“Evet. Hemen gelirim.”
Lisânın ayak sesleri mermer basamaklarda yankılandığında bekçiye işaret j
ettim. Adam ne demek istediğimi şıp diye anlayarak Lisa’nın peşine takıldı.
Lisânın kapıyı açıp bekçiye iyi geceler dilediğini duydum. Yan kapıdan
usulca patikaya çıktım. Gürültü yapmamaya çalışarak otoparkın kenarındaki
çalılıklar boyunca yürüdüm.
Köşedeki büyük çalılığın arkasında biri gizleniyordu.
Bıçağımı çekip adamı ilk fark ettiğim noktaya doğru yürüdüm. Sonra adam
biraz ileride çalılıktan çıktı ve yürümeye başladı. Bana sırtı dönüktü.
Onu hemen tanıdım. Akrep George’du.
“Lin!” diye fısıldadı. “Lin? Orada mısın?”
“Ne işin var burada?” diye fısıldadım arkasından ve korkuyla sıçradı.
“Ah, sen misin? Ödüm bokuma karıştı.”
Kaşlarımı çatarak bir açıklama bekledim.
Güney Bombay’daki son büyük mafya hesaplaşmasından sonra yapılan
ateşkes anlaşması bozulmak üzereydi. Savaş görmeyen ya da barışa katkıda
bulunmamış gençler, büyüklerin kanlarıyla yazılan anlaşmayı hiçe sayıp it
dalaşma tutuşmuştu. Rakip çeteler birkaç kez bölgemize saldırmıştı. Sürekli
tetikteydim ve şimdi az kalsın bir arkadaşıma zarar vereceğim için kendime
kızıyordum.
“Ben size ne dedim? İnsanlara sinsi sinsi yaklaşmayın demedim mi?”
“Ö-özür dilerim. Be-ben...” Sinirli gözlerle etrafına bakındı.
Korku hâlâ boğazını sıktığı için konuşamıyordu. Onu oturtacak bir yer
aradım.
Akrep’i bizim otoparka sokamazdım. Adam tam bir sokak serseriydi. Üstü
başı perişandı. Komşulardan biri görürse şikâyet edebilirdi. Aslında aldırmaz
dım da zavallı bekçi işinden olabilirdi.
Akrep’i kolundan tutup karşıya geçirdim ve yıkık bir duvarın dibine götür
düm. Karanlıkta oturduk. Esrarlı bir sigara yaktım. İki nefes çekip ona uzattım.
“Ne iş?”
Sigaradan derin bir nefes çekti. “Şu takım elbiseli adam. CIA casusu.
Korkudan altıma edeceğim. Hiçbir bok yapamıyorum. Turistlerle konuşma
ya tırsıyorum. Hangi köşeyi dönsem karşıma çıkacak gibi geliyor. Arkadaşın
Naveen bir şey buldu mu diye merak ettim.”
Başımı iki yana salladım.
“Çocuklardan biri Bandra’ya kadar peşine takılmış ama parası bitince tak
siden inmek zorunda kalmış. Senin adamdan bir haber çıkmayınca belki sana
gelmiştir dedim.”
“Daha bir şey yok.”
“Korkuyorum, Lin.” Basbayağı titriyordu. “Adamı yokladık. İçki, uyuştu
rucu, kadın, hiçbiriyle işi yok. Bira bile içmiyor.”
“Merak etme. Neyin peşinde, er geç öğreneceğiz.”
“Çok garip.” Kaşlarını çattı. “Aklımı yitireceğim.”
Bir deste yüzlük çıkarıp eline tutuşturdum. Bir an duraksadı. Sonra paraları
cebine indirdi.
“Sağ ol, Lin,” dedi başını kaldırıp gözlerime bakarak. “Ben de yardım iste
meye gelmiştim zaten. Hani sokağa çıkamıyorum ya? Bekçi dışarıda olduğu
nu söyledi. Sonra seni Lisa’yla gördüm. Lisa’ya kendimi gösteremezdim tabii.
Onun yanında senden para istemek olmazdı. Gözündeki imajımı bozamam.”
“Hepimiz bazen paraya sıkışırız. Hem Lisa seni biliyor.”
Gözleri doldu. Hemen başımı çevirdim.
“Bana bak,” dedim onu tekrar sokağın karşısına geçirirken. “İkizleri de al,
Frantic’te bir oda tutun. Birkaç gün orada kalın. Biz de bu adam kimmiş, neyin
nesiymiş öğrenelim.”
“Tamam,” dedi titrek elini bana uzatarak. “Frantic güvenli midir dersin?”
“Sizi ve hayat tarzınızı kabul edecek tek otel orası maalesef.”
“Ah, anladım.”
“Sizin şu esrarengiz adam lacivert takım elbisesiyle resepsiyonu bile ge
mez. Ortalıkta gezmeyin. Oturun oturduğunuz yerde.”
lamam, Lın.
Uzun boylu dostumun arkasından baktım. Bir sokak serserisinin yavaş ’
kayıtsız gece yürüyüşünü benimsemişti. Amaç saklayacak bir şeyi olmayan d"
rüşt bir Joe imajı çizmekti. Kenar mahallelerde yine bir fare gibi hızlı yürü
r
çekti.
Bekçinin eline bir yirmilik tutuşturup mermer basamakları çıktım. Ben <
alırken Lisa banyonun kapısında durup Akrep George’un peşindeki beyaz ada
mın hikâyesini dinledi.
“İyi de kim bu?” diye sordu duştan çıktığımda. “Bizimkilerden ne istiyor?”
“Bilmem. Sana daha önce sözünü ettiğim adam Naveen Adair, avukat k
kuşu aldığını söyledi. Haklı olabilir. Naveen akıllı çocuk. Öyle ya da böyle 1
adamın kim olduğunu öğreneceğiz.”
Kurulanıp kendimi yatağa, Lisa’nın yanına attım. Başımı saten göğsüne
yasladım ve o açıdan çıplak vücuduna baktım.
“Rosanna seni sevdi,” dedi ayaklarını yana kaydırıp manzaramı zarifçe ka
payarak.
«r>
»
banmam.
“Neden? Ne oldu ki?”
“Hiç.”
“Dışarıda konuşurken bir şey olmuş. Yoksa kıza ters bir laf mı ettin?”
“Goa’dan bahsettik. Hepsi o.”
“Deme. Goa, Rosanna’nın yumuşak karnı.”
“Fark ettim.”
“Yine de seni sevdi.”
“Sanmıyorum dedim ya.”
“Sana kıl olması seni sevmediği anlamına gelmez ki.”
“Neden bahsediyorsun? Hiçbir şey anlamadım.”
“Dışarı çıktığımda sana bir tane patlatacak kadar kızgındı.”
“Öyle miydi? Ben uzlaştık sanıyordum.”
“Sana vuracak kadar öfkeliydi. Bu da senden hoşlandığı anlamına gelir.”
“Nasıl bir mantık bu?”
“Anlamıyor musun? Sana vuracak kadar öfkeliydi diyorum ve seni doğru
düzgün tanımıyor bile!”
Anlamamıştım ama bunda şaşılacak bir durum yoktu. Lisa’nın kendini ifa
de etme yollarına akıl sır ermezdi.
“Hah, şimdi oldu,” diye yalan attım.
“Seninle konuşurken şu meşhur vücut dili olayına girdi mi?”
“Neymiş o?”
“Beli ağrıyormuş gibi yapıp kalçalarıyla daire çizer.”
“Hayır.”
“İyi.”
“Neden?”
“Acayip seksi bir hareket de ondan. Bana yaptı. Sana yapmadı demek?”
“Eminim kalçalarını o şekilde oynatmasının bir mantığı vardır ama beni
hiç ilgilendirmiyor. Ha, Anushka nın vücut dilini sorarsan onu çözdüm.”
“Onunkini bir ayı bile çözer,” dedi koluma bir tane patlatarak.
Güldüm. “Nerede sahne alıyor demiştin?”
“Ben öyle bir bilgi vermedim.”
Ona Goa’dan getirdiğim deniz kabuklu bilezik her hareketinde çıngıl çın
gıl sallanıyordu. Elini silkeleyip bir an denizin melodisini dinledi. Sonra diğer
eliyle kabukları avuçlayıp susturdu.
“Doğru söyle çok mu sıkıldın? Yol yorgunuyken seni oraya sürüklediğim
için kendimi ne kadar kötü hissetmeliyim?”
“Yok canım. Hem arkadaşlarınla tanışma vaktim gelmişti. Ben de Rosanna’yı
sevdim. Frekanslarımız tuttu.”
“Sevindim. Onunla oldukça yakınız. Onu çekici buldun mu peki?”
“Efendim?”
“Dürüst olabilirsin,” dedi yatak örtüsünün kenarıyla oynayarak. “Ben de
buluyorum.”
“Ne?”
“Çok zeki bir kız. İşine bağlı. Cesur, yaratıcı, enerjik ve anlaşması kolay
biri.”
Lisa nın uzun, ince bacaklarına baktım.
“Biz şu anda tam olarak neden bahsediyoruz?”
“Rosanna’yı seksi buldun.”
“Ne?”
“Önemli değil. Bence de seksi.”
Elimi tutup bacaklarının arasına götürdü.
“Çok yorgun musun?”
Ayak parmaklarına baktım. Onları yukarı doğru çekip bir yelpaze gibi araladı.
“Kimse o kadar yorgun olamaz.”
Güzeldi. Onunla hep öyleydi. Birbirimize karşı aşkı anımsatan sevecen bi
t
tavrımız vardı. Belki ikimiz de bir gün biteceğini bildiğimiz için kalplerim
söyleyemediklerini vücutlarımızın söylemesine izin veriyorduk.
Soğuk su içmek için mutfağa gittim. Dönüşte ona da bir bardak getirip baş
ucuna koydum.
Bir süre onu seyrettim. Güçlü, güzel ve sağlıklıydı. Uyurken bir kedi gibi
kıvrılmıştı. Onun tutunduğu aşk kavramını ve benimkinden ne kadar farklı
olduğunu hayal etmeye çalıştım.
Sonra yanma uzandım ve vücudumu rüyasının kıyısına değdirmeye çalış
tım. Ayak parmakları benimkilerin üzerinde istemsizce kıvrıldı. Bedenim ke
sinlikle zihnimden daha dürüsttü. Dizlerimi büküp ona arkadan sarıldım ve
sevilmek için çırpınan kalbimi sırtına dayadım.
M
otosiklet kullanmak hızın en şiirsel hâlini tecrübe etmek demek. Zarif
bir çeviklikle ölümcül bir düşüş arasındaki incecik ayar sizi gerçeklik kavramı
na biraz daha yaklaştırır. Ve bütün gerçekler gibi içinde bir çarpıntı barındırır.
Motorun üzerindeki o ilahi anlarda zaman, mekân ve amaçların kekeme
akışından kurtulursun. Tekerlekler bir hava nehrinin üzerinde süzülür ve ruh
tamamen özgürleşir. Ne korkun kalır ne nefretin. Ne aşkın ne de kinin. İşte o
dakikalar benim gibi vahşilerin zarafete en çok yaklaştığı anlardır.
Sanjay Şirketi’nin kullandığı pasaport fabrikasına geldiğimde moralim ye-
rindeydi. Kestirmeyi değil, bilerek ve isteyerek uzun yolu seçmiştim. Yolculuk
zihnimi toparlamama yardım etmişti. Bütün bedenimde hissettiğim uysal bir
gülümseme hâli içindeydim.
Bu fabrika sahte pasaportları düzenlediğimiz ve üzerlerinde çeşitli oynama
lar yaptığımız ana merkezdi. Sanjay Şirketi’nin baş pasaport ve sahte kimlik
düzenleyicisi olarak hemen her gün en az birkaç saatimi burada geçiriyordum.
Kapıyı açtım ve motosiklet sırıtışım suratımda donup kaldı. Karşımda genç
bir yabancı duruyordu. Elini uzattı.
“Lin!” dedi elimi bir köy kuyusundan su çekercesine pompalarken. “Adım
Farzad. Girsene.”
Güneş gözlüğümü çıkarıp kendi ofisime buyur edilmenin şaşkınlığıyla içeri
doğru bir adım attım. Geniş odamın bir köşesine bir masa daha konmuştu.
Üzerinde yığınlarca kâğıt ve çizimler vardı.
“İki haftadır buradayım,” dedi Farzad. “Rahatsız olmazsın umarım?”
“Şartlara göre değişir.”
“Anlayamadım?”
“Kim olduğuna ve ofisimde ne aradığına bağlı.”
“Ah.” Güldü ve rahat bir tavırla masasına oturdu. “Çok basit. Ben senin
yeni yardımcımın.”
“Ben yeni bir yardımcı talebinde bulunmadım. Eskisinden memnundum;
“Ben yardımcın olmadığını sanıyordum.”
“O düzenden memnundum işte.”
Elleri kıyıya vuran balıklar gibi pat diye kucağına düştü. Uzun pencerelere
doğru yürüyüp aşağıdaki fabrikaya baktım. Orada da bazı değişiklikler vardı.
“Neler oluyor burada?”
Tahta basamaklardan zemin kata indim ve oraya yeni konan masalara vt
ışık kutularına doğru yürüdüm. Farzad peşimden koştururken bir yandan da
açıklamaya çalıştı. “Sahte belge departmanını genişletiyorlar. Eğitim olayına da
giriyoruz. Ben bildiğini sanıyordum.”
“Ne eğitimi?”
“Diploma, onur belgesi, doktora derecesi... Böyle şeyler işte. Beni de on
dan işe aldılar.”
■
Zınk diye durdu ve yeni masaların birinden bir belge almamı izledi.
Bengal’deki seçkin bir üniversitenin mühendislik diplomasiydi.
W
Belgenin üzerinde tanıdığım bir isim vardı. Balık pazarının orada iş tutan
tanınmış bir gangsterin oğluydu. Aptalın tekiydi ve Sassoon Limam’nın en
paragöz mafya bozuntusu velediydi.
“Beni şeyden işe aldılar,” diye kekeledi Farzad. “Şeyden... Be-ben master
yaptım da ondan. Diplomam sahte değil tabii.”
“Buyur buradan yak. Artık kimse felsefe okumuyor mu?”
■
“Babam felsefeci. Steiner’ın faydacılığını destekler.”
a
“Ağır ol. Daha sabah çayımı bile içmedim.”
il
Yan masaya geçip sahte bir belge daha aldım. Diş Cerrahisi Uzmanlığı.
Farzad yeniden açıklamaya çalıştı.
“Bunların hiçbiri Hindistan’da kullanılmayacak. Hepsi dışarıda çalışmak I
isteyenler için.”
“Aman ne rahatladım,” dedim sertçe.
Yüzünde güller açtı. “Oh, oh iyi. Şimdi çayını yollayayım mı?”
Bodur, çatlak fincanlarda çaylarımızı yudumlarken ondan hoşlanmama ye- 1
tecek kadar sohbet ettik.
Farzad küçük, aydın ve nüfuzlu Parsi zümresindendi. Yirmi üç yaşındaydı, 1
bekârdı, annesi, babası ve ailesinin diğer üyeleriyle bir zamanlar oturduğum I
gecekondu mahallesine yakın, büyük bir evde yaşıyordu.
Üniversiteden sonra Amerika’da iki yıl lisansüstü eğitim görmüştü. Sonra j
da Boston’da bir şirkette çalışmaya başlamıştı. Daha ilk yılında şirketin patro- ;
nunun yürüttüğü bir saadet zinciri dolandırıcılığına karışmıştı.
Farzad işvereninin dalaveresine doğrudan ortak olmamıştı ama gizli he
saplara yapılan para transferlerinde adı geçiyordu. Tutuklanması söz konusu
olduğunda ölüm döşeğindeki amcasını ziyaret etme bahanesiyle Hindistan’a
dönmüştü.
Amcası Keki’yi iyi tanırdım. Güney Bombay mafyasını yöneten
Khaderbhai’nin baş danışmanıydı. Yeraltı meclisinde saygın bir yere sahipti.
Keki ölürken oğlu gibi sevdiği genç yeğeni Farzad’ı mafya şirketinin yeni baş
kanı Sanjay Kumar’a emanet etmişti.
Sanjay, Farzad’ı yanına almış ve Amerika’ya dönmediği sürece güvende
olacağını söylemişti. Ben Goa’dayken de onu sahte pasaport fabrikasında işe
sokmuştu.
“Hindistan’dan müthiş bir göç dalgası var,” dedi Farzad ikinci çayını yu
dumlarken. “Göreceksin bütün kısıtlamalar kalkacak.”
“Hım?”
“Kanunlar gevşeyecek, insanlar Hindistan’dan kolayca çıkıp yine kolay
ca buraya geri dönebilecek. Burada ve yabancı ülkelerde iş kurup para akı
şını devam ettirecekler. Ve bütün bu insanlar Amerika’da, Londra’da ya da
Stockholm’de, veyahut Sydney’de onlara daha iyi imkânlar sunabilecek bu bel
gelere ihtiyaç duyacak.”
“Pazar büyük diyorsun?”
“Hem de nasıl. Daha başlayalı iki hafta oldu, talepleri karşılamak için çift
vardiya çalışıyoruz.”
“Çift vardiya! Deme ya?”
“Hem de tam gaz. Yeminle bak.”
“iyi güzel de, diyelim bizim müşterilerden biri sahte mühendislik diplo
masıyla bir köprü inşaatında işe alındı, o zaman ne olacak? Ya köprü çöküp
yüzlerce adam ölürse?”
“Stres yapma, arkadaşım,” dedi. “Birçok ülkede sahte bir diploma ancak ka
pağı oraya atmana yarar. Yerel standartları yakalamak için yerleşmek istediğin
ülkedeki mercilerden onay alman gerekir. Hem bizim Hintlileri bilirsin. Bir
kere kapıdan içeri almaya gör, evi de satın alırlar, onun yanındaki evi de. Sonra
bir bakmışsın sokağına göz koymuşlar. Onu da mı aldılar, eski ev sahiplerini
kiraya bağlarlar. Bizim milletin özelliği bu, arkadaşım.”
Farzad temiz yüzlü, dürüst bakışlı bir gençti. Tanışma gerginliğini üzerin
den attıktan sonra, gözlerinde dingin bir ifade belirmişti. Belli ki, geleceğe
daima umutla bakan biriydi. Yuvarlak, dolgun dudaklarında hep bir gülümse
me titreşiyordu. Teni açık renkti. Sarı saçlarıma rağmen güneşten bronzlaşan
yüzümle ben bile ondan daha esmerdim. Batı şıklığındaki kotu ve ünlü bj
t
markaya ait ipek gömleğiyle ailesi üç yüz yıldır Bombay’da yaşayan birinden
çok, bir turiste benziyordu.
Yüzü lekesizdi. Ne bir yara izi vardı ne de sararan bir çürüğü. Sevimli ko
nuşmasını dinlerken bu adamın hayatında değil bir kavgaya karışmayı, belki de
yumruğunu bile sıkmadığına hüküm getirdim.
Onu kıskanmıştım. Zira geçmişimin yıkık tüneline baktığımda ben haya
tım boyunca dövüşmüş gibiydim.
Büyüdüğüm işçi mahallesinde erkek kardeşimle benden başka Katolik ço
cuk yoktu. İşçi sınıfından kaba saba komşularımızla her akşam sabırla okul
otobüsümüzün gelişini bekler ve kendimizi eve dar atardık. İstisnasız her gün!
Bu rutin hiç kırılmadı. Alışveriş merkezine gitmek düşman hattına girmek
gibiydi. Yerel milisler ya da sokak çeteleri dışarıdan gelenlere yalnızca fakirlerin
fakirlere gösterdiği türden bir gaddarlıkla saldırırdı. Bizim mahallede karate
öğrenmek ve boks kulübüne yazılmak hayati bir önem taşırdı.
Dövüşecek cesareti olan her çocuk bir dövüş sanatı öğrenir ve sık sık öğ
rendiklerini uygulama imkânı bulurdu. Cuma ve cumartesi akşamları yakı
nımızdaki hastanenin acili gencecik çocuklarla dolup taşardı. Suratına bil
mem kaçıncı dikişi attıranlar mı istersiniz, burnu üçüncü kere kırılanlar mı?
Hepsinden vardı.
Ben de onlardan biriydim. Hastanedeki rapor dosyam bir Shakespeare tra
jedisinden kalındı. Ve bu, hapisten önceydi.
Farzad’ın almayı planladığı arabayla ilgili nasıl para biriktirdiğini ve hoş
landığı kıza çıkma teklif etme planlarını dinlerken hep belimdeki iki bıçağın
baskısını hissettim. Evdeki dolaplardan birinin gizli bir çekmecesinde iki tane
silah ve iki yüz tane mermi vardı. Eğer Farzad’ın bir silahı yoksa ve kullanmayı
düşünmüyorsa yanlış meslekteydi. Eğer dövüşmeyi ve bir dövüşü kaybetmenin
nasıl bir his olduğunu bilmiyorsa yine yanlış meslekteydi.
“Sanjay Şirketi’ne girmişsin,” dedim. “Çok ileriyi planlama.”
“Sadece iki yıl,” dedi. Zamanı ve bütün vaatlerini avucunda tutmak ister
cesine ellerini kavuşturdu. “Bu meslekte iki yıl kalacağım. Sonra kenara koy
duğum parayla kendime ufak bir iş açacağım. Amerika için Yeşil Kart almak
isteyenlere danışmanlık hizmeti vereceğim. Bak, demedi de. Bu sektörde umut
»
var.
“Fazla göze batma,” dedim kaderin ve şirketin ona istediği yılları vereceğini
umarak.
“Ah, tabii. Ben...”
Masamda çalan telefonla lafı yarım kaldı.
“Açmayacak mısın?” diye sordu birkaç çalıştan sonra.
“Telefonları sevmem.”
Telefon hâlâ çalıyordu.
“Öyleyse neden telefonun var?”
“Yok. Hepsi ofisin. Sesinden rahatsız olduysan aç.”
Ahizeyi kaldırdı.
“Günaydın. Ben Farzad,” dedi telefonu kulağından uzak tutarak.
Hattın diğer ucundan yemek yiyen bir köpeğin homurdanmasını andıran
bir ses geldi. Farzad ahizeye dehşetle baktı.
“Bana,” dedim, telefonu uzattı.
“
Do'stlaringiz bilan baham: |