754 ■
Gregory David Roberts
Az sonra gökyüzü mavi elbisesini giydi. Sesler silkinerek uyandı. Biri ba
ğırdı. Biri güldü. Bir kuş cıvıldadı ve güvercinler yeni aşk melodileri besteledi.
Karla yine uyudu. Onunla huzurluydum. İnsanın yalnızca uyuyan aşkının
yanında duyabileceği türden bir dinginlik vardı üzerimde. Ama Abdullah’ı her
düşündüğümde aklımdaki kurşun yaraları yeniden kanıyordu.
Abdullah disiplinli bir adamdı. Dostlarına ölümüne bağlıydı. Ve onurunu
zedeleyecek kadar acımasızdı ki, ben de kendimce öyleydim.
Idriss’in avutucu kelimeleri bir dalga misali zihnimin kıyılarına vurduğun
da nihayet uyudum.
Aşkın sırrı, bizi nasıl insanlara dönüştüreceğidir
, demişti Idriss.
Aşkın sırrı
bizi nasıl insanlara dönüştüreceğidir
, diye tekrarladım dalmadan önce.
Ertesi sabah uyandığımızda, kelimelerin fısıltısı muson mevsiminin ilk çi-
seltisine dönüşmüştü.
Az sonra sağanak gökyüzünü denizlerle doldurur, yağmur damlaları
rüzgârda savrulan ağaçların omuzlarından akarken kampa döndüğümüzde, ge
cenin yaraları hâlâ kapanmamıştı.
Toprakta beliren incecik derelerden sular akıyor, kanatlarını özgürce çırp
maya hasret kuşlar dallarda birbirlerine sokuluyordu. Bitkiler daha önce ufacık
kesme işaretleri idiyse, şimdi kocaman paragraflar olmuşlardı. Kışın yılanlar
gibi pinekleyen sürgünler şimdi yeşilin bu en canlı tonunda arsızca yeryüzüne
yayılıyordu. Gökyüzünün vaftiz ettiği dünya yeniden doğmuştu ve dağın bir
yıllık tozuyla kanı umutla yıkanıyordu.
^^ağmur mevsiminin ilk haftasının sonunda, Silvano’yla öğrenciler
nadir
rastlanan güneşli bir yağmurda dans ederken ve Idriss bile bastonuna yaslanıp
birkaç figür yaparken, Karla’yla dağdan son kez indik.
Doğa belki de bu dik yokuşu birkaç yıl içinde topraktan silecekti. Idriss’le
öğrencileri kampı terk edip Varanasi’ye gittiğinde, mağaraların girişlerini
otlar
bürüyecekti.
Idriss’i bir daha görebilecek miydik, ikimiz de bilmiyorduk. Otobanda gi
derken bundan sonra sadece anılarımızda ve fikirlerimizde yaşayacak bilge ha
yalet Idriss’ten alıntılar yaptık. Kim bilir, belki o da daha şimdiden
Abdullah
gibi bizim zamanımızdan göçüp gitmişti.
Kara bir bulutla yarışarak yarımadanın doğduğu yere vardık. Motoru
Amritsar Otel’in kemerinin altına park ettiğimizde yeni bir fırtına patladı.
Kuvvetli rüzgâr bizi dört bir koldan sararken birbirimize tutunup güldük.
Fırtına dindiğinde
ben motoru temizledim, Karla tamirci bir medyum edasıyla
onunla konuştu.
Lobi değişmişti. Jaswant’ın gizli dolabının yerinde cam kapaklı bir buz
dolabı duruyordu. Müdür koltuğu hâlâ yerli yerindeydi ama Jaswant ahşap
resepsiyon masasını laminant bir tezgâhla değiştirmişti.
Jaswant yine kravatı ve takım elbisesiyle son derece fiyakalıydı.
“Hayrola, Jaswant?” diye sordum etrafı göstererek.
“Yeniliklere daima kucak açmalıyız,” dedi. “Merhaba, Bayan Karla. Sizi ye
niden görmek ne güzel.”
“Yine çok şıksın,” dedi Karla.
“Teşekkürler, Bayan Karla. Nasıl? Yeni takımım üzerime tam oturmuş mu?”
“Kalıp gibi. Gel, kucaklaşalım. Ama dikkat et. Sırılsıklamım.”
Yeni masayı hâlâ şüpheyle süzüyordum.
“Ne var?” diye sordu.
Do'stlaringiz bilan baham: