CHAPTER 7 – ERGENEKON
225
yerine getirmek mümkün değil. Biz bu alemi her şeye rağmen içimizde
yahut beynimizde taşıyoruz. Kendi mülkümüzü, kendi insanlarımızı,
kendi manzaralarımızı hep onun arkasına görüyoruz.
Bir yaylı araba içinde kâh bağdaş kurarak, kâh diz çökerek, kâh yan
gelip uzanarak bin zahmetle geçtiğimiz bütün dağları, bütün vadileri,
bütün ovaları ve yaylaları insan eliyle çizilmiş, insan eliyle boyanmış
birtakim ekzotik lahvalara bakar gibi seyrediyorum. Kanımı bu
dağlardan akan kuru duru sulara karıştırmak ruhumun derinliğini bu
vadilerden almak ve bütün varlığımı bu ovalara, bu yaylara saçmak
mümkün değil mi? Ne gezer!
Anadolu’yu tabiat bakımından içimize sindirmek ve ta bağrımızda
duymak söyle dursun, bu mutlu ülkenin ahalisini bile özden görüp
öğrenmek kabil olamıyor. Ufak tefek seciye farklarıyla bizim dilimizi
konuşan, bizim dinimizden ve bizim cinsimizden olan bu insanları bile
gerektiği kadar kaynaşmakta epeyce zorluk çekiyoruz. Bütün
hareketlerini acayip buluyoruz. Konuşuşlarında, düşünüşlerinde ya
alayımız yahut acımamızı veya hayret ve şaşkınlığımızı çeken özelikler
keşfediyoruz. Kısaca daima bir Anadolu, bir de biz varız. Onun da bizi
böyle gördüğüne hiç şüphe yoktur. Kim bilir o da bizi ne kadar tuhaf
buluyor. Şivemiz ona ne kadar çetrefil, tavır ve edamız ne kadar kırık
dökük, fikirlerimiz ne kadar sakat, sözlerimiz ne kadar yanlış geliyor.
Anadolu kendine göre bir giyinişi, bir yürüyüşü, bir konuşuşu olduğu
gibi, kendine göre de bir mantığı var. Onlar dünyayı bizim gördüğümüz
tarzda görmüyorlar. Her adımda bizi onlardan ayıran uçurumun ne
kadar derin olduğunu hissediyorum: Acaba, diyorum, bunları bize veya
bizim onlara uymamız mümkün müdür? Fakat, bunun mümkün olup
olmadığını anlamadan önce, hangimizin en doğru yolda bulunduğumuzu
sezmek ve bilmek gerekiyor.
Çankırı’da geçirdiğim bir gece müthiş bir tahta kurusu hücumundan
uyumağa imkân bulamıyarak kasabanın içinde dolaşmağa başladım. Bu,
herkesin sahuru beklerken kahvelerde oturduğu veya tekkelerde zikrettiği
bir Ramazan gecedi. Bütün minarelerden Temcit sesleri duyuluyor. Bu
sesler o kadar coşkun ki, birdenbire cezbesi tutmuş bir sürü derviş,
kasabanın içinde ilahiler okuyarak, nefesler söyliyerek dolaşıyor sandım
ve sokaklarda bunlara rasgelmek için dolaştım. Neden sonra anladım ki,
bu sesler minarelerden geliyor. Hiç şüphesiz bir yabancı da böyle bir
yerde ve böyle bir gecede kendini benim kadar garip hisseder ve bu
Temcit seslerinin kaynağı ona da bu derece meçhul kalabilirdi. Hele bu
seslerin fışkırdığı bağırların derinliğe inebilmek kim bilir ne kadar zor
bir iştir. Bütün gün dukkân adı verilen tahtadan inlerinde, birkaç
semerle bir iki tutam urgan arasında birer Buda heykeli hareketsizliğiyle
duran Çankırılıları gece iftardan sonra böyle minarelere çıkartıp
bağırtan heyecanın nevini, mahiyetini tayin etmek diyebilirim ki bizim
için imkân dışındadır.
Son zamanlarda halka doğru gitmek istiyen İstanbullu aydın gençlik, bu
amaca ulaşabilmek için kendisinden ne kadar çok şey feda etmeğe, bir
Do'stlaringiz bilan baham: |