Lügat ehli, ibadetin; huzu ve tezellülün (boyun eğme ve teslimiyetin) nihayeti anlamına geldiğini ifade etmişlerdir. Onların dediğine göre ibadet, huzu mertebelerinin en üstünü olduğu için de, sadece vücud ve kemal mertebelerinin en üstününe, nimet ve ihsan mertebelerinin en büyüğüne sahip olan bir kimse için layıktır. Bu açıdan Hakk’tan gayrisine ibadet şirktir. Farsça tapma ve kulluk anlamına gelen ibadet belki de hakikatte bu anlamdan daha geniştir ve o da yaratıcı ve Allah için huzu ve teslimiyetten ibarettir. Bu açıdan bu tür bir huzu; mabudu, ilah veya ve mazharı kabul etmekle birliktedir. Bu açıdan Hak Teala’dan gayrisine ibadet şirk ve küfürdür. Ama bu anlam hususunda bir yakin ve itikat olmadığı taktirde, her ne kadar huzunun nihayeti ifade edilse de, küfür ve şirke sebep olmamaktadır. Gerçi onun bazı türleri haramdır. Tıpkı huzu için alnını toprağa dayamak gibi. Bu gerçi ibadet ve takva değildir, ama zahiren şer’i açıdan yasaklanmıştır. O halde mezhep sahiplerinin mezhep büyüklerine gösterdikleri saygı onların her şeyde –vücudun aslında ve kemalinde- Hak Teala’ya muhtaç, kendileri hakkında bir fayda, zarar, ölüm ve hayata malik olmayan salih kullar, ubudiyet vasıtasıyla Hak Teala'nın inayetine mazhar ve ilahi dergaha yakın ve Allah’ın ihsanlarının vesileleri olduğu inancıyla birlikte olursa, bu hiçbir şekilde şirk ve küfür değildir. Zira Allah’ın has kullarına saygı göstermek Allah’a saygı göstermektir ve Allah’ın has kullarını sevmek, Allah’ı sevmektir.1
Allah’ın birliğine şahadette bulunan – ki şahit olarak Allah yeter- gruplar arasında vahiy ve ismet Ehl-i Beyt’inin, ilim ve hikmet hazinelerinin bereketiyle, beşer ailesinin tüm taifelerinden, Hak Teala’nın tevhid, taktis ve tenzihinde en seçkin olanı, şüphesiz on iki imama inanan Şia grubudur. Usul-i Kafi ve Tevhid-i Şeyh Seduk gibi akaid kitapları ve celil ve yüce olan Hak Teala’yı tevhit ve taktis hususunda Masum İmamlar’ından nakledilen dua ve hutbeler böyle bir ilmin beşer arasında geçmişinin olmadığına tanıklık etmektedir. Hak Teala’yı hiç kimse ilahi vahiy olan mukaddes kitaptan ve kudret eliyle yazılan Kur’an-ı Şerif’ten sonra onlar gibi takdis ve tenzih etmemiştir.
Şia bütün asırlarda böylesine tevhid, tenzih ve masumiyet ehli İmamlar’a tabi olmuş ve onların apaçık bürhanlarıyla Hakk’ı tanıyıp tenzih ve tevhid derecesine ulaşmışlardır. Ama buna rağmen akaid ve kitaplarından ilhad kokan bazı taifeler, bu Şia grubuna dil uzatmış ve sahip oldukları batınî düşmanlık vasıtasıyla, ismet Ehl-i Beyt’ine tabi olanları şirk ve küfür ile suçlamışlardır. Bu marifet ve hikmet pazarında her ne kadar bir değer ifade etmese de, maalesef nakıs kimseleri, ve cahil halkı ilim kaynağından uzaklaştırmakta ve cehalet ve şekavete sevketmektedir. Bu insanlığa karşı işlenmiş bir cinayettir ve hiçbir şekilde bunu telafi etmek mümkün değildir. Zira şer'i ve akli ölçüler hasebiyle de bu kusurlu cahil ve çaresiz kimselerin günahı, söz konusu insafsız kimselerin boynunadır. Zira onlar kendi birkaç günlük hayali menfaatları yüzünden, ilahi hüküm ve marifetlerin yayılmasına engel olmakta ve beşer türünün sefalet ve şekavete düşmesine sebep olmaktadır. Hayr’ul beşer (insanların en hayırlısı) olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) bütün zahmetlerini zayi etmektedirler. Bunlar vahiy ve tenzil hanedanının kapılarını halkın yüzüne kapatmışlardır. Allahım! Onlara çok lanet gönder ve onları elim bir azapla azaplandır.
* * *
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Bizleri doğru yola hidayet et.”
Ey aziz! Şunu bil ki Hamd suresinde marifet ve riyazet erbabının sülûk keyfiyetine işaret edilmiştir ve “iyyake na’budü” (sadece sana ibadet ederiz) hakikatine kadar sülûkun bütün keyfiyetinin, halktan Hakk’a olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla sâlik olan kimse ef’ali tecellilerden, sıfati tecellilere, oradan da zatî tecellilere terakki eder, nuranî ve zulmanî hicaplardan çıkar ve huzur ve müşahade makamına ulaşırsa, tam bir fena ve tümel bir yok oluş mertebesi hasıl olur. İlallah seyri bitince de ubudiyet ufkunun batımına ve maliki yevmiddin”deki malikiyet saltanatının doğuşuna yakınlaşır. Bu seyr-u sülûkun sonunda da istikrar ve yerleşme haleti ortaya çıkar. Sâlik olan kimse kendine gelir ve “sahv” (kendine gelme) makamı hasıl olur. Burada kendi makamına teveccüh eder. Lakin bu teveccüh; Hakk’a teveccühün halka teveccühe bağlı olduğu Allah’a dönüş halinin tam tersidir. Başka bir ifadeyle Allah’a doğru sülûk halinde halk ile ilgili hicaplarda, Hakk’ı görür, ama “maliki yevmiddin”de hasıl olan tümel fena mertebesinden dönüşten sonra, Hakk’ın nurunda, halkı müşahade eder. Bu yüzden de “iyya” ve “kaf” zamirlerini takdim edip “İyya kena’budu” diyerek kendi zatına ve ibadetine hitap eder. Çünkü bu haletin sabit olmaması da mümkündür ve bu makamda sürçmeye düşülebilir. Dolayısıyla kendisinin sebat ve lüzumunu “ihdina” sözüyle Hak Teala'dan talep eder. Nitekim “ihdina” cümlesi “elzimna” “bizimle ol, bizi kendi halimize bırakma” diye tefsir edilmiştir.
Bilmek gerekir ki zikredilen bu makam ve beyan edilen bu tefsir, marifet ehlinden kemal sahipleri içindir. Onların birinci makamı ise Allah’a seyrin dönüş makamında, Hak Teala onlarla halk arasına hicap olur. Onların kemal makamı büyük berzah haletidir. Orada ne halk Hakk’a hicap olur –biz örtülüler gibi- ve ne de Hak halka örtü olur. Tıpkı iştiyak sahibi vuslata erenler ve cezbeye kapılan fenaya ermiş kimseler gibi. O halde onların sırat-ı mustakimi Hakk’ın sıratı olan iki neşet arasındaki orta berzah haletidir. Dolayısıyla “ellezine enamte aleyhim” cümlesinden maksat, Hak Teala’nın Hz. İlmiye’de feyz-i akdes tecellisiyle kabiliyetlerini taktir ettiği ve tümel fena makamından sonra kendilerini, kendi memleketlerine döndürdüğü kimselerdir. Bu tefsir esasınca gazaba uğramış kimseler, vuslata ermeden önceki örtü ehli kimselerdir. Sapmışlar ise Hak’ta fenaya erenlerdir.
Kemal sahibi olmayan kimseler, eğer sülûka daha girmemişlerse, bu işler onlar hakkında geçerli değildir. Onların sıratı, şeriatın zahiri sıratıdır. Bu yüzden de sırat-ı mustakim din, İslam ve benzeri şeyler diye tefsir edilmiştir. Ama eğer sülûk ehli kimseler iseler, hidayetten maksat yol göstericilik ve sırat-ı mustakimden maksat ise Allah’a vuslat yolunun en yakınıdır ve o Allah Resulünün (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’inin yoludur. Nitekim Allah Resulü (s.a.a), hidayet imamları ve Müminlerin Emiri Ali (a.s) diye tefsir edilmiştir. Rivayette de yer aldığına göre Resulullah düz bir çizgi çizdi ve etrafına da çeşitli eğri çizgiler çizerek, “Bu ortadaki düz yol bendendir”1 diye buyurdu. Allah-u Tealanın: “Sizleri orta bir ümmet kıldık”2 sözündeki orta ümmetten maksat da, mutlak ifadeyle mutlak şekilde ortada oluş anlamını içermektedir. Bunlardan biri de ruhi kemaller ve marifetlerin orta oluşudur ve bu da büyük berzahiyet makamı ve büyük orta oluştur. Bu yüzden bu makam da, Allah’ın kemal sahibi velilerine mahsustur. Nitekim rivayetlerde de yer aldığına göre bu ayetten maksat, Hidayet İmamları’dır (a.s). İmam Bakır (a.s), Yezid bin Muaviye İlciye şöyle buyurmuştur: “Vasat ümmet biziz, Allah’ın halk üzerindeki şahitleri biziz.”3 Başka bir rivayette ise şöyle buyurmuştur: “Aşırı giden bize döner ve geride kalan bize katılır.”4 Bu hadiste de zikredilen şeylere bir işaret vardır.
Do'stlaringiz bilan baham: |