“Techne Poetika”
adlı hitabet sanatını irdeleyen yapıtı aracıyla gündeme
getirmiştir. Gerçekte konuşma sanatı anlamına gelen ve o günün önde ge-
len hatiplerinin sonradan kaleme alınmış söylevlerini inceleme gereci kul-
lanan Aristoteles’in ilk amacı, gençleri hitabet konusunda eğitmektir. An-
tik çağda hatipler, söylevlerini yazılı metne dayalı olarak değil, kendileri
42
ve dinleyiciler arasında sözlü kültürün bir uzantısı olarak karşılıklı konuş-
maya dayalı olarak sürdürmüşlerdir. Bununla birlikte, hatip konuşmasını
bitirdikten sonra, konuşulanlar yazıya dökülmüştür. Aristoteles bu yazılı
malzemeden yola çıkarak dinleyici üzerinde istenilen etkiyi yaratmak için
gerekli ölçüt ve ilkeleri saptaya çalışmış ve bu yapıtı aracılığıyla hitabete
yazınsal olduğu kadar bilimsel de bir nitelik de kazandırmak istemiştir.
Savory’nin bu dönemdeki söylev sanatıyla ilgili olarak öne sürdüğü “ele-
gantia, composito, ve dignitas” üç öğe, Aristoteles’in
Hitabet Sanatı
adlı
yapıtındaki üç ilkeyi dile getirmektedir. Buna göre, hitabetin temel ama-
cının açıklama ve ikna etme olduğu düşünülecek olursa, hatibin karşı sav-
dan yola çıkarak dinleyiciyi ikna edebilmesi, her şeyden önce ifadenin
açıklığa kavuşturulmasına bağlıdır (Savory 1957: 70). Bu ise, sözcüklerin
seçilmesini (elegantia), bu sözcüklerin doğru olarak yerleştirilmesini
(composito) ve son olarak da duygu ve düşüncelerin doğruluğu koşullarını
beraberinde getirir (dignitas). Savory'nin saydığı bu üç özellik, gerçekte
çeviribilimsel ve dilbilimsel açıdan bağlaşıklık ve bağdaşıklık kavramla-
rının, kısacası metinsellik kavramının Aristoteles’ten başlayarak sorgu-
landığını gösterir. Bu, aynı zamanda sözlü kültür ürünü destanların tekrara
dayalı kalıpları aşamayan koşut yapısından uzaklaşarak, soyut çözümle-
meli düşünceyi ve buna bağlı olarak metinselliği öne çıkaran düz yazı ge-
leneğine geçişin bir işareti olarak da değerlendirilebilir.
Aristoteles yapıtında hitabetten farklı olarak yazılı metne dayalı olarak
oynanan dönemin tiyatro yapıtlarını da incelemiştir. Yunan tiyatrosunda
olay örgüsünün yükseliş, düğüm ve iniş şeklinde geliştiğini saptamıştır.
Bu ise, tiyatronun sözlü bir edim olmasına karşın metinsellik konusunda
yazılı bellek süreçlerinin geçerli olduğunu göstermektedir. Horatius’un da
Ars Poetika
adlı yapıtında, Homeros’un destanlarında olaya baş, orta ve
son şeklinde bir öykü çizgisi yerine olaya orta yerinden girildiğinin (in
medias res) belirtilmesi yazılı bilincin geliştiğini gösterir (Ong 1995: 167).
Öte yandan, Aristoteles ve Horatius’un destan, hitabet ve tiyatro gibi me-
tin türleri üzerinde üründen yola çıkarak yazılı bellek süreçleriyle ilgili
saptamaları, günümüzde bile geçerliliğini korumakla birlikte, çeviri konu-
suna hiç değinmemeleri, onların da dönemin siyasal ve toplumsal koşul-
larından etkilendiklerini gösterir. Kuşkusuz çevirinin gerçek anlamda
gündeme gelmesi, erek ekinin kendi yazınsal türlerini oluşturmasına bağ-
lıdır. Ancak yukarıda kısaca değinilen Aristoteles ve Horatius’un yapıtla-
rından da anlaşılacağı gibi, çevirinin başta eğitim olmak üzere, yazılı kül-
türü tetiklediği ve çeviri etkinliğiyle birlikte yazınsal alanın sorgulanmaya
43
başladığı ortada bir gerçektir. Bir başka deyişle, Antik yunanda çevirinin
yazınsal çoğul dizge kuramına göre çevresel bir konumda bulunmakla bir-
likte, hitabet, tiyatro gibi yeni yazın türlerini getirdiği söylenebilir. Ne var
ki, çevirinin o dönemdeki başlıca işlevinin öncelikle bilginin eksiksiz ve
doğru aktarılması olduğundan, çeviri denince akla ilk gelen “sözcüğü söz-
cüğüne çeviri” olacaktır. Mısır ve Babil uygarlığından çeviri yoluyla gör-
gül bilimlere dayalı yapıtların çevrilmesine temelde gereksinim duyuldu-
ğundan, başlangıç aşamasında akla çeviride metinselliğin aranması gibi
sorulardan çok, doğru bilgiye ulaşma kaygısı ağırlık kazanır. Bu durumda
dönemin düşünür, yazar ve hatipleri yabancı ekinden çeviri yoluyla gelen
bilgi ve düşüncelerden yola çıkarak kendi öznel düşüncelerini savunma
veya yeni bilgi ve düşünceler üretme olanağı bulur. Bundan böyle, çeviri
çevresel bir konumda da olsa, erek ekinde yeni yazınsal türlerin ve bilgi-
lerin yerleşmesinde ister istemez sıçrama tahtası vazifesi görür.
Yunan uygarlığından Roma uygarlığına geçildiğinde, çevirmenin var-
lığının artık kabul edildiği anlaşılır. Bu, hem yazının artık Latin dünya-
sında içselleştiğini, hem de Romalıların “sahiplik” veya “mülkiyet” kav-
ramından yola çıkarak günümüz yasal anlayışının temellerini attığı görü-
lür. Örneğin, Platon’un Phaedrus'ta Sokrates aracılığıyla yazıya başkaldı-
rısı gerçekte yazılı kültüre karşı olmasından çok, bilginin ilk sahibi olarak
Mısır Uygarlığını yadsımasından kaynaklanırken, Romalılar bu konuda
çağdaş hukuk anlayışına daha uygun bir tutum sergileyerek, bilgiyi Yu-
nanlılardan aldıklarını kabul etmişler ve bir şeyin hem “aslı” hem de
“kopya”sının, bir başka deyişle, hem özgün olanın, hem de çevirinin var-
lığını kabul etmişlerdir. Binlerce yıl sonra Cumhuriyetimizin kuruluşu
aşamasında aynı çeviri anlayışının, bu kez kültürel üstünlük kaygısından
çok, ulusal kimliğin bulunarak ülkenin bütünlüğünün sağlanması ama-
cıyla hüküm sürmesi, bir rastlantı değil, çeviribilimin uzun bir süreçten
geçtiğinin kanıtıdır. Öyle ki, Cumhuriyetimizin kuruluşunun hemen ardın-
dan, (tercüme dergilerinin çıkartılmasıyla birlikte yaşanan yoğun çeviri
etkinliği sırasında) Ezra Erhat'ın “Latince İlk Edebi Eser Bir Tercümedir”
başlıklı yazısında çıkan “Bir Yunan eserini taklit veya tercüme ederken
Romalı kendi kendini tanımayı öğrenir, kendi milli vasıflarına daha yak-
laşır, müdrik olur” (Erhat 1940: 273) şeklindeki sözleri, çeviriye yeni kül-
türün oluşmasını tetikleyen bir araç olarak bakıldığını gösterir. Çeviri et-
kinliğinin bu şekilde toplumsal ve kültürel etkisinin büyüklüğüne karşın,
daha Antik çağdan başlayarak siyasal nedenlerle bilimsel bir nitelik ka-
44
zanmaması, gerçekte çevirinin öteki bilim dallarından tarihsel ve uygu-
lama alanındaki deneyim eksikliğinden değil, çoğu kez siyasal nedenler-
den kaynaklanmıştır. Günümüzde bu etkinliğin önemini yadsımak, ger-
çeği yadsımak anlamına geldiği gibi, bilimsel gerçekliğin tarafsızlığına ve
nesnelliğine gölge düşürmek anlamına da gelir. İşte bu yüzden, Işın
Bengi-Öner’in, çeviribilimin çeviri olgusuyla birlikte doğup, gelişen bir
süreç olduğu şeklindeki savının altının özellikle çizilmesi gerekir.
Do'stlaringiz bilan baham: |