III. BÖLÜM
3.1. TAHİR’ÜL MEVLEVİ’NİN İSLAM TARİHÇİLİĞİ
Tahir’ül Mevlevi’nin, Mektepli’de “Tarihten Bir Yaprak” bölüm başlığı altında “Tarih-i İslam Sahaifinden” başlıklı metni, İslam tarihi hakkında okuyucuları aydınlatmak amacı ile yazılmış ve bu yazı dizisi, üç hafta devam etmiştir:257
-
Tahir’ül Mevlevi’nin Mektepli Dergisinde İslam Tarihi ile İlgili Yayınlanan Makaleleri
|
Tarih
|
Sayı
|
Bölüm Adı
|
Metin Adı
|
Sayfa
|
20.06.1329
|
6
|
Tarihten Bir Yaprak
|
Tarih-i İslam Sahaifinden
|
93-94-95
|
27.06.1329
|
7
|
Tarihten Bir Yaprak
|
Tarih-i İslam Sahaifinden
|
106-107-108
|
10.07.1329
|
8
|
Tarihten Bir Yaprak
|
Tarih-i İslam Sahaifinden
|
122-123
|
Birinci Bölüm:
Bu bölüm, “Müverrihler Arap kavmini Arab-ı Baide, Arab-ı Aribe, Arab-ı Müsta’rebe, Arab-ı Müsta’ceme namlarıyla dört tabakaya ayırmışlardır”258 bilgisi ile başlamıştır. Yazar, bu satırlardan sonra, bahsettiği bu dört kavmi kısaca açıklamış, Arap kabilelerinden Kureyş kabilesi hakkında ise ayrıntılı bilgi vermiştir. Hz. Muhammed’in Kureyş kabilesine mensup bulunduğundan söz etmiştir.
Kabilelerin kısaca tanıtımı şu şekilde yer almıştır:
-
“Birinci Tabaka: Arab-ı Baide- Ad, Semud, Amalika, Eyke gibi bazı kavimden ibaret olup ahval-ı tarihiyeleri layıkıyla malum değildir.
-
İkinci Tabaka: Arab-ı Aribe-(Kahtan bin Amr)’ın Yemen taraflarına yayılan evlad ve ahfadıdır ki bunlardan (Abd-i Şems) isminde biri, bir hükümet tesisine muvaffak olmuş ve meşhur (Seba-Mearib) beldesini bina etmiştir.
-
Üçüncü Tabaka: Arab-ı Müsta’rebe- Kahtan bin Amr’ın evladı ve ahfadı Yemen taraflarına yayıldığı gibi oğullarından biri olan (Cürhüm bin Kahtan) neslinden bir cemaatle Mekke taraflarına gelmiş ve emr-i İlahi ile Hazret-i İbrahim’in getirip bıraktığı Hacer ile İsmail’i zemzem kuyusu başında bulmuştu. Aslen İbrani olan İsmail bunların arasında büyüdü. Arapçayı onlardan öğrendi. Cürhüm’ü reis (Muazz bin Amr)’ın kızıyla izdivaç ederek çoluk çocuk sahibi oldu. Bu suretle vücuda gelen kabail ve aşairi de Arab-ı Müsta’rebe namı verildi.
-
Dördüncü Tabaka: Arab-ı Müsta’ceme- Müslümanlığın zuhurundan sonra neşr İslam için muharebeler ederek beldeler fetheyleyen mücahidin-i Arap’ın akvam-ı sair kızlarıyla izdivacından hasıl olan çocuklarla, Arapların tabiatına girerek Arapça konuşmaya başlayan ve kendi lisanlarını tamamıyla unutan kavimlerdir. Bugün Araplık iddiasında bulunanların pek çoğu bu tabakadan yukarıya çıkamaz ”.259
İkinci Bölüm:
Tahir’ül Mevlevi, yazı dizisinin bu bölümünde, Kureyş kabilesinin anlatımına devam etmiştir. Kureyş kabilesinin, İslamiyet’ten önce Mekke yönetimini elinde tutan güçlü bir kabile olmasından söz edilmiş ve kabilenin soy kütüğü açıklanmıştır. Yazıda, adları Fihr ve Nadr olan ve lakabı Kureyş olan kişiden itibaren, Hz. Muhammed’e dek uzanan soy kütüğü izlenmiş ve şu adlar yer almıştır: Kureyş (Fihr veya Nadr), Galib, Lüey, Kaab, Mürre, Kilab, Kusay, Zeyd, Abd-i Menaf, Haşim, Abdülmuttalib, Abdullah, Hz. Muhammed. Yazının ikinci bölümünde, Abdülmuttalib’e dek gelinmiştir. Bir sonraki yazı dizisinde de, Abdülmuttalib, Abdullah ve Hz. Muhammed’in İslam tarihi içindeki yeri aktarılmıştır. Çalışmada adı geçen diğer kişilerin yaşamlarına da kısaca değinilmiştir.
Üçüncü Bölüm:
Tahir’ül Mevlevi, yazı dizisinin bu bölümüne, Abdülmuttalib’in ders alınması gereken kısa öyküsü ile başlamış ve Hz. Muhammed’in doğumu ile son vermiştir. Hz. Muhammed’in dedesi olan Abdülmuttalib ile ilgili kıssa şu şekildedir:
Abdülmuttalib, Hz. İsmail’den hatıra kalan ve sonra Cürhümiler tarafından gizlenen, yeri belirsiz Zemzem kuyusunun yerini, gördüğü bir rüya sayesinde bulmuştur. Fakat kuyunun kazılacağı yerde Asaf ve Naile isminde iki put bulunmaktadır. Putperestler Abdülmuttalib’i tehdit ederler. Abdülmuttalib’in tek oğlu vardır. Kimsesizliği dolayısıyla “On tane oğlum olursa Allah rızası için birini kurban edeyim.” diye nezreder. Kureyşliler kendilerinin de İsmail’in torunu olduğunu, bu sebeple kuyunun işletilmesinde hakları olduğunu söylerler. Abdülmuttalib, bunu kabul etmez ve hakeme başvurmayı teklif eder. Teklif, herkes tarafından kabul edilir. Şam’a doğru yola çıkarlar. Sıcak çöllerden geçerken suları biter. Abdülmuttalib ve arkadaşları Kureyşlilerden su isterler fakat bu teklifleri geri çevrilir. Abdülmuttalib yerde nem görür ve kılıcını kuma saplayarak suyu bulur. Kureyşliler bu durum karşısında Şam’a gitmekten vazgeçerler, onun büyüklüğünü kabul ederler. Fakat bu daha sonra da kuyudan altın geyikler ve silahlar çıkar. Açgözlü olanlar, malları paylaşmayı teklif eder. Abdülmuttalib ise kura çekmeyi teklif eder. Kâbe, Kureyşliler ve Abdülmuttalib arasında kura çekilir. Altın geyikler Kâbe’ye, silahlar ise Abdülmuttlib’e çıkar.
Tahir’ül Mevlevî’nin, Kâbe’ye asılan geyikler ve silahlar ile ilgili açıklaması şu şekildedir: “Geyikler Kâbe’ye asıldı. Silahlar da muharebe ve kavgada tevzi edilmek üzere hıfz olundu. Daha sonra bu geyikler çalındı. Adülmuttalib’in oğlu Ebu Leheb’in aralarında bulunduğu bir takım çapkınlar, bunları sirkat edip satmışlar ve bedeliyle şarap alıp sızıncaya kadar içmişlerdi. Vaka duyulunca mütecasirlerden tutulanların elleri kesilmişti. Bırakıp savuşanlar da cezadan kurtuldu ki Ebu Leheb’de kaçanlar ve kurtulanlardan idi”.260
Bu cümleler ile kıssa bitirilmiştir. Yazı dizisinin devam eden bölümü, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın evlenmesi ile başlamış ve Hz. Muhammed’in doğumu ile bitirilmiştir. Bu yazıda, Abdülmuttalib’in kıssanın başında ettiği “On tane oğlum olursa Allah rızası için birini kurban edeyim” duasından sonra Abdülmuttalib’in başından geçenler yer almamıştır.
Yazıda yazar tarafından anlatılmayan bu olay şu şekildedir:261
Yıllar sonra Abdülmuttalib’in on oğlu olmuştur. Oğullarından birini Allah’a kurban etme zamanı gelmiştir. İslam öncesi devirde görülen ok çekme geleneği ile Allah’a kurban edilecek olan çocuğunu belirlemiştir. Kurban edilecek olan oğlu, Abdullah’tır. Kimse Abdullah’ın kurban edilmesini istememektedir. Abdülmuttalib’i ünlü bir falcıya gitmeye ikna ederler. Kadın fala bakar ve bir teklifte bulunur. Abdülmuttalib’e bir canın diyetini sorar ve on deve cevabını alır. Falcı, ondan on deveyi ve oğlunu daha önce ok çektiği yere götürüp on ok hazırlamasını ve bu sefer develerle oğlu arasında ok çekmesini teklif eder. Çocuğun canına karşılık çektiği her okta, develere bir diyet ekleyecektir. Çekilen her ok, Abdullah’ı gösterir. Bu olay develerin sayısı yüzü buluncaya kadar devam eder. Develerin sayısı yüzü bulunca, ok develeri gösterir ve Abdullah yerine develer kurban edilir.
Bu bölüm yazar tarafından anlatılmadan, okuyuculara bırakılmıştır. Tahir’ül Mevlevi’nin bu yazı dizisi, Mektepli dergisinin bilimsellik amacına uygun olarak yazılmış, çocuklarda araştırma isteği uyandırmıştır.
Tahir’ül Mevlevi, bu yazı dizisinde, olasılıkla öğrencilerin medrese eğitiminde bu konuları derinlemesine gördüklerini düşünerek, tarihin bu sayfalarına değinmekten kaçınmış ve Hz. Muhammed’in çocukluk yıllarından, peygamberliğinden ve İslamiyet’in gelişim sürecinden söz etmemiştir. Yazı dizisi, “Resulullah Efendimiz, peder-i mükerremi Abdullah’ın irtihalinden iki ay sonra doğmuş. Valide-i macidinden beş deve, bir sürü koyun, Ümmü Eymen namında bir cariye ile tevellüd buyurduğu hane-i saadeti tevarüs etmiştir” cümleleri ile sona ermektedir.262
Diğer dergilerde, İslam tarihi ile ilgili, örnekleme yapılmadan aktarılan kitabi bilgilere karşın; Mektepli’de, Tahir’ül Mevlevî’nin yazmış olduğu İslam tarihi ile ilgili makalesinde, peygamberlerin kıssaları ve kısa hikâyeler haricinde hiçbir bilgiye yer verilmemiştir. Tahir’ül Mevlevî, çocukların ilgisini çeken, Peygamberlerin yaşamları, kıssalar, dini öykülerlerle bilgisini aktarmayı yeğlemiştir.
3.2. TAHİR’ÜL MEVLEVİ’NİN İSLAM KÜLTÜR ve UYGARLIĞINA BAKIŞI
Tahir’ül Mevlevi, Darü’l-fünun (Fizyolojya-i Ruhiyat) eski öğretmeni olan Dr. Cevdet Nasuhi Bey’in “ictimai hayatımızda cunün” konulu bir konferansı hakkındaki görüşlerini, islam tarihi bilgileri çerçevesinde, bir makaleyle belirtmişti.
“Kureyşliler, din ve itikat efkarını hezeyan saymıyorlardı. Hatta kendileri de –batıl da olsa- İbrahim Peygamber’in şeriatının kalıntılarıyla putperestlikten ibaret karışık bir mezhebe iman ve ittiba ediyorlardı. Kainatın tesadüfen ve kendiliğinden vücuda gelmiş olmayıp, yegane bir icatçının yaratıcı eseri bulunduğunu biliyorlar ve tapındıkları putları o tek yaratıcı katında şefaatçı tanıyorlardı. Allah’ın kızları zannına düştükleri meleklerin vücudunu tasdik edenleri, insan amelinin mükafat ve mücazatı görülecek başka bir alem olduğu, itirafı ile ahirete iman edenleri vardı. Efendimizle İslam dinine ve ona dahil olan ashab-ı kirama karşı söz ve fiille saldırıları ise, dinsizlik sevkinden değil, mezhep gayretinden, bir de ictimai düşüncelerden ileri geliyordu. Gerçekte Peygamber Efendimize kahin, şair, sahir, mecnun diyecek derecede saçmalamışlardı. Fakat bu hezeyanlar, yine kendileri, -bu cümleden olarak Velid bin Muğire, Uteybe bin Rebia ve saire gibi akıllı reisler- tarafından red edilmiştir. Hele Velid bin Muğire, ‘Mecnun desen kim inanır? Onda asla cunün alameti yok’, demişti, dedikten sonra, ilave edeceğim ki:
Şu tecavüz ve itiraflar, 1300 yıl evvel çevresi yalçın kayalar ile kızgın kumlardan ibaret bir bedevi aleminde vukua gelmiş, hem de bütün insanlığa teşmil edilmeterek o muhitte yaşayanların sakinlerinin bazılarına hasr olunmuştu”.263
Servet-i Fünun dönemi şairi ve yazarı Cenap Şehabeddin’in (1870-1934) Sabah gazetesinde yayınladığı Mahfil-i İrfan adlı makalesi, Tahir’ül Mevlevi’nin sahibi olduğu, yararlı ve değerli bilgilerle dolu olduğunu belirttiği Mahfil’i övmekte, ayrıca dergide yayınlanan hicri sene ve kameri aylar hakkındaki yazılardan örneklere yer vermektedir:264
“Müslümanlar arasında geçerli ve itibarlı olan bu tarih, Mekke ufuklarında doğan peygamberlik güneşinin Medine’ye yükselmesinden, yani bu mübarek beldenin Hicret-i Muhammediye ile şereflenmesinden başlar. Fakat bu tarihi başlangıç, Asr-ı Saadet’le değil, Hz. Ömer devrinde kabul olunmuştur. Ondan evvel Arap kavminin sabit ve muntazam bir tarihi yoktu. Bir işin pek eski bir zamanda vukuunu anlatmak isterlerse, ‘kane zalike min zümüni’l-fithal’ derler ve fithal kelimesinden Nuh Aleyhisselam devrini yahut Adem’in hilkatinden önceki zamanı kastederlerdi… Bizim ‘Ceneviz zamanından kalma’ amiyane tabiri gibi bir de ‘adi nisbeti vardı ki bununla da Ad kavminden kalma ve eskiden kalma manası anlaşılırdı. Fithal zamanından sonra büyücek ve ehemmiyetli vak’aları zamanı tayin için esas kabul etmişlerdi. Mesela Hicaz Arapları ‘Fil vak’asından şu kadar önce’ yahut ‘Ka’b’ın vefatından şu kadar sene sonra’ derlerdi. Bu vak’aların en meşhur ve tarih başlangıcı olmak üzere zikredilenleri şunlardı: Hazreti İbrahim’in ateşe atılışı, Ka’be-i Mükerrem’in İbrahim ve İsmail aleyhisselam tarafından yapılışı, Beni Mu’add’in’in Mekke’den çıkıp etrafa dağılışı, Sa’d, Nehd, Cüheyne kabilelerinin Tihame’ye çıkışı, Peygamber ecdadından Ka’b b. Lueyyin’in vefatı, Fil vak’ası… Araplarca bir tarih başlangıcı olmamakla beraber, kameri sene on iki ay itibar edilir ve Muharrem sene başı olmak üzere Arabi ayların bildiğimiz isimleri kullanılırdı. Bu on iki ayın Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’den ibaret olan dördüne ‘Haram Aylar’ ve onlar içinde savaş ve kıtali günah sayarlardı. Haram ayların tek bulunan Receb’i ‘Ferd’, diğer üçü ‘Serd’ kelimeleriyle vasıflandırılırdı. Receb’e –mükerremü’l-eimme vezninde- Muttasilü’l-esinne, Asabb, Asamm, Muharrem’e de ‘el-Haram’ vasıflarını verirlerdi. Çünkü Muharrem’in girmesi mızrakların uçlarını çıkarır ve eldeki silahları bıraktırırdı. Recep ayının istimdada karşı kulakları sağırdı. Çünkü içinde imdad dilemeyi gerektirecek bir hareket olmazdı. Muharrem’de ise, ceng ve cidal haram kılınmıştı. Lakin gerek Hz. Peygamber zamanında ve gerek Hz. Ebubekir zamanında tarih başlangıcı konmadı. Hicretin on altıncı senesi sonlarında yahut on yedinci yılı başlarında Yüce Halife Ömer (r.a) Hazretlerinin emriyle Medine’de bir meclis teşkil edilerek tarih meselesi bahis mevzuu oldu. Hz. Ali’nin teklifi ve meclis azalarının ittifakla kabuluyla Hicret-i Muhammedi islam tarihinin başlangıcı, Muharrem de eskiden olduğu gibi Arap ayları için başlangıç kabul edildi. Sebebine gelince: Hz. Ömer devrinde ibraz edilen bir borç senedinde ödeme tarihi olmak üzere gösterilen Şaban ayının geçen sene Şaban mı, gelecek sene Şaban mı olduğu kestirilememişti. O sırada Basra Valisi Ebu Musa el-Eş’ari’den gelen bir yazıda Hilafet Makamı’ndan gelen yazının hangisi once, hangisi sonra ve hangisinin hükmü ile amel lazım geldiği bilinemediği cihetle şu hale bir çare bulunması temenni ediliyordu”.
Tahir’ül Mevlevi, Dr. Abdullah Cevdet Bey’in sahibi olduğu İctihad adlı derginin 144. sayısında kaleme aldığı “Mezheb-i Bahaullah-Din-i Ümem” makalesinde, Bahailiği yüceltmek için hıristiyanlığı ve müslümanlığı alçaltmaya çalıştığını öne sürdüğünü ileri sürerek, Mahfi’in 22. sayısında “Beni Kureyza Meselesi” adlı eleştiri yazısını yayınlamıştır. Tahir’ül Mevlevi, bu yazısında; Babilik ya da Bahailiğin niteliğinden değil, Müslüman aşiretleri arasında yapılan savaşları ve Beni Kureyza olayını utanç verici bir durum olarak görüp, göstermek isteyen Dr. Abdullah Cevdet Bey’i yanıtlamakta ve Beni Kureyza olayını ayrıntılı olarak açıklamaktadır:265
Aleyhisselatü ve’s-Selam Efendimiz, Medine’yi teşrif buyurunca muhacirlere, ensara ve civardaki Yahudilere hükmü Şamil olmak üzere bir muahedename yazdırmış, muhtevası da mahallin sakinleri tarafından kabul edilmişti. Aslı Siret-ü İbni Hişam’da yazılı olan bu muahedenamede: “Bize tabi olan Yahudiler, ihtiyaç anında bizden yardım görecekler. Onlar da savaş esnasında müminlerin nafakasını tedarik ve ita edeceklerdir. Bundan başka ensarın her şubesiyle muahede ve muhalefesi olan Yahudiler, muahedelerin vereceği diyet hususunda muavenette bulunacaklardır” deniliyordu.
Medine Yahudileri, kendileri için kurtuluş beratı olan bu anlaşmanın kıymetini bilemediler ve fırsat buldukça hıyanet göstermekten kendilerini alamadılar. Özellikle taassup sebebiyle türlü türlü hareketlere kalkıştılar. Rasulullah’a rast geldikçe “Esselamü Aleyke” yerine “Essamu Aleyke” dediler. Evsliler ve Hazrecliler arasına fitne sokmalarıyla onları kılıç kılıca getirdiler. Nihayet işi azıtıp kavliyattan fiiliyat alanına geçtiler. “Beni Kaynuka” çarşısında bir müslüman kadının tesettürlü yerlerini açtılar. “Beni Nazir” yurduna gelmiş olan Nebiy-yi Ekrem’i ve maiyetindeki birkaç sahabiyi garden öldürmek, Kureyşlilerle müttefiklerinin Medine’yi muhasara ettikleri vakit de onlara yardım için Medine’yi kuşatmak teşebbüsünde bulundular.
İşte, Medine Yahudileri, Müslümanlığa karşı bu suretle davranıyorlardı ki, “Beni Kureyza” denilen İsrail cemaatı da onlardan bir kısımdı.
Hicretin 5. senesi içinde “Beni Nazir” Yahudi camaatı eşrafından Selam bin Mişkem, Kenane bin Ubey el-Hukeyk ve Huyey bin Ahteb gibilerin teşvikleri neticesinde Kureyşlilerle Gatafanlılar ve sair kabileler efradından kurulu on bin kişilik bir ordu Medine-I Münevvere’ye gelmiş, savunma için kazılmış olan hendeğin önüne dizilmişti.
Müslümanlar için gayet tehlikeli bulunan bu esnada, Beni Kureyza’da dört senelik bir ahdi bozdular. Bir cihetten mahsur olan Medine’yi diğer taraftan kuşatmaya kalkıştılar. Nasihat için gönderilen Sa’d bin Muaz’ı dinlemek şöyle dursun, tahkir ile geri gönderdiler.
Şu hal, Müslümanları dıştan iki, içten -münafıklar olmak üzere- bir, ki toplam olarak üç düşman arasında ve gayet tehlikeli bir durumda bırakıyordu.
Nihayet muhasara ordusu kayba uğrayarak çekildi. Beni Kureyza hisarı da, İslam askeri tarafından çevrildi.
Yahudiler, Peygamber’in itaati ve merhametine girecek yerde, dil uzatmak ve “sizinle bizim aramızda kılıç vardır” diye tafra saçmaya başladılar. Gölgelenmek için duvarlarının dibine oturmuş olan Cellad bin Süveyd’i başına bir el değirmeni taşı atmak suretiyle şehid ettiler. Lakin muhasaranın devamı üzerine dayanmaya imkan bulamayıp, Nebiy-yi Ekrem’e müracaat ettiler.
Aleyhisselatü ve’s-Selam Efendimiz, kayıtsız ve şartsız teslim olmalarını teklif buyurdu. Rasullullah’ın merhamet ve şefkatine itimat etmeyerek, bu teklifi kabule yanaşmadılar. Sonra da Sa’d bin Muaz’ın vereceği hükme rıza göstereceklerini söylediler.
İçlerinden üç kişi hisardan çıkıp, Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve emnü emana mazhar oldu. Amr bin Sa’di adında biri daha evvel savuşmuş, müslümanlar tarafından görüldüğü halde, takip ve tevkif olunmamıştı.
Muhasara altındakilerin isteği üzerine hakimlik vazifesi ifa etmek üzere Sa’d bin Muaz Hazretleri celb edildi. Hendek muharebesinde yaralanmış olduğu için, Medine’de tedavi altında bulunuyordu.
Cenab-ı Sa’d, davet sebebini anlayınca, Beni Kureyza erkeklerinin idamına, kadınlar ile çocuklarının da esaretine hüküm verdi.
Medine’de idam edilen ve cesetleri hendeklere doldurulup üstü örtülen maktuller, aşağı yukarı 700 kadardı.
Bunlardan Zübeyr bin Bata isminde biri, vaktiyle Sabit bin Kays’ı esaretten kurtarmış olduğu için, Cenab-ı Sabit, onun afv dileğinde bulundu. Zübeyr de çoluğu çocuğu, malı ve mülkü ile beraber Rasullullah tarafından afv ve azad olundu. Fakat Yahudi bundan istifade etmek istemediğinden, kendi arzusu ile katl olundu.
Rifae isminde genç bir Yahudi de, kadın sahabilerden ümmü’l Münzir Selma binti Kays’a iltica eylediği cihetle, Hz. Peygamber’in afvından müstefid oldu.
Kadınlardan yalnız biri kısasen idam edilmişti, ki o da Cellad bin Süveyd’i şehid eden Müzne, yahut Nebate adlı caniye idi.
Esirler, mücahidlere taksim edildikten sonra, fazla kalanları etrafa gönderilip sattırıldı.
Tahir’ül Mevlevi, Dr. Abdullah Cevdet Bey’in bu konudaki bilgilerinin kaynağı olan Şam doğumlu tarihçi, coğrafyacı, emir Ebu'l-Fidâ’nın (1273-1331) el-Muhtasar fi-Ahbârî'l-Beşer266 adlı kitabını kendisinin de okuduğunu, Cevdet Bey’in yanlış yorumladığını ve insanları yanlış yönlendirdiğini belirtmektedir.267
3.3. TAHİR’ÜL MEVLEVİ’NİN İSLAM TARİHÇİLİĞİNDEKİ YERİ
"Tarihin gayi illeti ders alma ve kaçınmadır. Devletlerin değişimlerini öğrenmek, mezhep ve dinlerin iyiye doğru nasıl evrildiklerini bilerek ilerlemek, kötülük ve yanlışlıklardan kaçınmayı gerektirir"268 düşüncesini ileri süren İslam tarihçileri, geçmişten hareket ederek, bugün ve yarınlara bakmayı tarihin amaçsal nedenleri arasında saymakta ve aynı zamanda tarihi, insanın kendisini gerçekleştirdiği bir alan olarak görmektedirler. Onlara göre, yalnızca tarih, insanın varoluş serüveninde geldiği noktayı insana gösterebilmektedir. İbnu'l-Esir, bu durumu, "insanın ölümsüzlüğü arzuladığını, bunu da düne bakarak aradığını, hatta orada bulunduğunu"269 kelimeleriyle ifade etmektedir.
İslam tarihçiliğinin özellikle IX. yüzyıldan sonra kendini göstermeye başlayan "genel tarih yazıcılığı" şekli, bu devasa neden-sonuç örüntüsünü, bir insanlık tarihi olarak ele almış ve yapıtlarını, evrenin varlık alemine dahil olmasıyla başlatmıştır. Bu bağlamda, onlara göre tarih, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem ile başlayıp, son insana dek süregelir ve hak-haksızlık çekişmesine sahne olan bir alan olmuş olur. Bu yönüyle de bir tek tanrıcılık savaşımı ve peygamberler tarihi halini alır.270
İslam tarihçilerine göre, bir tarihçide bulunması gereken özellikler şunlar olarak ifade edilir:271
-
Tarihçi veri kullanımında seçici olmamalıdır.
-
Tarihçi veriyi ideolojik amaçlar için kullanmamalıdır.
-
Tarihçi donanımlı olmalıdır.
-
Tarihçi tarafsız olmalıdır.
-
Tarihçi doğru sözlü olmalıdır.
-
Tarihçi işlediği konuya hakim olmalıdır.
-
Tarihçi bilim diline sahip olmalıdır.
Tahir’ül Mevlevi, İslam tarihi ile ilgili düşüncesini, hem yetişkinler için, hem de çok öz ve kısa olarak çocuklar için ayrı ayrı kaleme aldığı “Hz. Peygamber’in Hayatı” adlı yapıtında şu cümlelerle ifade etmiştir: “Çocuklar! Analarınızın, ninelerinizin kış geceleri mangal yahut soba kenarında veyahut ocak başında size tatlı tatlı anlattıkları masalları bilirsiniz. Bunların çoğu yalan ve uydurma şeylerdir. Masalların bir de gerçekleri vardır. Öylelerine tarih derler. Bizim dinimizin, yani Müslümanlığın nasıl başladığını, ne türlü ilerlediğini, ne kadar büyük adamlar yetiştirdiğini öğreten tarihe de “İslam Tarihi” adını verirler. Her Müslüman’ın “İslam Tarihi”nden az da olsa bir şeyler bilmesi lazımdır. Onun için bu kitapta “İslam Tarihi”nden bazı parçalar görecek, Hazret-i Peygamber Aleyhisselam ile zamanını kısaca öğrenecek, onları unutmamak üzere ezberleyeceksiniz”.272
Tahir’ül Mevlevi, yukarıda ifade edilen bir tarihçide bulunması gereken özelliklerin hemen hepsine sahip, çok yönlü bir düşün insanıdır. Ailesinden gelen Mevlevilik geleneğini benimsemiş, geleceğini bu yönde şekillendirmiştir. Çok genç yaşlarda, okul bilgisini yeterli bulmayıp, kendisini daha iyi yetiştirebilmek için birçok âlimden özel dersler almıştır. Bağlandığı Mevlevi Şeyhi Mehmet Celaleddin Efendi ile yaptığı hac yolculuğu sırasında, Kahire, Mekke ve Medine’de seçkin ilim ve tasavvuf ehlinin sohbetlerine katıldı. Bu seyahatte edindiği bilgileri, sonradan okuduğu kitaplarla da pekiştirerek; bilgilerini, çocukların, öğrencilerin, I. Dünya Savaşı’nda vatan için çarpışan askerlerin, halkın her kesiminden insanların kolaylıkla anlayabileceği şekilde aktarmıştı.
Tahir’ül Mevlevi, 75 senelik yıllık yaşamının elli yılını gerçeği anlamak ve ortaya çıkarmak için inceden inceye araştırma ve incelemelerde bulunmak; bildiklerini bıkıp, usanmadan ve hiçbir çıkar gözetmeden öğretmek ile geçirerek, ülkenin bilim ve kültürüne büyük hizmetlerde bulunmuştur. Tahir’ül Mevlevi, hiç bir zaman bildiklerini öğretmekten çekinmemiş, bunu, “Öğretmek, ilmin zekâtıdır!.." sözleriyle belirterek, milli ve dini bir görev saymıştır.273
Tahir’ül Mevlevi, İslam tarihi konusunda eksik olarak gördüğü bölümler konusunda kendisini yetiştirip, bu bilgilerini öğrencilere aktarmasını, “Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri” adlı yapının önsözünde (Mukaddime) şu cümlelerle aktarmaktadır:
“Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Bey ‘Darü’l-Hilafe Medreseleri’ni kurduğu sırada medreseler müfettişi bulunan merhum şair Mehmet Akif’in tavsiyesi ile beni de Üsküdar’daki Valide Medresesi’ne İslam Tarihi Müderrisi tayin etmiş; ittihatçı olmayan bir adamı nasıl tayin ettiğini soranlara:
-
Ben hoca arıyorum, ittihatçı aramıyorum, demişti.
Haftada iki saatten ibaret olan dersimin aylığı 600 kuruş idi. 1. Cihan Harbi esnasında maaşlar yarım verildiği için, ben de 300 kuruş alıyor ve ayda sekiz defa İstanbul’un Taşkasap semtindeki evimden kalkıp, Üsküdar Topbaşı’ndaki Atik Valide Medresesi’ne giderek ders veriyordum. Sabahları ilk vapura yetişmek için sokağa erken çıkmak, ovakit köprü açık bulunduğu için, vapura sandalla gitmek gerekiyordu.
İlk seneki muvaffakiyetim üzerine, İstanbul’a nakl ve Ayasofya ile Sokullu Mehmet Paşa medreselerine tayin edildim. Oralarda da muvaffak olmuşum ki; üçüncü sene ‘İbtida-i Haric’ kısmının bütün medreseleri, yani Ayasofya, Sultanahmet, Sokullu ve Soğukkuyu dershanelerinin İslam Tarihi dersleri bana verildi. Dördüncü sene Fatih’teki ‘İbtida-i Dahil’ kısmının Karadeniz yönündeki ‘Tetimme Medresesi’ne İslam Tarihi ve İslam Medeniyeti Tarihi Müderrisi oldum. Bu ikinci dersin müfredatı yoktu. Gösterilecek bahisler tamamı ile bana bırakılmıştı. Fakat elde Corci Zeydan’ın ‘Medeniyyet-i İslamiyye Tarihi Tercemesi’nden başka kaynak eser yoktu. Bu eserde ise, asr-ı saadet (peygamber devri) ile, Hülefa-i Raşidin devri gayet kısa geçilmiş, Emevilerle Abbasiler zamanına dair fazla ma’lumat verilmişdi. Bunlardan birincilerin medeniyyeti Bizanstan, ikincilerin ki ise İrandan alınmış şeylerdi. Asıl İslam Medeniyyetini Asr-ı Saadetde bulmak, bunun için de Cahiliyyet devrinde araştırmalar yapmak, yani Hz. Peygamberin (S.A.V.) Arabları ne halde bulup, ne hale getirmiş olduğunu anlatmak lazımdı. Bu lüzuma binaen epeyce kitap karıştırdım ve pek çok uğraştım. Bulabildiklerimi talebelerime yazdırdım ve okuttum. Talebeler iyi çalıştılar, imtihan parlak oldu. Mümeyyiz olarak gönderilen ‘Şer’i Tetkikat Meclisi Reisi’ ile ‘Şeyhulislam Mektubcusu’ gerek yazdırılan bahisleri, gerekse talebenin o bahisleri kavrayışını beğendiler. Verdikleri rapor üzerine olacak ki, Meşihat Makamından bir takdirname aldım.
O sırada kabine değişti. Şeyhülislamlığa meşhur Musa Kazım efendi geldi. Onun tayini üzerine ben de azlolundum. Bunun sebebi, benim ittihatçı olmayışım idi. Sinimmar Cezasının274 yeni bir örneği olan bu haksızlık, meseleyi bilenlerin hayretini mucip olmuş, hatta bu haksızlık kendisine anlatılan Şeyhülislam efendi:
-
Yaa! O da mı çıkarılmış? Vah vah! Onun çalıştığını ve kendisine takdirname gönderildiğini işitmiştim, diye esef göstermeyi kafi görmüştü.
Şimdiye kadar sakladığım o yazıların bulunduğu defter tek nüsha, oldukça karışık bulunduğundan, üslubunu mümkün mertebe sadeleştirmek üzere yeniden yazmayı düşündüm ve şu satırları yazmaya başladım. Cenab-ı Hak güzelce son bulmasını müyesser eyleye!... Amin…
20 Haziran 1943
Tahir OLGUN”
Tahir’ül Mevlevi’nin yukarıdaki yazısında sözü geçen Corci Zeydan’ın ‘Medeniyyet-i İslamiyye Tarihi Tercemesi’275 adlı yapıtına Hint ulemasından Şiblî Numânî tarafından yazılan tenkit yazısının276, el-Menar dergisinde yayınlanan bölümleri, daha sonra Mehmet Akif Ersoy tarafından çevrilerek277, Sebilür-Reşad dergisinde yayınlanmıştır.278 Şiblî Numani’nin bu çalışmasını önemli kılan noktalar arasında, yalnızca yapıtı eleştirmekle kalmaması; aynı zamanda da tarih metodolojisi nasıl olması, İslam tarihi kaynaklarının nasıl kullanılması gerektiği gibi soruların yanıtlarını aramış ve bu sorulara doyurucu yanıtlar vermeye çalışmış olması olarak gösterilmektedir.279
Tahir’ül Mevlevi, Şiblî Numani’nin kitabındaki eleştirilere katılarak, asr-ı saadet (peygamber devri) ile, Hülefa-i Raşidin (Dört Büyük Halife) devri kısa geçilmiş, Emevilerle Abbasiler zamanı hakkındaysa daha fazla bilgi verildiğini öne sürerek, öğrencilerini eğitmek için, eksik gördüğü kısımlar için araştırmalara giriştiğini belirtmiştir. Mehmet Akif’in Şiblî Numani’den çevirdiği metinden bir bölüm şu şekildedir:
“Müellifin aradığı gaye Ümmet-i Arabiyye’yi tahkir etmekten, onun seyyiatını meydana koymaktan başka bir şey değildir. Lakin fitne ayaklandırmaktan korktuğu için, mecray-ı kelamı değiştirmiş, hakkı batıl kisvesinde göstermiştir. Müellif Asr-ı İslam’ı üç devre taksim ediyor:
Hulefa-i Raşidin, Emeviyye, Abbasiyye devirleri. Birinci devirle, üçüncü devri medih ediyor.(Aşağıda görülecektir ki bu medh de zahiridir, hakiki değil.) İşte müellif evvela bizim ulularımız, dinde imamlarımız olan Hulefa-i Raşidin’i, saniyen aleyhi’s-salat-u ve’s-selam efendimizin amca zadeleri olup neşr-i medeniyette azamet, şan ve şevkette medar-ı iftiharımız bulunan Abbasileri medh etmek suretiyle halkı aldattıktan sonra, “Mademki Emevilerin böyle bir mevkii mümtaz-ı dinileri yoktur, kimse çıkıp ta onları müdafaada bulunmaz.” diyerek zavallılara pek fena hücum ediyor. İsnat etmedik fenalık, selb eylemedik iyilik bırakmıyor. Şayet bu hücum Emevilerin, Âl-i Mervan’dan yahut Ümeyye sülalesinden olmalarından neş’et eylese idi, biz onları müdafaa, yahut himaye etmekten vareste kalırdık. Lakin zavallıların bütün kabahati başka milletle asla karışmamış halis Arap olmalarıdır. Nitekim müellif kitabının ikinci cildinde :
“Emeviler, Devlet-i Abbasiyye’den halis Arap olmaları itibariyle ayrılıyor” diyor. Dördüncü cildinde:
“Sözün hülasası Devlet-i Emeviyye bir devlet-i Arabiyyedir ki, esas maksadı saltanat ve tagallüp daiyesinden ibarettir.” hükmünü veriyor”.280
İslam tarihçilerinin de en çok üzerinde durduğu konulardan biri de eleştiridir. Kahire doğumlu, hadis, usûl, edebiyat, tarih ve Şafii mezhebi fıkıh bilgini es-Subhi (1327-1370), 'Tarihçiler zaman zaman bazı insanları olduğundan daha büyük veya daha düşük göstermektedirler. Bunu ya taassup veya bilgisizliklerinden dolayı ya da güvenilmemesi gereken bir metne güvendikleri için yapmaktadırlar"281 sözleriyle bu konudaki görüşünü belirtir. Ona göre, eğer tarihçi, donanım eksikliği yoksa, olaya da ideolojik olarak yaklaşmıyorsa, kullandığı veriyi mutlaka eleştirerek kullanmalıdır. Bir diğer ifade ile, geçmişten gelen verilerin tamamı, geride kaldıkları için, tek gerçek değildirler ve bunlara düşünüp taşınmadan inanılmamalı, kesinlikle eleştiriye tabi tutulduktan sonra üzerinde bir anlatı kurulmalıdır. İbn Haldun, gerçekten uzaklaştıran bir dizi konunun içerisinde, "veriye körü körüne inanmak bir tarihçiyi yalan söylemeğe itmektedir" sözleriyle, eleştiriye tabi tutulmayan malzeme kullanan tarih yazıcılığını da saymaktadır.282
Bununla birlikte, İslam tarihçilerinin tümünün üzerinde anlaştıkları bir eleştiri yönteminin bulunmadığı, her birinin kendine özgü bir yönteme sahip olduğu ve bunu kullandığı ifade edilmektedir. Bu yöntemler kısaca şunlardır:283
-
Kur'an ve Hadisler ile Uygunluk
-
Verilerin Akla Uygunluğu
-
Fayda Nazariyesi
-
Tarihe Arz
-
Tarihi Yapan ile Yazan Arasındaki İ1işki
-
Bugüne Arz
-
Haber İle Hadisenin Örtüşmesi
İslamiyet’i en zarif ve en naif yaşama biçimi olarak tanımlanan Mevleviliğe284 gönül vermiş olan Tahir’ül Mevlevi de, öğrencilerine aktardığı İslam tarihi bilgilerinde, Kur’an ve hadisler ile uygunluğu, akla uygunluğu ön planda tutmuştur. Tahir’ül Mevlevi’nin Mevlevilik hakkındaki düşünceleri şöyle özetlenebilir:285
1. Mevlevilik tarikatı Mevlana tarafından bizzat kurulmamış, vefatı sonrası oğlu Sultan Veled tarafından tesis edilmiştir.
2. Mevlevilik, Mevlana’nın ölümsüz eseri olan Mesnevi’nin ortaya çıkardığı bir müessesedir.
3. Mevlevilik yolu, Kur’an ve Hz. Muhammed’in yoludur.
4. Mevlevilik, bütün kural ve uygulamalarıyla İslami terbiyeyi önemseyen bir tarikattır.
5. Mevlevilik yolu, gönül tokluğu yoludur, yani Mevleviler dünyalık elde etmek için kimsenin önünde eğilmezler.
6. Bazı Alevi, Bektaşi, Şii meşreb Mevleviler olmakla birlikte, bu tarikatın adı geçen tarikatlarla bir ilgisi yoktur. Mevleviliğin Veledi veya Şemsi şeklinde ifade edilen iki kolu yoktur.
Din-toplum ilişkilerinde dini merkezi önemde gören Mevlana, toplumu din ya da tersine dini toplum olarak açıklamaktadır. Onun toplum yaklaşımında, peygamber, derviş, sufi, arif, Şeyh, zahid, muhlis, riyakar, Müslüman, kafir, münafık, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt, Mecusi, Mutezile, Cebriler, Ehl-i Sünnet, Kur‘an, Sünnet, Sahabe ve halife gibi dini kavram ve olgular, belirleyicidir. Ayrıca, Mevlana’nın toplumla ilgili konuları ele alırken, ayet ve hadislerden destek almayı bir yöntem olarak olarak tercih ettiği ifade edilir.286
Tahir’ül Mevlevi de, bu görüşten yola çıkarak, öğrencilerine hazırladığı İslam tarihi ile ilgili bilgilerinde, kendinden önceki İslam tarihçilerinin yapıtları yanı sıra, doğrudan Kur’an ayet ve hadislerinden yararlanmıştır. Müslümanlığın Arap yarımadasının Hicaz kısmında ortaya çıkmasının nedenlerini:
“İslam Medeniyyetinin ışıkları, Ortaçağda ve miladi yedinci asır içersinde Hicaz kıt’asında görünmeye başladı. Çünkü Hidayet Güneşi Ğeygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz orada doğdu ve yine Orada –bütün insanlığın muhtaç bulunduğu- hakiki Medeniyyeti yaymaya memur edildi.
Ma’lumdur ki, Hicaz Kıt’ası Arab yarımadası içindedir. Arab yarımadası ise Asyanın güney batısında; kuzey batıdan güney doğuya doğru uzanmış, batıdan Şap denizi, güneyden Aden körfezi ve Hint denizi, doğudan Amman denizi ve Basra körfezi, kuzeyden de yarımada ve Suriye kıt’alarıyla çevrilmiş, 315.700 km2 genişliğinde bir yarımada olup, büyük kısmı kumsal çöllerden ve taşlık dağlardan ibarettir.
Coğrafi teşekkülatı dolayisiyle bu yarımada eski zamanlardan beri istilacı kavimlerin ihtirasını çekmemiş, meşhur cihangirlerden hiçbiri buraya ayak basmamış ve hür sakinlerini esaret altına almamıştı. Irak’tan İran’a, Suriye’den Bizans’a komşuluğu hasebile, oralarda bu iki devletin bazı medeniyyeti girebilmiş ise de; iç kısımlar bedevilik ve asliyetini muhafaza etmiş ve bu muhafazakarlık o kısımlar hakkında pek hayırlı olmuştu. Çünkü İran ve Bizans devletleri, bulundukları asra göre, medeniyyet hamlesinde yükselmiş olmakla beraber, mezheb ve meşreb bakımından son derece alçalmışlardı. O kadar ki; biri, kendi eliyle yaktığı odunların alevi karşısında secdeye kapanmakta; diğeri putperestliği bırakıp, Hıristiyanlığı kabul eylediği halde ‘Ekanim-i Selase’ yani ‘baba’, ‘oğul’, ‘Ruhu’l-kuds’den ibaret üçlü bir tevhidi hak zannetmekte idi. Yine bunlardan birinin bir şehriyari olan ‘Kubad’, Mezdek287 adında iştirakiyyundan288 bir herifin teklifi üzerine haremini o herife teslim etmiş, diğerinin imparatoru olan ‘Jüstinyen’ de binlerce kucaktan artakalmış bir fahişeyi imparatoriçelik mevkiine çıkarmış idi.
Binaenaleyh, Cenab-ı Hak, hakiki medeniyyeti yaymaya memur ettiği Zat-ı Risalet Penahi’yi (S.A.V.) İran ve Bizans devletlerinin hükmüne girmemiş ve onların medeniyetinin alayişine kapılmadığı için fitri safiyetini koruyabilmiş olan Hicaz bölgesinde peygamberlikle görevlendirdi”.
Önemli bir müslüman ortaçağ sonrası tarihçisi ve dikkat çeken al-kāmil fī’l-taʾrīḫ289 adlı yapıtın sahibi olan Cizre doğumlu Ali İbnü'l-Esir (1160-1233), yapıtında dünya ile ilgili olduğu kadar ahiret ile de pek çok yararlı bilgilere yer vermiştir. Ayrıca, geçmiş hakkında ve dünya yaşamının geçici olması konusunda insanlara hatırlatmalarda bulunmaktadır. Al-kāmil fī’l-taʾrīḫ adlı yapıtta, yönetimde iyi olan yöneticiler örnek gösterilerek övülmekte, zalim krallar ise alçaltılarak kınandığı anlatılır. Tarih, insanlara acılar çektirenlerin, onların mallarını, yaşamlarını yaşamlarını yitirmelerine neden olanların ve sürekli adaletsizlik yaparak, haksız yere savaşanların ve yaptıkları haksızlıklar sonucunda onların ülkelerinin ve uygarlıklarının nasıl yerle bir edildiğinin örnekleriyle doludur. Ayrıca tarih, akıllı ve bilgelikle dolu insanların geçmişinden güzel ve yararlı deneyimlerinden de örnekler sunar. Bu nedenle tarih, kişilerin ve ulusların geçmiş örnekleri aracılığı ile dersler verir. Diğer yandan, Müslüman bir âlim olan el-Sahavi’ye göre, tarihin hedefi, uygun edimler sayesinde, Allah’ın rızasını aramaktır. İnsanlığın sorunları hakkında Müslüman tarihçilerin önyargısız veya herhangi bir şeyin etkisi altında kalmaksızın doğruyu araştırıp bulmalarında ve onu kayda geçirmelerindeki görevlerinin kutsallığını gösteren ciddi bir niyetin işaretidir. Ünlü Müslüman tarihçi İbn Haldun’un ölümünden sonra, başkalarını düşünme şeklinde olan tarihin hedefi kavramı ortaya çıktı.290
Tahir’ül Mevlevi de, İslam tarihi ile ilgili bilgilerini aktarırken, iyi yöneticileri övüp, kötülerini ise kınar. O da Ali İbnü'l-Esir gibi, zayıf olanlara yapılan haksızlık ve eziyetleri kınar. Ancak bunları dile getirmeden önce, doğruluğunu dikkatli bir inceleme ile sınamaya çalışır.
Tahir’ül Mevlevi, islamiyetin Arap yarımadasında ortaya çıkışı ve o dönemin olaylarını aktaran tarih bilgilerini bu anlayıştan yola çıkarak derlemiştir. İslamiyet öncesi burada yaşayan halkı, onları saran dönemin yozlaşmış uygarlıklarını şu şekilde aktarmaktadır:
“Hz. Peygamber (S.A.V.) nin gönderildiği sıralarda, Arab yarımadasındaki halk, dini inanç hususunda karmaşık bir haldeydi. Irak’daki Hireliler, komşusu bulundukları İran’ın Mecusiliğine –ateşperestlik- katılmış; Suriye’deki Gassaniler, komşu oldukları Bizans’ın Hristiyanlığına, Medine ve Yemen havalisindeki bazı kabileler de, oradaki Yahudilerin dinine kapılmışlardı. Bunlardan başka, Sabii (yıldızlara tapma) mezhebine girenler de vardı. Ekseriyeti ise, puta tapanlar teşkil ediyordu.
Hicaz, Yemen ve Amelika kavimlerine İsmail (a.s.) peygamber olarak gönderilmiş, fakat zamanın uzaklığı, halkın cahilliği yüzünden şeriatının hükümleri unutulmakla beraber, bazı bakiyyesi, özellikle Tevhid-i ilahı inancı, hicretten yedi sekiz yüz yıl öncesine kadar muhafaza edilmiş olduğu halde, o sıralarda Huzaa kabilesinden olup, Mekke’de başkanlık makamına geçen Amr bin Luhay tarafından, halkın zihinlerinden çıkarılmıştı. Çünkü bu adam tedavi için gittiği ‘Belka’ tarafında gördüğü putlardan bir tane satın alıp Mekke’ye getirmiş ve halkı bu puta tapmaya teşvik etmişti. Böylece de putperestlik Hicaz kıtasında başlamış ve yayılmış oldu.
Amr bin Luhay’ın getirdiği putun adı Hübel idi. İnsan şeklinde olup, taştan oyulmuştu. Ondan sonra da bir çok put yapılıp, Kabe’nin içine ve dışına 360 tane konmuştu. Hurma ile keş, yahut hurma ile yağdan yapılan adına ‘hays’ denilen yemekten mabud yapıp yiyenler bulunduğu gib tesadüfen ele geçirdikleri taşlara tapıp, sonra o taşlarla taharetlenenler de vardı”.291
İranlı din bilgini ve düşünürü Fahreddin Razi (1148-1209) de, Putperestliğin Arap yarımadasına girişini şu şekilde aktarmıştır: Amr b. Luhay kavminin başına geçip, halkının yönetimini eline geçirdiğinde, Kabe'nin hizmetini de üzerine aldığı zaman, Suriye'deki Belka vadisine bir yolculuk yapmıştır. Orada putlara ibadet eden bir topluluk görmüş, onlara bu putlar hakkında sormuş, onlar da kendisine, "bunların yardım istenildiğinde yardım eden, yağmur istenildiğinde yağmur veren tanrılar" olduğunu söylemişlerdir. Amr, bu putlardan birini kendisine vermelerini istemiş, onlar da kendisine Hübel isimli putu vermişlerdir. Amr da onu Mekke'ye getirip, Kabe'ye koymuş, insanları ona ibadet etmeye çağırmıştır. Tarihçilere göre bu olay İran kralı Sabur Zü'l-Ektaf292 zamanının başlarında olmuştur.
Razi'nin anlattığı bu olay, Arap Putperestliği konusunda ilk elden kaynak olan İbn Kelbi (ö.206/820)'nin Kitabu'l-Esnam adlı çalışmasındaki bilgiyle uyuşmaktadır.293 İbn Hişam (ö.218/833)294, Şehristani (ö.548/1153)295 ve Biruni (ö.453/1061)296 de aynı olayı anlatmakta ve Arabistan'a Putperestliği getirenin aynı kişi olduğunu belirtmektedirler.297
Putperestler, İslam’a ve Müslümanlara çeşitli yollardan saldırırken; İslam, Mekke’de henüz oluşum safhasındaki bir din olduğu ve insanların her şeyden önce psikolojik açıdan bu dine inanmalarını sağlamak hedeflendiği için, İslam da onlara karşı birtakım psikolojik ağırlıklı araçlarla mücadele etmiştir. Tahir’ül Mevlevi, bu aşamayı, Kur’an surelerine dayanarak, şu şekilde aktarmaktadır:298
“Nebiyy-i Ekrem (S.A.V.) efendimiz: ‘Ey insanlar başka mabud yoktur deyiniz’299 şeklindeki tenbih ve irşadlarıyla bu sapık insanları uyardı.
Kur’an-ı Hakim de: ‘Sizin ilahınız yegane ma’bud olan yüce Rab’dır. Rahman ve Rahim olan O zat-ı akdesden başka tapılmaya layık hiç bir ma’bud yoktur’300 ayeti celilesi ile en doğru akide olan Tevhid-i Hakiki inancını telkin etti.
Müşrüklerden bazıları Hakik’ ma’bud’un bir tek ilah olduğunu bildikleri halde, güya Allah’a yaklaşmak için taştan, ağaçtan yontulmuş bir takım putları şefaatçı edinecek kadar gaflete düşmüştü. Kur’an-ı Kerim; böyle taştan, ağaçtan şefaat bekleyen ahmaklara ümitlerinin pek boş olduğunu şu mealdeki ayetlerle haber verdi:
‘Putperestler Allahdan başka şefaatçiler mi tanıyorlar. Onlara de ki: Putlar hiçbir şeye malik olmadıkları gibi, kendilerine tapanları da tanımıyorlar. Yine Onlara de ki; Bütün şefaatlar ilahi iznin verilmesine bağlıdır. Ki göklerin ve yerin idaresi Zat-ı İlahisine mahsustur. Sonra siz de Ona döndürüleceksiniz’301
Yine müşrik kabilelerin bazılarının, bu arada ‘Kinane’, ‘Huzaa’, Cüheyne’ kabilelerinin garib ve uluhiyyet şanına yakışmayan bir inançları vardı. Bunlar melekler Allahın kızlarıdır diyorlardı. Hele Huzaa kabilesinin ‘Benu Melih’ şubesi: ‘Allah cinlerle temasda bulundu da, melekler vücuda geldi’ hezeyanında bulunuyorlardı. Bu herifler, batıl inançlarının tesiriyle meleklere, dolayısiyle de cinlere ibadet ederler, bir çölde yalnız kalınca: ‘bu vadinin aziz varlıklarına sığınırım’ diyerek, orada mevcud fakat görünmeyen cinlere sığınırlardı”.
Adnaniler’in (İsmailoğulları) çoğunluğu, Mekke'deki egemenliklerini, dayıları olan Cürhüm Kabilesi'ne kaptırdıktan sonra kenti terk etmekle beraber, Hz. İbrahim'in diğer oğlundan olan Kanturaoğulları ve Hz. İsmail'in küçük oğullarından olan nesli, Mekke'de kalarak, Adnani, Mudar, Kinane ve Kureyş Kabileleri adları altında varlığını sürdürmüştür.
Bu kabileler, Adnan'ın Buhtunnasr'dan sonra Arap Kabilelerini toparlamayı başarmasıyla, Adnaniler olarak anılırlardı. Bu kabilelerin en güçlü kolu olan Mudar'ın, M.Ö. XVIII. yüzyıldan beri, Arabistan Yarımadası'nda tanındığı ve Mekke'de güçlendiği görülmektedir.
Mekke'nin etnik yapısı incelendiğinde, dini ve siyasi açıdan iki önemli sonucun ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, Huzaa Kabilesi'nin302 lideri Amr b. Luhay'ın ekonomik çıkarlara dayalı bir putçuluk geleneği başlatarak, tevhid inancını bozması; diğeri de, Arab-ı Baide'den olmadığı halde, Mudar'a yenildikten sonra büyük bir kitle halinde Ankara’ya yerleşerek Hıristiyanlaşan ve milli benliklerini kaybetmek suretiyle ahlaki yozlaşmaya uğrayan İyad Kabilesinin, Orta Doğu'ya yönelik askeri hareketlerde Bizans'a sürekli bir güç kaynağı teşkil etmiş olmasıdır.303
Tahir’ül Mevlevi, meleklerin, erkeklik ve kadınlıktan kurtulmuş olduklarını, ancak Allah tarafından yaratıldıklarını, Kur’an’dan verdiği örneklerle açıklar.304 Mevlana‘nın din-toplum ilişkilerinde de, din merkezi önemdedir. Esasen Mevlana toplumu din veya tersine dini toplum olarak açıklamaktadır. Mevlana’nın toplum yaklaşımında, peygamber, derviş, sufi, arif, şeyh, zahid, muhlis, riyakar, Müslüman, kafir, münafık, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt, Mecusi, Mutezile, Cebriler, Ehl-i Sünnet, Kur‘an, Sünnet, Sahabe ve halife gibi dini kavram ve olgular, belirleyicidir. Ayrıca, Mevlana’nın, toplumla ilgili konuları ele alırken, ayet ve hadislerden destek almayı bir yöntem olarak olarak tercih ettiği ifade edilir.305
Tahir’ül Mevlevi, “Allah Teala hazretlerinin –haşa- kızların babası olmadığı, bu ayetlerle bildirildiği gibi Zat-ı akdes-i kibriya’nın çocuk babası olmasının, uluhiyyetinin şanına zıt bulunduğu, şu ayet-i celileler ile de gerek müşriklere, gerekse Kitab ehli olub da ‘Üzeyr’ ile ‘İsa’nın (a.s.) Allahın oğlu olduğuna inanmış bulunan Yahudi ve Hristiyanlara açıkça balirtildi”306 diyerek, sözlerini Surelerden örnekler vererek açıklamıştır.307
Hem Hıristiyanlık hem de İslamiyet, Hz. Meryem‘in hamileliğinin “Allah‘ın kudretinin” bir eseri olduğunu ifade etmektedir. Mevlana da bu konuda “Gizliden gizliye bir emanet verilmedikçe gönül Meryem‘i, Mesih‘in ışıklarına gebe kalamaz”308 ifadesini kullanmaktadır. Özellikle İslamiyet bu konuyu, bütün berraklığıyla ortaya koymakta ve Meryem‘e hiçbir şekilde leke düşürmemektedir. İşte bu konu Mesnevi‘de çok edebi bir üslupla dile getirilmektedir. Hz Meryem, hayanın, iffetin timsalidir. Kendisini Allah‘a adamış biridir. İlahi kudret, böyle birini, anlaşılması zor hikmet kıvılcımları ile hiçbir erkek dokunmadan hamile bırakmıştır. Olay baştan başa Allah‘ın kudretinin bin bir renkli parıltıları içerisinde cereyan etmektedir. Aklı ve kalbi madde ile dolup taşan Yahudi toplumunun bunu idrak etmesi beklenemezdi. Bu inceler incesi olayı, ancak kalbi iman dolu zeka sahipleri kavrayabilirlerdi. Bunun için o devrin Yahudi zihniyeti, olayı kavrayamamış ve Hz. Meryem‘e olmadık iftiralarda bulunmuşlardır.309 Hz. Meryem‘in gebe kalma olayını, Hz. Mevlana, “Neye üfürülen nefeste şekerler gizlidir, Meryem‘e benzeyen ney, o nefesten tatlılara gebe kalmıştır”, “Kimi bir solukta Meryem‘i gebe eder, İsa‘yı yaratır; böylece de İsa, soluğuyla onun soluğuna tanıklık eder” ve “Kimdir Ruhul- Kudüs‘ün soluğundan Meryem gibi gebe kalmayan?”310 ifadeleri ile açıklamaktadır.311
Mevlana, Hıristiyanlığın, İsa‘nın tevhidi iletisinin aslı ile oynanmış şekli olduğunu, Hz. İsa‘nın, Hz. Muhammed‘in kendisinden sonra gelecek bir elçi olduğunu bildirdiğini, İsa‘nın tanrı ya da tanrı oğlu olduğunu düşünmenin küfür olduğuna inanmakla birlikte, düşüncelerini tarihsel ve teolojik gerçekler üzerine kurguladığı karikatürize bir öyküyle, onları ‘öteki’leştirmeden ifade etmiştir.
Öykünün ana kahramanı ‘Yahudi bir Vezir’dir. Öyküde, hem padişahın hem de vezirin kimliği belirsizdir. Öykü, Yahudilerin İsa yandaşlarının sayıca artmaları karşısında duydukları rahatsızlığı göstermesi açısından da anlamlıdır. Öyküde, satır aralarında teolojik konular da tartışılır. Mevlana’nın öyküsünün, bir düşünceyi, bir öğretiyi çürütmek için yazılan yazılardan en önemli farkı, İsa’nın iletisinin aslı ile oynanmasının bilinçli, planlı ve dışarıdan yapılan bir müdahale olarak ele almasıdır.
Mevlana, öyküde312 öncelikle, İsa düşmanı olan ilk İsevilere zulmeden bir padişahın, onları tamamen yok etme düşüncesini ve vezirinin ona yaptığı öneriyi anlatır. Yahudi kralın güvenini kazanmış olan vezir, kendisinin İsa cemaatinin arasına girerek, onların içinde anlaşmazlık tohumları yeşertmek için hazırladığı planı sunar ve kralın onayı ile plan uygulamaya konulur. Plana göre, Yahudi vezir, kral tarafından halkın gözü önünde cezalandırılarak, halkın onun Hıristiyan olduğu için cezalandırıldığına inanması sağlanır. Daha sonra kral, vezirini kendisinden uzaklaştırır ve görünürde Hıristiyanlık adına ceza çeken vezir, İsa cemaati arasında hoş karşılanır. Vezir, çevresinde toplanan insanları kendi düşünceleri doğrultusunda işler. Kendi anlayışını İsa‘nın gerçek öğretisi olarak halka sunar. Vezir, plan gereğince, bir süre sonra öleceğini bildirir ve kendisine bağlı olanlardan seçtiği on iki kişiye kendi halifesi olarak farklı metinler verir ve onlardan her birine sadece kendi elinde bulunan metnin kendi doğru metni olduğunu ve metnin elinde olan kişinin halifesi olduğu söyler. Sonunda vezir, kendi canına kıyarak ortadan çekilir. Ondan sonra on iki kişinin her biri kendisinin tek halife olduğunu düşünür ve diğerleriyle çatışmaya başlar. Ancak, herkesin elinde bir vekil olduğunu gösteren bir metin vardır ve her birinin elindeki metin diğeriyle çelişmektedir. Birinin ak dediğine diğeri kara demektedir. Böylelikle sonu gelmez çatışma ve kavgalar başlar.
Mevlana, bu öyküyle, hem muhataplarına hem de öyküyü okuyan diğer insanların kendileri adına dersler çıkarmalarını arzu etmiştir. Nitekim, zaman zaman Kur‘an‘da da kullanılan kıssayla, hem geçmişte yaşanılan/yaşanıldığı düşünülen bir olayı aktarılırken, aynı zamanda inananların, kısa öyküden kendilerine dersler çıkarması hedeflenir. Ayrıca, bilgelik, kısa öykünün satır aralarına gizlenerek sunulur. Bu nedenle de, Kur‘an kıssalarının hemen hemen tamamında, tarihsel zaman dilimlerine çok fazla uyulmadığı gibi, kıssaların tamamı da anlatılmaz. Sadece inananlar ya da doğru yola girmesi umulan insanlar için gerekli olan kısım anlatılır. Mevlana da, kurguladığı öyküde birebir isim vermeden Yahudi bir vezir, Yahudi bir padişah, İseviler gibi adlandırmalarla İsa‘nın iletisinin aslı ile oynanma sürecini anlatır. O da bize, kıssa örneğinde olduğu gibi, birebir tarihi olay anlatmaz, amacı da bu değildir zaten.
Öykünün tarihsel hiçbir gerçeklik değeri taşımadığını söyleyen Tahir‘ül Mevlevi de, öykünün amacının tarihi bir olayı aktarmak olmadığını ısrarla söyler.313 Ancak o, aynı zamanda, öykünün ikinci kısmının, ikinci Yahudi kralın inananları hendeğe atarak zulmettiği kısmın, Yemen bölgesindeki Hıristiyanlarla ilgili olduğunu da vurgular. Bir anlamda öykünün birinci kısmının tarihsel bir dayanağı olmadığını söylerken, ikinci kısmı hakkında yorumcular gibi düşünür.314
Mevlana, hem Tahir‘ül Mevlevî‘nin dediği gibi, Müslümanlara ara bozanlığın ne denli büyük bir tehlike olduğunu anlatırken, aynı zamanda Hıristiyanların sağlam bir temele sahip olmadıklarını gösterir. Satır aralarındaki teolojik konular, öğretiyi çürütmek için yazılan yazı geleneğindeki bilginlerin gündeme getirdikleriyle tamamen aynıdır ve Kur‘an‘ın Hıristiyanlığa bakışıyla da birebir örtüşmektedir.315
Tahir’ül Mevlevi, İslam tarihi ile ilgili yayınlarının yanı sıra, Müslümanlıkta ibadet tarihi ve öğrenciler için hazırladığı derslerde kullanmak üzere hazırladığı Hitabet Dersleri yapıtında, hitabetin tanımı, tarihçesi, Cahiliyye devri hatipleri ve bu devrin esasları, islamdan sonraki hitabet, Hz. Peygamber'in hitabeti, cuma hutbesi ve diğer dînî hutbeler (nikâh, cenaze, bayram v.b.) vaazlar, "İçtimâi hitabet" kısmında ise nutuk, çeşitleri, icabları, erkânı ve hatibin tavrı gibi konuları işlemiştir.316
Do'stlaringiz bilan baham: |