“Utandın mı?”
Utanç tanıdık bir duyguydu. Hem Abdullah benim kardeşimdi ve kardeş
liğin bir sınırı yoktu.
“Bana söylemeliydin, Abdullah. Biz kardeşiz.”
“Beni dışlamandan korktum.”
Şu dünyada yargılandığınız kadar yargılarsınız da. Kaderin başka bir oyu
nudur bu. Ben yalnızca sokaklarda karaborsa işi yapan bir kanun kaçağıydım
ve Abdullah elime bir yargıç çekici tutuşturup kürsüye oturtmuştu beni. Şimdi
tek istediğim o çekici kafasına indirmekti.
“Bana söylemeliydin.”
Başını eğdi. “Biliyorum.”
“Bir daha sır yok. Meğer Didier’yle ikiniz sırlarınızı ne çok seviyormuşsunuz.”
“Sır yok.”
“Bir asker olarak yemin et.”
“Yemin ederim.”
“Güzel. Gözünü dört aç. Bu gece Concannon’ı ziyarete gittim. Ya geri adım
atacak ya da intikam için ininden çıkacak.”
“Oraya bensiz mi gittin?”
“Merak etme. Yalnız değildim.”
“Ona haddini bildirdin mi?” dedi gözleri yeniden parlayarak.
“Fena dağıldı.”
“Seninle gurur duyuyorum, Lin.”
“Ben duymuyorum ama,” dedim. “İş bu noktaya gelmemeliydi. Concannon
biraz daha uzlaşmacı bir adam olsaydı keşke.”
“Gel, ibadete katılalım,” diye önerdi.
“Sağ ol ama eve gideceğim. Belki Karla gelmiştir. Yakında görüşürüz, kar
deşim.”
Amritsar Otel’e gitmeden önce uzun ve geniş Marine Caddesi’nde birkaç
tur attım. Sokaklarda kimsecikler yoktu. Kıyıdaki duvar da boştu. Solumdaki
evlerde uyuyanlardan okyanusa huzur dalgaları yayılıyordu.
Sonra gitar çalan bir adam gördüm. Bulvarın ortasındaki ince, beton duva
rın dibinde oturuyordu.
Oleg’di. Yanında durdum.
“Ne yapıyorsun?”
“Gitar çalıyorum,” dedi mutlulukla.
“Neden sokak ortasında çalıyorsun?”
“Buranın akustiği mükemmel,” dedi gülümseyerek. “Arkam deniz, önüm
binalar. Olağanüstü. Sen gitar çalar mısın? Bir gün birlikte...”
Gerisini dinlemedim. Gazladım ve Nariman Point’ten dönüp tekrar yanın
da durdum.
“Gidip kafaları çekelim mi?”
Gözlerini kıstı. “İkimiz mi?”
Yine gazladım ve Nariman Point’ten döndüm.
“Olur, çekelim,” dedi tekrar yanında durduğumda.
“Atla.”
“Ben kullanabilir miyim?”
“Bir daha motorum hakkında sakın böyle konuşma.”
“Tamam,” dedi omzuna astığı gitarıyla arkama binerken. “Biz sınırımızı
bilmeyi çoktan öğrendik.”
“Sıkı tutun.”
“Kafaları çektiğimizde birileriyle dövüşecek miyiz?”
“Hayır.”
“Birbirimizle bile mi?”
“İn aşağı, Oleg.”
“Yok, yok. Ondan demedim. İyi dövüşüyorsun ya? Dövüşeceksek ayık ka
layım bakımından.”
“Siktir git, Oleg.”
“Biz Ruslar sokak dövüşünü bilmeyiz. Millet bizi boşuna çantada keklik
görmüyor.”
“Bir kere daha
Rus
dersen, seni ilk uçurumdan aşağı atarım.”
“İyi de ne diyeceğim? Ben Rus’um.”
“R insanları nasıl?”
“Olur. Biz R insanları kolay uyum sağlarız.”
Oleg iyi bir yolcuydu. Onunla seyahat etmek eğlenceliydi. Motoru arka
sokağa park edip birlikte Amritsardaki odama çıkarken neşem yerindeydi.
Tam odanın kapısına gelmiştik ki, Karla kendi kapısını açtı. Bir yere gidi
yordu.
Kolsuz bir elbiseyle bilekli spor ayakkabılar giymişti. Saçlarını pazardan al
dığı kılıçbalığı kemiğiyle topuz yapmıştı. Onu temizleyip cilalamış ve geniş
ucuna taşlı yüzüklerinden birini geçirmişti. Yarı değerli taş arkasındaki odanın
ışıklarını yakalayarak parlıyordu.
“Vay canına,” dedi Oleg. Başını uzatmış Bedevi çadırını görmeye çalışıyordu.
“Karla, bu, Oleg,” dedim. “Kendisi Rus bir yazar. Kaderin önüne katıp
sürüklediği iyi adamlardan biri. Oleg, bu da Karla.”
Karla beni baştan aşağı süzdü. Başını Tuareg’in evindeki siyah burkalı kadın
gibi yana eğmişti. Bir terslik vardı. Her zamankinden de daha ters giden bir
şeyler. Sonra Oleg’e bakıp gülümsedi.
“Yeni bir kader mahkûmu, ha?”
“Karla,” dedi Oleg onun elini öperek. “Ne güzel bir isim. Benim de bir
kıymedim var. Ona Karlesha derim. Tanıştığımıza memnun oldum. Sevgiliniz
beni lime lime edeceğini söylemeseydi, size kur yapardım ama bu imkânsız
maalesef.”
Karla güldü. “Demek tehdit etti seni?”
“Oleg’le kafaları çekeceğiz,” dedim. “Berbat bir gece geçirdik. Sen de gel
mek ister misin?”
“Burada önemli olan benim istemem mi, yoksa senin istemen mi?”
“Karla.”
“Bence güzel bir soruydu,” diye atıldı Oleg.
Ona ters ters baktım.
“Yok, ben sadece şey... ”
“Teşekkür ederim ama hayır.” Karla uzanıp ışıkları söndürdü, kapıyı kapadı
ve birkaç kez kilitledi. Tekrar bize döndüğünde, “Bak, aklıma ne geldi, Oleg,”
dedi. “Sana bir bir teklifim var.”
Bütün vezirleriyle birlikte ona döndü.
“Nasıl bir teklifi” diye sordu Oleg sevimli bir gülümsemeyle.
“Bize saha dedektifleri lazım. Bana bu iş için uygun bir aday gibi gö
ründün.”
“Saha dedektifi mi?”
“Yürü, Oleg,” dedim. “Hatırlarsan buraya iş bulmaya gelmedin.”
“Büromuz yan odada,” dedi Karla istifini bozmadan. “Bize sahada çalışacak
sıkı adamlar lazım. Sen öyle biri misin, Oleg?”
“Olabilir ama sen ilk görüşte uygun bir aday olduğumu nasıl anladın ki?”
Karla başparmağını bana doğru salladı.
“Esaslı biri olmasaydın seni benimle tamştırmazdı da ondan. Ne diyorsun?”
Oleg bana baktı.
“Kabul edersem, beni doğrayacak mısın?”
“Tabii ki öyle bir şey yapmayacak,” dedi Karla.
Oleg yine ona döndü.
“Şu şansa bak! Aynı gün işten atıldım ve yeni bir iş buldum. Bu şehirde
köşeyi döneceğimi biliyordum. Ne zaman başlıyorum?”
“Sabah onda gel. Temiz bir gömlek giymeyi unutma.”
Oleg sırıttı. Karla da ona gülümsedi. O an Oleg’i temiz bir gömlekle boğ
mak istedim.
“Anlaştıysanız bize müsaade,” dedim.
Karla’yı öpmek için uzandım. Ona sarılmak, okyanusu koklamak ve bir an
kendimi yuvamda hissetmek istiyordum. Ama itti beni.
Oleg’e anahtarı attım. “Sen gir.”
Kapıyı açtı ve hayretle inledi.
“Minimalizmin dibine vurmuşsun, dostum. Soljenitsin burayı görse gözleri
yaşamdı.”
Yalnız kaldığımızda, “Neler oluyor, Karla?” diye sordum.
Suratıma bir labirent bulmacaymışım ve az önce yolunu bulmuş gibi baktı.
Gözlerini dudaklarımda, alnımda ve gözlerimde gezdirdi.
“Birkaç hafta burada olmayacağım,” dedi.
“Nereye gidiyorsun?”
“Bunu soracağını biliyordum ve aynı zamanda hem çok şeker, hem de sinir
bozucu bir soru olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.”
“Lafı çevirme. Nereye gidiyorsun?”
“Bilmek istemezsin,” dedi gözlerinde yanan ateşlerle.
“Aksine. Bana ihtiyacın olduğunda hangi kapıyı kırmam gerektiğini bilmek
istiyorum.”
Güldü. Ben gayet ciddiyken insanlar neden gülüyordu?
“Birkaç hafta Kavita’yla takılacağım. Yalnız,” diye ekledi.
“Bu da ne demek?”
Başını yana eğdi.
“Kıskandın mı Shantaram?”
Hayır, kıskanmamıştım. Düşünüyorum da, o sırada Rus yazarı Kavita’dan
bin kat daha ilginç buluyordum. Öte yandan Kavita beni terslemişti ve birden
bunun hâlâ canımı acıttığını fark ettim. Karla başka bir sevgiliye gitmiyordu.
Benden nefret eden birinin yanma gidiyordu.
O gece Karla’ya Kavita’nın bana söylediklerini anlatmadım. Söylemeliydim
oysa. Ama zor bir geceydi ve susmayı yeğledim.
“Madam Zhou arka sokakta karşıma çıktı. Motoru bıraktığım yerde. Bana
Kavita’dan uzak durmamı söyledi. Onunla takılman ne kadar güvenli sence?”
“Benden ne istiyorsun?” diye bağırdı birden öfkelenerek.
“Senin en yakının olmak ve bunu bana karşı kullanman haksızlık. Benimle
oyun oynamaktan vazgeç. Bana ne istediğini söyle, Karla. İstersen seni rahat
bırakarım ya da bütün kalbimle severim. Seçim senin.”
Şaşalamıştı ve bu Karla’da nadiren tanık olduğum bir ifadeydi.
“Sana, bana güven demiştim. Bunu yapman ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın
yılma demiştim.”
“Gitme,” dedim.
Arkasını döndü. “Kavita’da kalacağım. Boşuna bekleme.”
Yürüdü gitti. Merdivenlerden inişini izledim. Sonra daireme koşup pence
reden baktım. Metro sinemasının önündeki taksi durağına doğru yürüdüğünü
gördüm.
Oleg gelip yanımda durdu. Karla bir taksiye bindi ve gitti.
“Başın dertte, dostum,” dedi. “Votkan bok gibi ama romun idare eder. İç hadi.”
“Önce bir duş alacağım. Sen keyfine bak.”
Boş odaya ve cilalı bir tabutun yüzeyi gibi parlayan parkelere baktı.
“Tamam,” dedi muzipçe.
Duşta dikilip musluğu açtım. Borulardan homurtular ve ıslıklar yükseldi.
Binaya su kamyonlarla geliyor ve çatıdaki depolara pompalanıyordu. Binadaki
herkes o depolardaki suyu ortaklaşa kullanıyordu.
Suyu boşuna harcamamaya çalışarak ve ara sıra musluğu kapatarak duş al
dım. Bazen sırtımı duvara yaslayıp Concannon’ı düşünüyor ve öğürüyor, sonra
yine suyun şifasına sığınıyordum.
Kendimize yarattığımız dünyada, erkek olmak ne kadar büyük bir yalansa,
kadın olmak da öyle. Bir kadın her zaman ona dayatılan herhangi bir fikrin
daha fazlasıdır. Ve bir erkek de ona dayatılan görevin. Erkekler duygusaldır ve
kadınlar orduları yönetebilir. Erkekler çocuk bakar, kadınlar ekzosferi keşfeder.
Biz iki ayrı şey değiliz. Birbirimizin son derece ilginç türevleriyiz. Ve evet, er
kekler de duşta ağlar bazen.
Suratımdaki hisleri silmem uzun zaman aldı. Benden sonra banyoya Oleg
girdiğinde, meditasyon niyetine silahımı temizledim ve onu yeniden yatağımın
yanındaki gizli rafa koydum.
“Sabunun bok gibi,” dedi Oleg kurulanırken. “Ben sana bir R sabunu ala
yım da gör. İskeledeki kazıklara yapışan midyeleri bile temizler.”
“Neyse ki bende midye yok,” dedim ona şişeyi uzatırken. “Sabunumdan da
memnunum ayrıca.”
Şişeyi geri verdi. Bir yudum alıp ona uzattım ve bu böyle devam etti.
“Benim tişörtümü giymişsin,” dedim ayıklıkla çayırkeyiflik arasındaki o
ince çizgide.
“Aldırmazsın umarım. Temiz bir şey giymek hoşuma gitti. Diğeriyle bütün
leşmiştim resmen.”
“İyi. Sende kalsın. Bende daha çok var.”
“Gördüm. Dört tane de kotun var. Bir tanesini ödünç alıp paçalarını kıvır-
sam dert eder misin? O tarzı seviyorum.”
“Paçalarını Urallar’a kadar kıvırabilirsin, Oleg. Ama şu sırıtışı ne yapa
cağız bilmem. Hayır, biraz daha kafayı bulursam, tırsacağım ondan korku
yorum.”
“Anladım, dostum. Daha ciddi olmaya çalışacağım. Biz R insanları çok
uyumluyuzdur. Biraz müzik açsak mı? Sevmiyorsan kalsın tabii.”
“Ben yazarım,” dedim şişeyi verirken. “Seviyorum elbette.”
Bir çift Bollywood hoparlörüne bağlı bir diskçalar sistemim vardı. Bütün
melodileri aynı ses okyanusunda harmanlamalarına ve aynı balina sesine dö
nüştürmelerine bayılıyordum.
“Ne boktan bir sistem,” dedi Oleg.
“Bir şeyi de beğen be.”
“Aslına bakarsan bok gibi olmayan şeylerini hatırlamaya çalışıyorum.”
“Sana ne çalayım istersin, Oleg?”
“Clash var mı?”
Do'stlaringiz bilan baham: |