öğrenmeliydim. Nabila Camii’ne, Null Çarşısı’na ve Abdullah’ın en azılı suçlu
ların müttefikliğiyle rahatça dolaşabileceği diğer her yere baktım. Öfkeliydim.
Yumruklarım kanıyordu. Sevdiğim insanlara bile kibar davranamıyordum.
“Abdullah nerede?” diye sordum defalarca.
Her gün hayatlarını ortaya koyan sıkı adamlar saygı bekler. Hâliyle bana
çıkışanlar oldu.
“Yürü git, Lin. Önce adam gibi konuşmayı öğren.”
Abdullah’ı Sufi’lerin şarkı söylediği bir gece festivalinde buldum.
Ali
Murınayı
söylüyorlardı. Saatlerce sürebileceğini biliyordum. Bir çubuğu elden
ele geçirdiklerini gördüm.
Onunla göz göze geldiğimizde hemen ayağa fırladı ve çıplak ayaklarıyla
diğerlerinin arasından bana doğru ilerledi.
Dışarıda kenarı ağaçlık, tozlu ve çakıltaşlı otoparkta karşılıklı durduk.
“
Selamünaleyküm
,” dedi beni yanağımdan öperek.
“Ve aleykümselam.
Neler oluyor, Abdullah? Concannon
denen herifle birini
mi öldürdünüz? O gün onu bu yüzden mi iki kere vurdun? Sonsuza dek sus
turmak için mi?”
“Gel benimle,” dedi buz gibi bir sesle ve kolumdan çekti.
Ara sıra rüzgârda sallanan manolya yapraklarıyla kaplı, geniş bir kemere
doğru yürüdük. Park eden arabalarla geniş araziyi ayıran
bir dizi, iri taşın üze
rine oturduk.
Şarkıcılar birkaç metre ilerideki çadırda şarkıya devam ediyordu. Ya çok
erkenci ya da gecikmiş bir karga tepemizdeki bir daldan arsızca gakladı.
Çadırın girişine kalınca bir telle iki parlak ışık asmışlardı. Ara sıra farklı
mekânlarda düzenlenen, doğaçlama ibadetlerden biriydi. İzin verildiğinde top
lanır, şafakta arkalarında hiçbir iz bırakmadan dağılırlardı.
Huzur verici ve daima güvenliydi, zira bir kere başladı mı böylesine saf
bir ibadeti bozmanın sonraki yedi nesile lanet yağdıracağına inanılırdı. Rakip
gangsterler bile böyle bir tehlikeyi göze almak istemezdi.
Bazen bizi koruyan
doğmamış nesillerdir yalnızca.
“Bir ara Şirket dışı anlaşmalar yapıyorduk,” diye başladı Abdullah.
Sanjay’ın kararıydı. Bence politik davranmaya çalışıyordu ama bu benim yo
rumum tabii. İlk işimiz bir iş adamını öldürmekti.”
Duraksayınca müdahale etmedim. Ona zaman tanımak istedim. Uzun bir
yoldan gelmiştim ve gerçekten de kâbus gibi bir gün olmuştu.
Benim de bir
molaya ihtiyacım vardı.
“İrlandalı, bütün Şirket’lerin kapısını aşındırıyordu. Sanjay onu kiraladı.
Beni de yanına kattı. Bir terslik olursa devreye girmem için.”
Yine durdu.
“Ve bir terslik oldu,” dedim.
“Adamın karısıyla kızı da evdeydi. Orada olmamaları gerekiyordu. Bizi gör
düler. Ama onları öldüremezdim.”
“Elbette.”
“Concannon öldürdü onları. Buna izin verdim. Seslerini dinledim ve par
mağımı bile kıpırdatmadım. Lanetlendim, Lin. Ben lanetli bir adamım.”
Yenilmez, gözüpek Abdullah. Benden giderek uzaklaştığını hissediyordum.
Ellerimden kayıp gittiğini. Sevgi bazen uzaktaki bir köprüdür ya,
ve ona hangi
yoldan ulaşmaya çalışırsanız çalışın, ayağınızın altındaki toprak kuma dönüşür.
Sormaya bile korkuyordum ama merakıma yenik düştüm. “Concannon...
Ne yaptı onlara?”
“Boğazlarını kesti.”
lanrım.
“Gazetelere çıktı. Görmüşsündür.”
Adam boğulmuş, karısıyla kızı öldürülmüş, evdeki bütün para çalınmıştı.
Evet, hatırlıyordum. Hiç hoşlanmadığımı da hatırlıyordum.
Abdullah anlatmaya devam etti. “Sonrasında Concannon’a bir daha karşı
ma çıkarsan öldürürüm seni, dedim. Şirket’le ilişiğini kestim ve Sanjay anlaş
malarımızı Katil Motorlara yönlendirdi.”
“Bana neden anlatmadın? Adam başıma ödül koydu, Abdullah!”
“Utandım,” dedi.
Do'stlaringiz bilan baham: