f
DAĞ GÖLGESİ ■ 571
“Gerçekten bilmek istiyor musun?”
“Elbette. İyi malzeme çıkar.”
“Çünkü eğer arkadaşlarımdan biri benim yüzümden zarar görseydi üzülür
düm ama sana bir şey olursa üzülmeyeceğim. Şimdi anladın mı?”
Sırıttı. “Hem de çok iyi. Yerinde olsaydım ben de senin hayatını satın
alırdım.”
“Ben senin hayatını satın almıyorum, Dostoyevski. Sadece zamanını satın
alıyorum. Bunda net miyiz?”
“Evet. İyi ki yaptık bu konuşmayı.”
“Pekâlâ. Şimdi bir konuşma daha yapacağız. Eğer kız arkadaşımın yakının
dan bile geçecek olursan seni lime lime doğrarım.”
“Senin kız arkadaşın mı var?” diye fısıldadı hayretle.
“Neden şaşırdın?”
Şey...
“Ona Rus yazar cakası atmaya kalkışma sakın.”
“Anladım. Yoksa beni doğrarsın.”
Nedense hâlâ sırıtıyordu. Ya aşırı güler yüzlü biriydi ya da benim bilmedi
ğim bir şey biliyordu.
“Ne?” dedim kaşlarımı çatarak.
“Sahiden kız arkadaşın mı var?”
“Rus epiklerini ondan uzak tut.”
“Anladım,” dedi gülerek.
“Ne gülüyorsun?”
“Bir yazarla yazmaya değecek bir maceraya atılmak süper bir hismiş.
Sonrasında birlikte bir kısa öykü yazarız istersen. Harika fikirlerim var.”
“Kes şunu. Sen durumun ciddiyetini kavrayamadın anlaşılan. Şu İrlandalı
manyağın teki. Adamları da onun kadar sağlam.”
“Hey, sakin ol. Ben buna on iki bin dolar yatırdım. Hadi, bitirelim şu işi.
Sonra da gidip kafaları çekelim.”
Tek başına fabrikaya doğru koşmaya başladı. Ah, şu Ruslar!
Ben de koştum ve binanın girişinde ona yetiştim. Usulca, büyük, yuvarlak
kulübenin etrafından dolaşıp yüksek pencereden içeri baktık.
Concannon kırmızı bir Pontiac Laurentian’ın kaputunda iki adamla kâğıt
oynuyordu. Arabanın diğer tarafı ince bir toz tabakasıyla kaplıydı.
“İyi misin?” diye fısıldadım.
“Tabii. Plan ne?”
“Kapıdan gireceğiz. Ben İrlandalı’ya meydan okuyacağım.”
L
“Gizlice girsek daha iyi olmaz mıydı?”
“Öyle yapacaksam silah getirirdim.”
“Silahın yok mu?”
Kapıyı açıp boş fabrikaya girdim. Oleg hemen arkamdaydı. Concannon’la
arkadaşlarına birkaç adım kala durduk.
Afganistanlı’nm elleri kucağındaydı. Hintli’nin de öyle. Silahları var mıydı
bilmiyordum.
Ama Concannon’ın ellerinin ne yaptığı açık ve netti. Alkış tutuyorlardı.
“Sarhoş bir rahibeden bile komiksin,” dedi. “Öldüğünü duymuştum.
Demek ki iğrenç bir söylentiden ibaretmiş.”
“Gel, bitirelim şu işi,” dedim. “Sadece sen ve ben.”
“Kavga mı istiyorsun?”
Hâlâ sırıtıyordu. Mutlu bir gülümsemeden ne kadar nefret edilebileceğini
ondan öğrenmiştim.
“Benden ve arkadaşlarımdan uzak durmanı istiyorum. Kabul edersen karşı
lıklı otururuz, seni pokerde de madara ederim.”
“Ya kabul etmezsem?”
Gözlerinde parlayan ıslak ışıkta soğuk yıldızlar gizliydi.
“O zaman sen ve ben, bu defteri, hemen şimdi, burada, sonsuza dek kapa
tacağız.”
Plastik iskemlesine yaslanıp sırıttı.
“Silahını çek, Govinda,” dedi usulca.
Hintli’nin silahı vardı. AfganistanlI elinde kâğıtlarla doğruldu.
“Emredersin, patron,” dedi Govinda.
“Kalk. Şu herifin arkadaşının yanma git.”
“Olur, patron.”
Govinda kalkıp arabadan uzaklaştı.
“Yürürken silahını Avustralyalı’nın suratından ayırma. Ne çakaldır o bil
mezsin sen. Kıpırdadığı anda acıma, vur.”
“Emredersin, patron,” dedi Govinda bana sırıtarak.
Gözleri fabrikanın loş ışığında iki opal taşı gibi parlıyordu. Oleg’in yanına
vardığında silahını karnına yapıştırdı. Oleg hâlâ sırıtıyordu. Odadaki tek sırıt
mayan bendim galiba.
“Buraya silahsız geldim. İki erkek gibi kozlarımızı paylaşalım diye. Bana
silah mı çekeceksin?”
Concannon duraksadı çünkü haklı olduğumu biliyordu.
“Sadece ufak bir tedbir,” dedi öfkesini bastırmaya çalışarak.
“Yanlış yapıyorsun, Concannon. Tek ölen biz olmayacağız.”
Bunu Hintli ve AfganistanlI kiralıklar için söylemiştim.
“Govinda kesin ölecek,” dedim. “AfganistanlI da öyle.”
Ona döndüm.
Do'stlaringiz bilan baham: |