S h a n t a r a m



Download 7,58 Mb.
Pdf ko'rish
bet119/190
Sana22.07.2022
Hajmi7,58 Mb.
#838043
1   ...   115   116   117   118   119   120   121   122   ...   190
Bog'liq
Dağ gölgesi

Ambrosta de Ahmed
i.
Rahatlamıştım doğrusu. Kendimi daha sakin ve ferahlamış hissediyordum. 
Tam Ahmed’in losyonundan biraz daha sürünüyordum ki, Danda bana küfre­
derek içeri daldı.
Danda ve buram buram tıraş losyonlu kokan bendeniz. Pek hoş bir buluş­
ma değildi doğrusu.
Tiradını bitirmesine izin vermedim. Bana 
orospu çocuğu
demesi ya da başka 
bir hakeret etmesi umurumda değildi. Ne istediği ve neden istediği de öyle. 
Gömleğine yapışıp kolonyalı avucumu kırmızı kulağına indirdim. Tokatlarıma 
aralıksız devam edince kaçmak zorunda kaldı. Ama benim de bütün sakinliği­
mi alıp götürdü.
Kapıdan Ahmed’e el salladım.
“Allah’a emanet ol, Ahmedbhai.”
“Dur!” dedi yanıma koşturarak.
Kolsuz kot yeleğimin yakasını düzeltti.
“Şimdi oldu.”
Kapıdan çıkar çıkmaz, ikizler demin özenle düzeltilen yakama yapıştı.
“Şükürler olsun,” dedi kollarıma yığılarak. “Her yerde seni aradım. 
Bakmadığım yer kalmadı.”
“Burada olduğumu kim söyledi?”
İkizler bunun profesyonel bir soru olduğunu biliyordu.
“First Pasta Sokağı’ndaki bir muhabbet tellalı. Seni izliyormuş. Son gün­
lerde hırçınlaştığını duymuş. Bir, haydi bilemedin iki güne bir kız istersin diye 
düşünmüş.”
“İyiyim ben,” dedim. “Tedavi oldum.”
“Senin adına sevindim, dostum,” dedi gergin bir sesle.


“Senin neyin var?”
“Akrep,” dedi çabucak. “Keçileri kaçırdı. Yardımın gerek.”
“Sakin ol. Akrep keçilerini çoktan kaçırdı zaten.”
“Yok, öyle değil. Bildiğin 
Alacakaranlık Kuşağı.
Görsen, korkudan altına 
edersin.”
“Gel. Böyle ulu orta konuşmayalım.”
Madras Kafe’ye oturduk ve birer 
idli sambar
söyledik. Arkasından da ikişer 
bardak siyah çay içtik, ikizler sokak çocuğuydu. Kankası milyoner olsa da önce 
yer, sonra konuşurdu.
İkizler çili biberi ve Hindistan cevizinin keskin tadını koyu çayıyla dama­
ğından silerken, bana hikâyesini anlattı. Hindistan’daki pekçok hikâye gibi 
azizlerle başlıyordu.
Önceki gün, haşhaş sevdalısı, mahalli bir azizin onuruna bir anma töreni 
düzenlenmişti. Sokaklar din adamlarıyla dolmuştu. Polis ilk kez kimseyi esrar 
içmekten tutuklayamamıştı çünkü bunu yapanların çoğu din adamıydı.
Zodyak George’lara daha uygun bir festival olamazdı. Dolayısıyla İkizler 
kadim dostunu Mahesh’teki kartal yuvasından çıkarmak için onu bahane et­
mişti. Hem bu vesileyle biraz temiz hava alırız demişti. İkizlerin dediğine göre, 
önce her şey normaldi. Akrep yine kendini bulmuştu sanki. Ayaklarını sürüye 
sürüye yürüyor, hatta ara sıra konuşuyordu. Otelden kiraladığı dört güvenlik- 
çiye eskiden dolandığı sokakları gösteriyor ve İkizlerle birlikte orada yaşadığı 
anıları anlatıyordu.
Sonra bir köşeyi döndüklerinde, bir sadhu, yani bir din adamı kesmişti 
yollarını. Ellerini kaldırmıştı. Birinde düğümlü bir şey vardı, diğerinde kutsal 
kırmızı leke.
“Eee?” diye sordum.
“Ona 
namaste,
dedim. 
Takasa var misini Al sana biraz Manali. Sende ne
var?'
“Sizinle ot mu içti?”
“Hayır. Adamcağız tam cevap verecekti ki, Akrep yürüdü gitti. Ama sadhu 
durdurdu onu.”
“Derdi neymiş?”
“Bin dolar istedi.”
“Ne?”
“Bin dolar.”
“Akrep ne dedi?”
“Manyak mısın dedi.”


“Cebinde bin dolar mı vardı?”
“Sadhu da tam olarak bunu sordu. Cebinde bin dolar var mı dedi.”
“Var mıydı?”
“Meğer üzerinde yirmi beş bin dolar varmış, Lin. Bana gösterdi. Dört gü- 
venlikçiyi ondan peşimize takmış.”
“Sonra?”
“Akrep’i bilirsin. Birden sinirleri boşaldı. Hiç tanımadığım birine neden 
bin dolar vereyim diye bağırdı. Ama beni rahat bırakman için sana bir yüzlük 
vereceğim dedi.”
“Biraz kaba olmuş. Guru ne dedi?”
“Akrep’in söylediklerini sakin karşıladı. Bana bin dolar verseydin, yokluğu­
nu bile fark etmezdin dedi.”
“Akrep ne cevap verdi?”
“Olay bu değil, dedi.”
“Sonra?”
“Sadhu senin zayıflığın açgözlülüğün dedi. Sırf bu aydınlatma bile bin do­
lara değer dedi. Bu sözleri hayatım boyunca unutmayacağım, Lin.”
“Haksız sayılmaz,” dedim.
“Öyle.” Kapıya doğru baktı. “Sonra ne yaptı biliyor musun? Güldü. O gü­
lüşü de hiç unutmayacağım. Yüzü o kadar ifadesizdi ki. Ama yine de gülüyordu 
işte. Sırf o gülüş bile Akrep’i zıvanadan çıkarmış olabilir.”
“Sonra?” dedim yine.
“Bizimki adamı itip yürümek istedi. Bir süre itiştiler. Güvenlikçiler ayrılın 
diye bağırdı. Sonra sadhu yere düştü ve kafasını kaldırımın kenarına çarptı. 
Alnının derisi sıyrıldı. Güvenlikçiler onu yerden kaldırmak için koştu. Ben de 
mendilimi verdim ve otelin doktorunu çağırmalarını söyledim.”
İkizler birden sustu ve yine sokağa baktı. Ufak tefek dalaverelerle hayatını 
sürdürdüğü ve belki de daha mutlu olduğu kargaşaya.
“Hele şunu bir anlat,” dedim. “Sonra gidip sigara alırız, olur mu? Sen bu 
sokakları iyi bilirsin. Şu kapıdan çıktığın saniyede ortadan kaybolursun. Onun 
için lafı dolaştırma da sadede gel.”
“Dolandırma değil miydi, kardeşim?”
“İkizler!”
“Tamam. Sadhu, Akrep’e küfretti.”
Nedense birden titremeye başlamıştı.
“Eee?”
“Bu kadar.”


Bizim için işleri zorlaştıran sevdiklerimize gösterdiğimiz sabır şu dünya üze­
rindeki en saf duygulardan biridir. Ben de sabırla gülümsedim İkizlere.
“Tam olarak ne söyledi, İkizler?”
“Açgözlülüğün, katilin olacak dedi. Bu andan itibaren parasının ona yalnız­
ca kan ve ölüm getireceğini söyledi.”
“Ya sonra?”
“Güvenlikçiler onu Akrep’in elinden zor aldı.”
“Akrep ne yaptı?”
“Kaçtı. Sonra onu otelde buldum.”
“Adama ne oldu?”
“Benimle otele gelmesini teklif ettim ama kaçmamı söyledi. Arkadaşlarım 
gelecek, beni böyle görürlerse sizi paralarlar dedi. Ben de kaçtım. Din adamları 
ne kadar tehlikelidir bilirsin.”
“Şimdi Akrep lanetlendiğini mi düşünüyor?”
“Bir nevi öyle oldu zaten. Otel çalışanları lanetli diye bizim kata uğramıyor.” 
“Eee, hizmetinize kim bakıyor?”
“Akrep otel yönetimiyle konuşup yeni birilerini tuttu. Bugün işbaşı yaptı­
lar. Galiba Litvanyalılar. Konuştuklarından tek kelime anlamıyorum ama kafa 
tiplere benziyorlar. Akrep kendine Rus fedailer de tuttu. İngilizce konuşuyorlar 
ama onları da anlamıyorum. Akrep kendini dairesine kapadı. Bu sefer gerçek­
ten kapadı ama. Dışarı adımını atmıyor.”
“Oyunu bir süreliğine paydos edin,” dedim. “Didier’yle de konuşurum. Şu 
sadhu’yu bulup laneti kaldırtalım bakalım.”
Adam muhtemelen meteliksizin tekiydi. Onu bulup ona saygısızca mua­
mele eden densizi bağışlaması ve laneti kaldırması karşılığında ufak bir hediye 
önerebilirdik.
Benim bildiğim sadhu’lar bunu hiç düşünmeden kabul ederdi. Fikrim işe 
yarayabilirdi. O zaman bunun, masum ve sevgi dolu dostum İkizleri yasak 
nehirlere sürükleyeceğini bilemezdim.
“Bravo, Lin. Sen bir dâhisin. Şu lanet meselesi Akrep’i darmadağın etti. 
Sen yabancı değilsin. Kutsal bir kişinin şimşeklerini üzerime çekmek benim de 
hoşuma gitmez doğrusu. Hem o gün ben de ilahi radyasyon sahasındaydım. 
Lanetin kalkması hepimize bir oh çektirir.”
“Naveen Adair’den yardım isteyebiliriz. Kayıpları bulmada üzerine yok,” 
diye önerdim tutamadığım çenemle. “Bürosu Amritsar’da. Benim yan odada.” 
“Dur, ben bir etrafa sorayım da, adamı bulamazsak Naveen’e başvururuz. 
Yaşasın. Akrep’i iyi edeceğiz.”


“Hadi bakalım. Seni otele bırakayım mı?”
Kafenin açık kapısından bütün kuralları çiğneyerek kaldırıma bıraktığım 
motoruma baktı.
“Sağ ol,” dedi gülümseyerek. “Motorlarla başım hoş değil. Ben bir taksi 
tutarım. Seninle konuşmak öyle iyi geldi ki.”
Güneyin bulvarlarında dolaşırken, lacivet bir takım elbiseyle karşılarına 
çıkan kaderin verdiği paralarla bir mutsuzluk batağına düşen dostlarımı dü­
şündüm.
Akrep gibi, ben de Bombay’da kalmak zorunda değildim aslında. Pasaport 
kaçakçılığı sayesinde Afrika’nın bazı bölgelerini avucumun içi gibi biliyordum. 
Lagos ve Kinshasa’da bağlantılarım vardı. İyi bir sahteci her zaman işlerine ya­
rardı.
Singapur’da da dostlarım vardı. Bir Hindi-Çin döviz işinin beyaz yüzü ol­
mamı teklif etmişlerdi. Parası iyiydi. Şehir güvenliydi. Kurallara uyduğunuz 
sürece kimse size karışmazdı.
Başka bir yerde yaşamayı sık sık düşünürdüm. Ama sonunda bütün seçe­
neklere bir kulp takardım. Beni bırakmayan bu şehir mi, yoksa sevdiğim kadın 
mıydı, karar veremezdim.
Amritsar’a gittiğimde yüzümden düşen bin parçaydı. Kuşlarım Karla’nın 
bir saat önce galeriden çıktığını fısıldamıştı. Onu otelde bulacağımı umuyor­
dum. Hatta ona bir barışma hediyem bile vardı.
Bir caz orkestrasında çalan birkaç arkadaşım Colaba Back Körfezde akustik 
entrümanlarla doğaçlama bir konser verecekti. Gerçekten de olağanüstü bir 
deneyim olacağını umuyordum.
“Şimdi çıktı,” dedi Didier masasından kafasını kaldırarak. “Daha birkaç 
dakika önce buradaydı. Ama yalnız değildi. Taj’laydı.”
“Taj da kim?”
“Sırık boylu bir heykeltıraş. Uzun, siyah saçları var. Yakışıklı sayılır. Bu ay 
Jehangir’in girişinde duran Enkidu’yu o yapmış.”
Taj’ı hatırlamıştım. “Sanat camiasından hiç kurtulamayacak mıyız?” diye 
homurdandım.
“Ben de demin kendime aynısını sordum. Ressamlar ve müzisyenler neden 
bu kadar çekici?”
“Bilmem. Ressamlar insanları soyduğu ve müzisyenler de boşalttığı için ola­
bilir mi acaba?”
“Ukala dümbelekleri,” diye tısladı Didier.
“Karla ne zaman döneceğini söyledi mi?”


“Ne?”
“Şey işte.”
“Bu kadar gevelediğine göre bir durum var. Hayrola?”
“İki güne dönerim dedi. Bana sorarsan gayet ciddiydi. Tabancasını da aldı. 
Bir de o uzun boylu heykeltıraşı. İkisini de aldı gitti.”
Bir süre konuşmadım. Ama dişlerimi gıcırdatıyor ya da parmaklarımı çıtla­
tıyordum herhâlde ki, Didier kalkıp boynuma sarıldı.
“Ne olursa olsun, en azından alkol denen bir şey var,” dedi omuzlarımı sı­
karak. “Gel, bu gece kafaları çekelim. Baş başa olmayı mı tercih edersin, yoksa 
dışarı mı çıkalım?”
“Yürü, gidiyoruz,” dedim.
“Nereye, dostum?”
“Raghav’ın caz orkestrası Aum Azaan’ı dinlemeye. Bu gece Back Körfez’de 
çalacaklar. Karla’ya söyleyecektim ama senin kısmetinmiş.”
“Ha şöyle. Nihayet benim kafaya geldin,” diye şakıdı. “Ama alınmazsan, 
ben bir taksi çağıracağım.”


dikilirken gördüm. Elinde uzun, tırtıklı bir bıçak vardı. Avazı çıktığı kadar 
bağırıyordu.
Kenara çekip yanına gittim. Etrafımızda bir kalabalık toplanmaya başlamış­
tı ama insanlar güvenli bir mesafede durmaya özen gösteriyordu. Şimdilik polis 
ya onu görmemişti ya da görüp kendi hâline bırakmışlardı.
“Amca, nasılsın?” dedim.
“O korkak var ya, o korkak!” diye bağırdı. “Oğluma tekme attı. Farzad 
hastanede şimdi. Beyin kanaması geçirdi. Çık ulan! Erkeksen çık karşıma! 
Kozlarımızı paylaşalım! Duyuyor musun, Dilip?”
“Dur yahu. Ne yapıyorsun? Sakinleş biraz.”
Polisle savaşamazsın. Yeterince cephanen varsa birkaç polisi haklayabilirsin 
belki ama sizi temizleyene kadar üzerinize gelmeye devam ederler. Bir polis 
teşkilatın olması böyle bir şeydir. Yenilmez bir gücü kabul edersin.
Emniyet teşkilatı hizmet ettiği şehirle sözsüz bir anlaşma yapar. Onlar her 
gün canlarını ortaya koyar ama tıpkı suçlular gibi, kendilerine yapılan doğ­
rudan bir saldırıyı kaldıramazlar. Bu değişmez bir kuraldır. Son tokadı polis 
mutlaka atar.
Arshan’ı usulca yolun ortasından çektim ve caddenin karşısındaki kaldırı­
ma götürdüm. Bıçağı elinden alıp sokak çocuklarından birine verdim.
Köşede bir taksi bekliyordu. Arshan’ı ona bindirip şoföre beklemesini söyle­
dim. Motorumu güvenli bir yere çekip başına bir çocuk diktim. Döndüğümde 
Arshan katıla katıla ağlıyordu.
Şoförün yanma oturup Cuffe Parade’deki üç cepheli evi tarif ettim. Arshan 
arka koltuğa uzanmış ve eliyle yüzünü kapamıştı. Taksi haraket ettiğinde ka­
rakolun kemerli girişinde Şimşek Dilip’i gördüm. Yumruklarını kalçalarına 
dayamıştı.


Arshan yarı yolda taksiyi durdurdu ve benimle yalnız konuşmak istediğini 
söyledi. Akreplerle kavga ettikten sonra Concannon la oturduğumuz çaycıya ya­
kındık. İki ağacın arasına gerilen mavi muşambanın altında karşılıklı oturduk. 
Arshan çayını bir dikişte yarıladı.
“Farzad’a ne oldu anlat,” dedim.
“Durmadan başı ağrıyordu. O kadar çaresizdim ki, bir gün Dilip’e meydan 
okumaya geldim ama sen beni eve götürdün. Sonra Farzad’ın baş ağrıları sık­
laştı. Oğlum, ihmale gelmez, dedik. Doktora gitmeye ikna ettik. Bir bakmışlar 
beyninde kocaman bir kan pıhtısı var. Kafaya alınan darbelerden olurmuş. O 
aşağılık herif oğlumun kafasına tekme attı.”
“Çok üzüldüm,” dedim.
“Farzad kontrol sırasında bayılmış. Onu hemen yoğun bakıma kaldırmış­
lar. O günden beri de orada. Yetmiş iki saattir hiçbir tepki vermiyor.”
“Nasıl? Yani...”
“Evet, komada, Lin.”
“Fiangi hastanede?”
“Bhatia.”
“Orası iyidir. Görürsün, Farzad’ı er geç ayağa kaldırırlar.”
“Ölecek,” dedi Arshan.
“Hayır. Senin için yaşayacak. Ama Şimşek seni öldürürse oğlunun bu ha­
yatta hiçbir dayanağı kalmaz. Söz ver, Arshan. Bir daha delilik etmeyeceksin.” 
“Olmaz. Yapamam.”
“Bal gibi yaparsın. Sana inanan ve güvenen insanları yarı yolda bıraka­
mazsın.”
“Anlamıyorsun,” dedi. “Onu buldum.”
“Neyi?”
“Hâzineyi buldum.”
Bir yerlerden zil sesi geldi. Mahalledeki küçük bir tapınakta dua edenler 
ellerindeki minik zilleri çalıyordu.
“Hâzineyi buldun mu?” diye sordum hayretle.
“Evet.”
“Ne zaman?”
Ayaklarım seyre dalmıştı. Boş çay bardağı parmaklarının arasından kaydı. 
Atılıp bardağı havada yakaladım ve yere koydum.
“İki hafta önce.”
“Böyle bir zamanda moral olmuştur,” dedim. “Evdekiler nasıl heyecanlandı 
kim bilir?”


“Onlara söylemedim ki. Bir şeyden haberleri yok.”
“Neden?”
“Önceleri bugünleri mumla ararız diye sustum.” Kendi kendine konuşur 
gibi dalgınca fısıldıyordu. “Hâzineyi ararken o kadar mutluyduk ki. Ama para­
nın bizi değiştireceğini biliyordum. İstemesek de önüne geçemeyecektik. Ben 
de sesimi çıkarmadım.”
Anılara dalarak sessizliğe gömüldü.
“Şimdi neden susuyorsun?”
“Farzad hastalanıp yataklara düşünce bunun bir ceza olduğunu anladım. 
Aslında açgözlülüğümden söylememiştim onlara. Böyle bir sırrım olması hoşu­
ma gitmişti. Kısa bir zaman için bile olsa hazine sadece benimdi.”
“Kendini suçlama. İnsan doğası bu. Ama kabahatinin telafisi var.” 
“Anlamıyorsun. O polis, Farzad’ı tekmelediğinde şikâyetçi olmadım çünkü 
hazine daha önemliydi. Yolumuza taş koymalarından korktum. Öz evladımı 
bir hâzineye kurban ettim.”
“Arshan, yapma. Farzad’ın kafasına tekme atan sen değildin. Hem Şimşek 
Dilip birkaç kere benim de kafamı tekmeledi ama kan pıhtısı filan olmadı. 
Kötü zamanlama ve kötü şans diyelim. Herkesin başına gelebilirdi.”
“Bencil herifin tekiyim.”
“Tamam. Cömertliğini göster o hâlde. Oğluna dünyanın en iyi doktorları­
nı getir. Artık paran var. Bunu yapabilirsin.”
“İşe yarar mı dersin?”
“Orasını bilemem. Ama sonuna kadar savaşmak zorundasın. Diğerleri hâ­
zineyi bulduğunu mutlaka öğrenmeli. Bunu onlardan sakladığın her gün sana 
güvenleri biraz daha kırılacak. Bu gece, Arshan. Daha fazla uzatma. Söyle on­
lara.”
“Haklısın,” dedi sırtını dikleştirerek. “Söyleyeceğim.”
“Ama önce bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Hâzineden pay istemiyorum. 
Lafını bile etmeyin. Anlaştık mı?”
“Neden?”
“Çünkü o paraya ihtiyacım yok. Bir daha da konusu bile açılsın istemiyo­
rum. Tamam?”
“Ne acayip adamsın. Ama seviyorum seni.”
Onu evinin kapısına kadar götürdüm. Kapının diğer tarafından Anahita’nın 
sesi geliyordu.
“Farzad’ın duası için yedi somun ekmek pişirdim!” diye bağırdı daha kapıyı 
açmadan. “Ama kocam olacak adam evinin yolunu bilmiyor ki.”


DAĞ GÖLGESİ ■ 525
Sonra kapıyı açıp Arshan’ın yüzünü gördü ve bir çığlık atıp boynuna sarıldı.
“Neyin var, canım? Kötü bir şey mi oldu, aşkım?”
“Size anlatacaklarım var,” dedi Arshan kırmızı perdeyi aralarken. “Çağır 
herkesi, gelsinler.”
“Tabii şekerim. Olur, çağırırım. Gel, yaslan bana. Önce seni bir iskemleye 
oturtalım.”
“Ekmekler için özür dilerim,” diye mırıldandı Arshan.
“Aman boş ver, şekerim.”
Usulca dışarı çıktım. Neyse ki kimse fark etmedi.
Taksi manevra yaparken evden gelen sevinç çığlıklarını duydum.
Motorumun yanına döndüğümde, onu emanet ettiğim çocuğa para ver­
dim. Ama paramı geri verdiği yetmezmiş gibi, bir de üzerine birkaç bozukluk 
ekledi.
Motorumun üzerinde iş tutmuştu anlaşılan ve şimdi kazandığı parayı be­
nimle paylaşıyordu. Oğlan belirli bir bölgede çalışmıyordu. Elindeki malı baş­
kalarının motorlarında ya da arabalarında satıyordu. Benim motorda oturur­
ken de kârlı bir satış yapmıştı. Ben Sanjay Şirketi’nin adamıyken motorumu 
kirli emellerine alet etmeye asla cesaret edemezdi.
Gömleğinin yakasına yapıştım ve parayı cebine geri koydum.
“Bu ne cüret, Sid? Motorumu nasıl kullanırsın?”
“Ya ne yapaydım, Linbaba? Bu ara sokaklar karışık. Afganlar Mohammed 
Ali Yolunda. Akrepler yataklarının altında saklanıyor. Nerede satış yapacağım 
ben?”
“Özür dile.”
“Özür dilerim, Linbaba.”
“Benden değil, motorumdan. Ona göz kulak olacaktın. Görevini yap­
madın.”
Ellerini göğsünde kavuşturarak motora doğru eğildi. Ne kadar hızlı ve kay­
pak bir tip olduğunu biliyordum. Kaçarsa ona koşarak yetişmem mümkün 
değildi. Ancak motorla yakalayabilirdim.
Birbirine bastırdığı ellerini bu kez alnına götürdü.
“Özür dilerim, motosiklet-^'/. Bir dahaki sefere sana hak ettiğin saygıyı gös­
tereceğim.”
Onu okşamak için elini uzattı ama izin vermedim.
“Yeter. Bir daha böyle bir işe kalkıştığını görmeyeyim.”

Download 7,58 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   115   116   117   118   119   120   121   122   ...   190




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©hozir.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling

kiriting | ro'yxatdan o'tish
    Bosh sahifa
юртда тантана
Боғда битган
Бугун юртда
Эшитганлар жилманглар
Эшитмадим деманглар
битган бодомлар
Yangiariq tumani
qitish marakazi
Raqamli texnologiyalar
ilishida muhokamadan
tasdiqqa tavsiya
tavsiya etilgan
iqtisodiyot kafedrasi
steiermarkischen landesregierung
asarlaringizni yuboring
o'zingizning asarlaringizni
Iltimos faqat
faqat o'zingizning
steierm rkischen
landesregierung fachabteilung
rkischen landesregierung
hamshira loyihasi
loyihasi mavsum
faolyatining oqibatlari
asosiy adabiyotlar
fakulteti ahborot
ahborot havfsizligi
havfsizligi kafedrasi
fanidan bo’yicha
fakulteti iqtisodiyot
boshqaruv fakulteti
chiqarishda boshqaruv
ishlab chiqarishda
iqtisodiyot fakultet
multiservis tarmoqlari
fanidan asosiy
Uzbek fanidan
mavzulari potok
asosidagi multiservis
'aliyyil a'ziym
billahil 'aliyyil
illaa billahil
quvvata illaa
falah' deganida
Kompyuter savodxonligi
bo’yicha mustaqil
'alal falah'
Hayya 'alal
'alas soloh
Hayya 'alas
mavsum boyicha


yuklab olish