S h a n t a r a m



Download 7,58 Mb.
Pdf ko'rish
bet116/190
Sana22.07.2022
Hajmi7,58 Mb.
#838043
1   ...   112   113   114   115   116   117   118   119   ...   190
Bog'liq
Dağ gölgesi

ELLİ İKİNCİ BOLUM
H
. indistan’da belirli bir yaştaki her kadın otomatikman teyze olur. Balık 
pazarında bir karaborsa bankası işleten Yarımay teyze elli yaşında var yoktu 
ve erkekleri baştan çıkarmakta o kadar hünerliydi ki, yanında on dakika kalan 
dayanamayıp ona birlikte olmayı teklif ederdi. Bu şen dul, cazibesini kullana­
rak bütün alım satımlarda kârını ikiye katlamayı âdet edinmişti.
Şimdiye kadar tedbiri elden bırakmayıp yanında en fazla dokuz dakika dur­
maya özen göstermiştim.
“Merhaba Yarımay teyze,” dedim balık tezgâhının arkasında oturan yar­
dımcısının eline kâğıda sarılı bir tomar para tutuşturarak. “Nasılsın?”
Plastik bir iskemleyi bana doğru savurdu. İskemle kaydı, kaydı ve tam ayak­
larımın dibinde durdu. Her seferinde aynısı olurdu.
Yıllardır balık yağlarıyla ıslanan beton zemin o kadar kaygandı ki, yürümek 
imkânsızdı. Hatta ayakta durmak bile zordu. Bütün o ölü balıklar insanlardan 
intikamlarını alıyordu sanki.
Yarımay teyzeden öyle bir iki dakikada kurtulamayacağımı bildiğim için 
oturdum.
Uzun, paslanmaz çelik tezgâhın bir uçundaydım. Balık pazarı hemen he­
men bir futbol sahası büyüklüğündeydi ve burada bu masalardan onlarcası 
vardı.
Balıkçılar o günlük paydos etmişti. Dolayısıyla gündüzün gürültüsü yerini 
derin bir sessizliğe bırakmıştı. Belki bir tek can çekişen balıkların sığ nefesleri 
vardı. Nasıl onlar bizim havamızda boğuluyorsa, biz de onlarınkinde boğulu­
yorduk.
Yarımay teyzenin yutkunduğunu duydum. Duvardaki saatin tik taklarını. 
Teyzenin yardımcısının paraları usulca sayışını.
içerisi karanlıktı ama gölge güneşli sokaktan daha da sıcaktı sanki. Önceleri 
kokudan ağzımı açamadım, fakat sonra dudaklarım ağır ağır aralandı.


Biri ileride hortumla yerleri sulamaya başladı. Kan ve balık parçaları beton 
zeminin kenarındaki oluklara aktı.
Yarımay teyze terlikleriyle oluğun yanında dikiliyordu. İp yatağına bir gü­
müş balığının yüzgeçlerinin renginde, el emeği göz nuru bir örtü seriliydi.
“Kalbini bir kadına kaptırmışsın diye duydum, Shantaram,” dedi.
“Doğru,” diye yanıtladım. “Nasılsın, Yarımay teyze?”
Göğsünde kavuşturduğu kollarını indirdi. Çok ama çok yavaşça ip yatağın 
üzerine oturup kollarını iki yana açtı. Ayaklarındaki terlikleri yere fırlattı.
Sonrasında yaptıklarına yoga mı desem, akrobasi mi karar veremedim doğ­
rusu. Bacakları, sıkacak boğazlar arayan piton yılanlarıydı sanki. Sağa ve sola 
hareket ettiler. Kuzeye ve güneye. Onları kafasının üzerinde çevirdi. Yanlara 
açtı ve ayaklarım kaslı baldırlarının altına topladı.
Bu hareketlerin tamamı yaklaşık otuz saniye sürmüştü. Eğer bir gösteri ol­
saydı alkışlardım. Ama bir gösteri değildi. Ben de bir seyirci değildim.
Omuzlarını çevirmeye başladı.
“İşler nasıl gidiyor, Yarımay teyze?” diye sordum.
Geç kalmıştım. Usulca bana doğru eğildi. Sırtını bir kedi gibi zarifçe ka­
barttı. Her birine yarımay dövmesi yaptırdığı memeleri göründü. Ve onlar ka­
vuşup dolunay olana kadar durmadı.
Kalçalarına kadar inen saçları dolunayı gizleyerek dizlerinin üzerine ve ora­
dan da kan lekeleriyle kaplı yere doğru kaydı.
Gözlerini kaldırdı ve beni asla bilmememiz gereken esrarengiz şeylerle teh­
dit edercesine baktı. Sonra kollarını arkasında kaldırdı. Elleri ensesinde birleşti. 
Parmaklan anemonlar gibi kıvrılıp büküldü.
Kendine has bir çekiciliği olduğunu kimse inkâr edemezdi. Ama ben bu 
meşhur rutindense kendisinden daha çok hoşlanırdım.
Yarımay teyze daima silahlıydı. Ona Emniyet Müdürü’nün bizzat verdiği 
küçük, otomatik tabancayı yanından ayırmazdı. Silahın hikâyesini bilmiyor­
dum. Ama Yarımay teyzenin onu iki kere ateşlediğini duymuştum. İkisinde de 
şehrin diğer bölgelerinden gelen zorbaların tartakladığı biçareleri kurtarmaya 
çalışmıştı.
Yarımay teyze güzel el falı bakardı. Hatta bu hüneriyle balıkçılıktan ve ka­
raborsacılıktan daha çok para kazanırdı.
Balıkçı mahallesinde arka arkaya üç yıl kadınlar arası güreş şampiyonu ol­
muştu. Bu, sadece kadınların katıldığı bir etkinlikti. Kocalar, babalar ve erkek 
kardeşler etraflarında halka olup onlara sırtlarını dönerdi. Şampiyon belirlene­
ne kadar kadınlar kendi aralarında mücadele ederdi.


Bana bu etkinlikten söz etmesini isterdim. Emniyet Müdürü’nün ona ta­
bancayı veriş öyküsünü dinlemek isterdim. Ama en fazla on dakikada bitmesi 
gereken bir oyun oynamak istemediğim kesindi.
“Bir kadın her zaman bir yolunu bulur,” dedi sırtını doğrultup saate bakar­
ken. “Kalbini çalan o kadınla yatarken hiç olmazsa bir kere beni düşüneceksin.” 
“Bak, onda yanılıyorsun.”
“Emin misin?” diye sordu gözlerimin içine bakarak.
“Kesinlikle. Alınma, Yarımay teyze ama kız arkadaşım seni sollar. Sen güzel 
bir kadınsın ama benim sevgilim bir tanrıça. Seni dövüşte bile yener. Hatta iki­
mizin de defterini dürüp daha fazlasını yapmadığı için ona teşekkür etmemizi 
bekler. Onun için deli oluyorum.”
Birkaç saniye daha ısrarla gözlerimin içine baktı. Belki de beni deniyordu. 
Sonra ellerini bacaklarına vurup gülmeye başladı. Gülüşü o kadar hoşuma gitti 
ki ben de onunla birlikte güldüm.
“Para tamam,” diye seslendi yardımcısı rupilerimi metal bir kutuya koyarken. 
“Böyle söyleyen ilk erkek sen değilsin,” dedi. “Ama sadece birkaç kişisiniz. 
Diğerleri bedava şov için yalvarıp benimle görüşmek için türlü bahaneler uy­
durur.”
“Haklılar,” dedim. “Şovun müthiş gerçekten.”
“Teşekkürler, Shantaram. Şahane el falı baktığımı da böyle keşfettik zaten. 
Çapkın bir koca elimi tutabilmek için bunu icat etti. Bazıları her gün kapımı 
aşındırıyor. Arkadaşın Didier de müşterilerimden. Her hafta geliyor.”
Güldüm. “Hiç şaşırmam. Yarımay teyze, o hareketleri neden yapıyorsun?” 
Birden alınabileceğini fark ettim.
“Özür dilerim,” dedim hemen. “Bir yazar olarak merak ettim. Kabalık et­
mek istememiştim.”
Güldü.
“Ah, Shantaram! O soruyu sadece cesaretin varken sorabilirdin zaten. Hazır 
cesaretin varken de sordun gitti.”
“Kız arkadaşım bu cevaba bayılırdı.”
“Bir dahaki sefere onu da getir,” dedi meydan okurcasına.
“Ya on dakikayı geçirip cazibene kapılırsa?”
“Bir gün sen de kapılacaksın.”
Kaşlarımı çattım. “Bu konuyu aramızda hallettik sanıyordum.”
“Sen hikâyeler yazıyorsun ya?” dedi gülerek. “Bir gün beni yazacaksın ve 
bu bir ilanıaşk olacak. Kalbini çalan o kadın da kapımı mutlu bir aşk için 
çalacak.”


“Bütün aşklar mutlu değil midir?”
Güldü. “Hayır. Onu yalnızca sana ve birkaç ahbabıma daha saklıyorum.”
“Ben mutsuz bir aşk istemem zaten,” dedim kaşlarımı çatarak. “Aslına ba­
karsan, artık hep mutlu olmak istiyorum.”
“Ben burada gerçek duygulardan söz ediyorum. Onlar sahtelerinden daha 
sancılıdır ama hediyeleri daha çoktur.”
“Doğrusu biraz kafam karıştı,” dedim. “Yine de seninle sohbet etmek gü­
zeldi. Kabalık ettiysem ve beni vurmaya kararlıysan hiç olmazsa iki dakika ver. 
Yerler vıcık vıcık. Kapıya ancak ulaşırım zaten.”
Güldü. “Git, Shantaram. Bugünden sonra ayrıcalıklı müşterilerimdensin. 
Tanrıça silahını keskin, düşmanlarını aciz kılsın.”
Ayaklarım kayarak ilerideki açık pazara doğru yürüdüm.
Botlarımı kaldırıma sürterken dönüp ona baktım. Yatakta yoga egzersizleri 
yapıyordu.
Bir bacağını kaldırmış, ayağını bir meşale gibi tutuyordu. Yarımay teyze. 
İş kadını, gangster ve Dakikaların Efendisi. Muhtemelen haklıydı. Karla ona 
bayılırdı.
Didier’den miras kalan üçüncü bankam, İkizler George’un çatı katı süitin­
de oynattığı poker oyununun kasasıydı.
Büyük paranın döndüğü oyunlarda onlara kredi açacak bir bankaya ihtiyaç 
duyulur. Kazan ya da kaybet, kumar evi oyundan belirli bir yüzde alır. Ama 
ev de oyuna katılır çünkü iyi oynar ve kazanırsan oyuna girmek için ödediğin 
parayı misliyle geri alırsın.
Bir kumarhanenin para kazanması için, ne zaman araya gireceğini bilen iyi 
bir pazarlıkçıya ve tamamen bağımsız görünen ama aslında bütün kazandığını 
eve veren bir oyuncuya ihtiyacı vardır.
Bütün bu önlemlere rağmen, bazen usta bir kumarbaz gelir ve kasayı patla­
tır. Hatta bazen üst üste üç akşam hiç kâr edemezsin.
Yine de bu usta kumarbaz olayına nadiren rastlanıyordu. İkizler George da 
işini iyi biliyordu hani.
Didier ve İkizlerle birlikte bankaya para koymuştum ve oyunun parsasını 
üçümüz topluyorduk. Paramı kazançlı bir fona yatırsam bile buradan elde etti­
ğim kârı ancak rüyamda görürdüm.
İkizler düzenbazlıktan vazgeçmişti. Didier’yle ikimiz ona başka bir seçenek 
bırakmamıştık. Ya bu oyunu hilesiz oynatacaktık ya da oynamayacaktık.
İkizler bütün oyunlara ev adına katılıyor ve korkuyla öfke arasındaki köprü 
kadar düz ve dürüst bir oyun çıkarıyordu. Yeteneği sayesinde bir sürü yeni dost


edinmişti ve bize büyük para kazandırıyordu. İkizler’in bu oyuna ihtiyacı vardı 
çünkü kadim dostu müthiş pinti çıkmıştı. Mahesh’teki katın parasını Akrep 
ödüyordu çünkü burası şehirde kendini güvende hissettiği tek yerdi. Bombay 
dışına çıkmaya da korkuyordu.
Ne var ki korkuları bütün faturaları dikkatle incelemesine ve her bir rupi­
nin hesabını tutmasına engel olmuyordu.
İkizler’in partilerine sponsor olmayı kesinlikle reddediyordu. İkizler her­
kesten kendi alkol ve uyuşturucusunu getirmesini istiyordu. Yine de şehirdeki 
lüks kulüpler gibi ateş pahasına içki satmadıkları için partiler tam gaz devam 
ediyordu. Otel ünlülerin ünsüzlerle buluşma noktası olup çıkmıştı.
Akrep, İkizlere otelde yiyip içmesi ve bazı hizmetlerden faydalanması için 
kısıtlı bir bütçeyle hesap açmıştı. Ayrıca her hafta iki yüz dolar harçlık veriyordu.
İkizler o kadar parayı kumar masasında bir saatte kazanıyordu. Bu konuda 
müthiş yetenekliydi. Eli çabuk ve kendinden emindi. Bazen bir şakayı anlamı­
yor ya da bir şarkının sözlerini unutuyor ama hemen her oyunu kazanıyordu.
“Benim gibi hile yapmadan duramayanlar için bir destek grubu kurmayı 
düşünüyorum. İsmini Adsız Düzenbazlar koyacağım. En kötüsü de kimseye 
güvenememek.”
“Yapma, İkizler. O tipler kendine bile kızmadan duramaz. Sen öyle misin?”
Düşünürken gözlerini kırpıştırdı.
“Seni seviyorum, dostum.”
“Ben de seni seviyorum, kardeşim. Hem sen başardın. Sıfır hileyle herkes­
ten daha iyi oynuyorsun.”
“Ama ne uğraştım bir bilsen. Önce kendimi edebiyata vereyim dedim. 
Keats okumaya başladım ama sonra darlanıp Kerouac’a sardım. Baktım, bir işe 
yaramıyor, hop, Fitzgerald’a zıpladım. Oradan Hemingvvay’e daldım, George 
Eliot’ın Deronda’sından çıktım. Virginia Woolf’la beynim uyuştu, Djuna 
Barnes’la kafayı kırdım ve Durrell’le şaftım kaydı. Sonra sinemaya geçtim ve üç 
gün arka arkaya, Humphrey Bogart beni kendime getirdi.”
“Daha iyi bir destek grubu bulamazdın.”
“İpin ucunda sallanırken yazarlarla oyunculardan başkasına sarılmayacak­
sın, kardeş.”
“Haklısın. İşe yaradığına sevindim.”
Bana esrarlı bir ifadeyle baktı.
“Çizginin diğer tarafından da manzara güzelmiş. Bunu söyleyeceğimi hiç 
düşünmezdim ama dürüstlük insanı rahatlatıyor.”
“Sen olayı çözmüşsün.”


“Öyle mi dersin? Ama bu kadar namuslu olunca da insan bazen kendinden 
şüphe ediyor.”
Güldüm. “Arada bir olur. Sen aynen böyle devam et, dostum. Fırsatçılığından 
arınman sana iyi gelmiş. Akrep’le nasılsınız?”
“Hiç sorma.”
“O kadar kötü, ha?”
“Akrep inzivaya çekildi, Lin. Kraliyet süitinden çıkmıyor. Beni de içeri al­
mıyor.”
“Nasıl?”
“Oraya bir tek çalışanlar girebiliyor. Yemeklerini bile yalnız yiyor. Hani 
şöyle fıstık gibi bir sevgili yapsa kapısında bizzat ben nöbet tutar, içeri kimseyi 
almam. Ama nerede? Eskiden hep beraber takılırdık. O günleri mumla arar 
olduk.”
“Belki biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardır.”
“Yahu biz ağzımızdaki lokmayı bölüşürdük. Bir paket fıstığı avucumuza 
boşaltıp tek tek sayar, öyle paylaşırdık. Sürekli kavga ederdik ama bütün ye­
meklerimizi birlikte yerdik. Tam üç gündür karşılıklı bir ekmek bile bölmedik. 
Onun için endişeleniyorum, Lin.”
“Bombay’dan ayrılmayı hiç düşünmüyor mu?”
“Sanmam. Ama belki de ben bilmiyorumdur. Hiçbir şey konuşmuyoruz ki.” 
“Zengin olmak Akrep’i huzursuz etti. Hayatına devam etmesi lazım ama 
yapamıyor. Belki de, biz yardım etmezsek hep yerinde sayacak.”
“Nereye gidebilir ki?”
“Milyonerlerin yaşadığı herhangi bir yer olabilir. Onlar birbirlerine iyi ba­
kar. Akrep kendini güvende hissederse eski hâline döner.”
“Bir milyonerle başa çıkamazken bir mahalle dolusuyla ne yaparım?” 
“Öyleyse Yeni Zelanda’ya gidin. Bir ormanın kıyısında bir çiftlik satın alın.” 
“Yeni Zelanda mı?”
“Nesi var? Ülke güzel, insanları güzel. Kaybolmak kolay.”
“O kadar endişeliyim ki. Düşün, dün bir oyun kaybettim.”
“Dün aşağı yukarı üç yüz tane oyun oynadın, İkizler. Birini kaybetsen ne
■s»
yazar?
“Yok, kardeşim. Bana yakışmaz. Ama kendimi feci çaresiz hissediyorum. 
Bilirsin, ben Akrep’i çok severim.”
Neden çenemi tutamadım ki? Ama önerimin Zodyak George’ları nasıl bir 
yola sürükleyeceğini bilemezdim. Bana hayattaki üç dileğin nedir diye sorsalar 
biri, gerektiğinde çenemi tutabilmek olurdu.


“Belki de onu dışarı çıkarmalısın. Otelin etrafında yürüyüş yapın. Eski 
günlerdeki gibi sohbet edin. Yanınızda fedailer olmasın. Belki Akrep, üzerin­
deki ölü toprağını atar.”
“İyi fikir,” dedi İkizler düşünceli bir tavırla. “Ben iyisi mi bir numara yapıp 
onu dışarı çıkarayım.”
“Ya da doğrudan davet et.”
“Olmaz. Çölde su bulsak onu oraya CIA’in koyduğundan şüphelenecek 
durumda.”
“Ay, ne olur bana planını söyleme,” dedim yanımda getirdiğim parayı kasa­
ya bırakmak için kapıya yönelirken. “Onlara alerjim var.”
Arkadaşlarım için endişelenmeliydim. Şimdi bunu o kadar iyi biliyorum ki. 
Şehirdeki pek çok insan gibi, Akrep’in parasının bütün sorunlarını çözdüğünü 
düşünüyordum. Ama yanılıyordum. Para kimin bütün dertlerine deva olur ki? 
Akrep’le İkizler’in dostluğu tehlikedeydi. Hayatları da öyle.


o,
telden çıkıp Chowpatty Plajı’ndaki Starlight restoranına gittim. Starlight 
kumsalın kıyı duvarıyla birleştiği yerde kanunlara uygunsuz inşa edilen ve 
yerden mantar gibi biten bir binaydı.
Restoran açılalı üç ay olmuştu. Bir film yıldızı ve bir girişimci, halk plajının 
metruk bir yerinde böyle bir mekân açarak bir nevi şehre bir armağan vermek 
istemişti. Palmiye ağaçları, şemsiyeli masaları ve hemen bitişiğindeki kumsalla 
Bombay’da bir Goa havası estirmeyi hedeflemişlerdi.
Yemekler nefis, servis hızlı, çalışanlar güler yüzlüydü. Ama tamamen ka­
nunsuz olması ve her an kapanma ihtimali burada sunulan tatlara o kadar hoş 
bir lezzet katıyordu ki, şehrin ileri gelenleri hâlâ bir masa için birbirleriyle ya­
rışıyordu.
Şehre verdiği bu egzantirik ve kısa ömürlü hediyeye tonla para döken gi­
rişimci benim ahbabımdı. Karla onun bize ayırdığı masada beni bekliyordu.
Ayağa kalktı. Masadaki mumun ışığı şefkatli bir el gibi yüzünü okşuyordu. 
Beni öptü. Sonra boynuma sarıldı.
Kalçadan yırtmaçlı, kırmızı bir Çin elbisesi giymişti. Dalgalı bir topuz 
yaptığı saçlarını yerlilerin borularla attığı zehirli oklardan biriyle tutturmuştu. 
Okun ucunda kırmızı bir taş vardı. Ellerine de kırmızı eldivenler giymişti. Çok 
güzeldi ve nefis bir geceydi. Ta ki Concannon’ın adını anana kadar.
“Bir daha söyle.”
“Bana bir mektup yazdı,” diye yineledi yeşil gözlerini bana dikerek.
“Ve sen bunu bana şimdi mi söylüyorsun?”
“Diğer konuştuklarımız daha önemliydi.”
“O mektubu görmek istiyorum.”
Yanlış bir yaklaşımdı ama öfkelenmiştim. Beni bu yola iten Concannon’dı.
“Olmaz.”
“Neden?”


“Olmaz işte.”
“Neden?” diye üsteledim.
Çünkü mektubu yaktım. Kalkalım mı? Burada milletin suratına duman 
üflemekten bıktım.”
Malabar Tepesi’ne çıktık. Biraz önce yemek yediğimiz restorana ve şehre 
baktık. Marine Caddesi’nin ışıkları okyanusun göbeğine taktığı bir zinciri an­
dırıyordu.
Karla sigarasının dumanlarını benim suratıma üfledi. Sonra biraz sakinleşti.
“Neler oluyor?”
“Ne olmuyor ki, Karla?”
Taş bir anıtın üzerinde oturuyorduk. Ağaçların arasından deniz görünüyor­
du. Biraz ileride fısır fısır konuşan başka bir çift vardı.
Yanımızdan geçen arabalarla motorlar kıvrılarak hayvanat bahçesinin 
önünden geçen ve Kemps Corner kavşağında dikleşen uzun yokuşun tepesinde 
yavaşlıyordu. O yol boyunca kafeslerindeki aslanların kokusunu duyar ve yaslı 
kükreyişlerini duyardınız.
Her yarım saatte bir, polis arabası geçiyordu. Yakınlarda zenginlerin 
malikâneleri vardı. Siyah film camlı bir limuzin usulca yokuşa doğru ilerlerken 
tam yanımızda duraksadı.
Karla’ya sokuldum. Gerektiğinde onu itip bıçağımı çekecektim. Ama limu­
zin yaslı aslanlara doğru uzaklaştı.
“Mektubu neden yaktın?” diye sordum.
“Bir virüs kaparsan ve bağışıklık sistemin onunla savaşamazsa antibiyotik 
alırsın, öyle değil mi? Mektup zehirliydi ve ben onu bir antibiyotik alevinde 
yok ettim. Kurtuldum ondan.”
“Sen öyle sanıyorsun. Concannon’ın yazdıkları hâlâ aklında. Tek kelimesini 
bile unutmadığından eminim. Sana ne yazmış, söyle.”
“O mektupta yazanlar iki kişinin hafızasına kazındı zaten. Bir üçüncüyü 
kirletmeye ne gerek var?”
Derin bir iç çekti. Ben de aynısını yaptım. Maksat oksijen almak değildi. 
Silahlarımızı dolduruyorduk. Karla kızmaya başlamıştı ve bana haddimi bil­
dirmek üzereydi.
“Bu konu ikimizi de ilgilendiriyor,” dedim ellerimi kaldırarak. “Mektupların 
özel şeyler olduğunu biliyorum. Ama ortak bir düşmanımızdan geldiyse, ne 
yazdığını bilmek benim de hakkım.”
“Concannon o mektubu sana göstermemi istediği için yazmış zaten. Bu da 
onun tuzaklarından biri. Seni taciz ediyor, beni değil.”


“İşte bunun için ne yazdığını bilmek istiyorum ya?”
“Ben de diyorum ki, işte tam olarak bundan ötürü bilmemelisin. Tek 
söyleyebileceğim, hoş şeyler demediği. Concannon bana bir mektup yolladı, 
Shantaram ve ben bunu senden gizlemedim. Yetmez mi?”
Anlayamıyordum. Concannon’ın Lisa’nın ölümünde parmağı olduğunu 
biliyorduk. Üstüne üstlük benim kafamı kırmaya çalışmıştı. Kendimi ihanete 
uğramış gibi hissetmiyordum. Sadece oyun dışı kalmış gibiydim ve Karla bunu 
daha önce de birçok kez yapmıştı zaten.
Eve döndük ve öpüşerek birbirimize iyi geceler diledik. İyi değildim. 
Öyleymiş gibi numara yapmayacaktım. Odama giriyordum ki, durdurdu beni. 
“Ne oluyor? Söyle de kurtul hadi.”
O Bedevi çadırının önünde duruyordu, ben manastırımın.
“Concannon m mektubu,” dedim. “Onu bana göstermeliydin. Ama sen 
yakmayı tercih ettin ve şimdi aramızda tuhaf bir sır olarak kaldı.”
“Sır mı?” Beni baştan aşağı süzdü. “Öyle olsun. Yarın çok yoğunum. 
Görüşemeyebiliriz.”
“Hadi ya.”
“Sonraki gün de.”
“Eee?”
“Ondan sonraki gün de.”
“Bir dakika. Asıl benim sana kızmam gerekmiyor mu?”
“Ne münasebet?”
“Ama haklıyım.”
“Haklıyken hiç kızamazsın da, bunda haklı bile değilsin. Beğendin mi yap­
tığını? Bak, benim de tepemi attırdın.”
“Senin bana kızmaya hiç hakkın yok, Karla. Concannon, Lisa ve Ranjit’le 
alakalı. Onun hakkındaki hiçbir şeyin sır olmasını istemiyorum.”
“İstersen daha fazla uzatma. Yoksa ileride pişman olabileceğimiz sözler söy­
leyebiliriz. Merak etme, iletişimimizi tamamen kesmem. Kötü hissedersem ka­
pının altından not atarım.”
Kapıyı kapadı ve kilitlerin sesini duydum.
Odama girdim. Dakikalar sonra Abdullah geldiğinde sinirden odada bir 
aşağı bir yukarı yürüyordum. Hazırlan dedi ve beni sokakta bekleyeceğini söy­
leyerek gitti.
Yanında Comanche ve Şirket’in üç adamı daha vardı. Peşlerinden güneye, 
Flora Çeşmesi’ne doğru gazladım. Bir kavşakta önümüzden kağnı arabası gibi 
geçen tankeri beklemek için durduk.
I


“Nereye gittiğimizi sormayacak mısın?” dedi Abdullah.
“Hayır. Seninle dolaşmak hoşuma gitti.”
Güldü. Colaba’dan geçip Sassoon’a girdik ve donanma üssünün girişine ya­
kın durduk. Büyük ve geniş kapı geceleri kapalı olurdu.
Abdullah bir çocuğu çay almaya yolladı. Adamların her biri sokağın farklı 
yönlerini görecek şekilde motorlarına yerleşti.
“Fardeen öldürüldü,” dedi Abdullah.

Download 7,58 Mb.

Do'stlaringiz bilan baham:
1   ...   112   113   114   115   116   117   118   119   ...   190




Ma'lumotlar bazasi mualliflik huquqi bilan himoyalangan ©hozir.org 2024
ma'muriyatiga murojaat qiling

kiriting | ro'yxatdan o'tish
    Bosh sahifa
юртда тантана
Боғда битган
Бугун юртда
Эшитганлар жилманглар
Эшитмадим деманглар
битган бодомлар
Yangiariq tumani
qitish marakazi
Raqamli texnologiyalar
ilishida muhokamadan
tasdiqqa tavsiya
tavsiya etilgan
iqtisodiyot kafedrasi
steiermarkischen landesregierung
asarlaringizni yuboring
o'zingizning asarlaringizni
Iltimos faqat
faqat o'zingizning
steierm rkischen
landesregierung fachabteilung
rkischen landesregierung
hamshira loyihasi
loyihasi mavsum
faolyatining oqibatlari
asosiy adabiyotlar
fakulteti ahborot
ahborot havfsizligi
havfsizligi kafedrasi
fanidan bo’yicha
fakulteti iqtisodiyot
boshqaruv fakulteti
chiqarishda boshqaruv
ishlab chiqarishda
iqtisodiyot fakultet
multiservis tarmoqlari
fanidan asosiy
Uzbek fanidan
mavzulari potok
asosidagi multiservis
'aliyyil a'ziym
billahil 'aliyyil
illaa billahil
quvvata illaa
falah' deganida
Kompyuter savodxonligi
bo’yicha mustaqil
'alal falah'
Hayya 'alal
'alas soloh
Hayya 'alas
mavsum boyicha


yuklab olish