ELLİ İKİNCİ BOLUM
H
. indistan’da belirli bir yaştaki her kadın otomatikman teyze olur. Balık
pazarında bir karaborsa bankası işleten Yarımay teyze elli yaşında var yoktu
ve erkekleri baştan çıkarmakta o kadar hünerliydi ki, yanında on dakika kalan
dayanamayıp ona birlikte olmayı teklif ederdi. Bu şen dul, cazibesini kullana
rak bütün alım satımlarda kârını ikiye katlamayı âdet edinmişti.
Şimdiye kadar tedbiri elden bırakmayıp yanında en fazla dokuz dakika dur
maya özen göstermiştim.
“Merhaba Yarımay teyze,” dedim balık tezgâhının arkasında oturan yar
dımcısının eline kâğıda sarılı bir tomar para tutuşturarak. “Nasılsın?”
Plastik bir iskemleyi bana doğru savurdu. İskemle kaydı, kaydı ve tam ayak
larımın dibinde durdu. Her seferinde aynısı olurdu.
Yıllardır balık yağlarıyla ıslanan beton zemin o kadar kaygandı ki, yürümek
imkânsızdı. Hatta ayakta durmak bile zordu. Bütün o ölü balıklar insanlardan
intikamlarını alıyordu sanki.
Yarımay teyzeden öyle bir iki dakikada kurtulamayacağımı bildiğim için
oturdum.
Uzun, paslanmaz çelik tezgâhın bir uçundaydım. Balık pazarı hemen he
men bir futbol sahası büyüklüğündeydi ve burada bu masalardan onlarcası
vardı.
Balıkçılar o günlük paydos etmişti. Dolayısıyla gündüzün gürültüsü yerini
derin bir sessizliğe bırakmıştı. Belki bir tek can çekişen balıkların sığ nefesleri
vardı. Nasıl onlar bizim havamızda boğuluyorsa, biz de onlarınkinde boğulu
yorduk.
Yarımay teyzenin yutkunduğunu duydum. Duvardaki saatin tik taklarını.
Teyzenin yardımcısının paraları usulca sayışını.
içerisi karanlıktı ama gölge güneşli sokaktan daha da sıcaktı sanki. Önceleri
kokudan ağzımı açamadım, fakat sonra dudaklarım ağır ağır aralandı.
Biri ileride hortumla yerleri sulamaya başladı. Kan ve balık parçaları beton
zeminin kenarındaki oluklara aktı.
Yarımay teyze terlikleriyle oluğun yanında dikiliyordu. İp yatağına bir gü
müş balığının yüzgeçlerinin renginde, el emeği göz nuru bir örtü seriliydi.
“Kalbini bir kadına kaptırmışsın diye duydum, Shantaram,” dedi.
“Doğru,” diye yanıtladım. “Nasılsın, Yarımay teyze?”
Göğsünde kavuşturduğu kollarını indirdi. Çok ama çok yavaşça ip yatağın
üzerine oturup kollarını iki yana açtı. Ayaklarındaki terlikleri yere fırlattı.
Sonrasında yaptıklarına yoga mı desem, akrobasi mi karar veremedim doğ
rusu. Bacakları, sıkacak boğazlar arayan piton yılanlarıydı sanki. Sağa ve sola
hareket ettiler. Kuzeye ve güneye. Onları kafasının üzerinde çevirdi. Yanlara
açtı ve ayaklarım kaslı baldırlarının altına topladı.
Bu hareketlerin tamamı yaklaşık otuz saniye sürmüştü. Eğer bir gösteri ol
saydı alkışlardım. Ama bir gösteri değildi. Ben de bir seyirci değildim.
Omuzlarını çevirmeye başladı.
“İşler nasıl gidiyor, Yarımay teyze?” diye sordum.
Geç kalmıştım. Usulca bana doğru eğildi. Sırtını bir kedi gibi zarifçe ka
barttı. Her birine yarımay dövmesi yaptırdığı memeleri göründü. Ve onlar ka
vuşup dolunay olana kadar durmadı.
Kalçalarına kadar inen saçları dolunayı gizleyerek dizlerinin üzerine ve ora
dan da kan lekeleriyle kaplı yere doğru kaydı.
Gözlerini kaldırdı ve beni asla bilmememiz gereken esrarengiz şeylerle teh
dit edercesine baktı. Sonra kollarını arkasında kaldırdı. Elleri ensesinde birleşti.
Parmaklan anemonlar gibi kıvrılıp büküldü.
Kendine has bir çekiciliği olduğunu kimse inkâr edemezdi. Ama ben bu
meşhur rutindense kendisinden daha çok hoşlanırdım.
Yarımay teyze daima silahlıydı. Ona Emniyet Müdürü’nün bizzat verdiği
küçük, otomatik tabancayı yanından ayırmazdı. Silahın hikâyesini bilmiyor
dum. Ama Yarımay teyzenin onu iki kere ateşlediğini duymuştum. İkisinde de
şehrin diğer bölgelerinden gelen zorbaların tartakladığı biçareleri kurtarmaya
çalışmıştı.
Yarımay teyze güzel el falı bakardı. Hatta bu hüneriyle balıkçılıktan ve ka
raborsacılıktan daha çok para kazanırdı.
Balıkçı mahallesinde arka arkaya üç yıl kadınlar arası güreş şampiyonu ol
muştu. Bu, sadece kadınların katıldığı bir etkinlikti. Kocalar, babalar ve erkek
kardeşler etraflarında halka olup onlara sırtlarını dönerdi. Şampiyon belirlene
ne kadar kadınlar kendi aralarında mücadele ederdi.
Bana bu etkinlikten söz etmesini isterdim. Emniyet Müdürü’nün ona ta
bancayı veriş öyküsünü dinlemek isterdim. Ama en fazla on dakikada bitmesi
gereken bir oyun oynamak istemediğim kesindi.
“Bir kadın her zaman bir yolunu bulur,” dedi sırtını doğrultup saate bakar
ken. “Kalbini çalan o kadınla yatarken hiç olmazsa bir kere beni düşüneceksin.”
“Bak, onda yanılıyorsun.”
“Emin misin?” diye sordu gözlerimin içine bakarak.
“Kesinlikle. Alınma, Yarımay teyze ama kız arkadaşım seni sollar. Sen güzel
bir kadınsın ama benim sevgilim bir tanrıça. Seni dövüşte bile yener. Hatta iki
mizin de defterini dürüp daha fazlasını yapmadığı için ona teşekkür etmemizi
bekler. Onun için deli oluyorum.”
Birkaç saniye daha ısrarla gözlerimin içine baktı. Belki de beni deniyordu.
Sonra ellerini bacaklarına vurup gülmeye başladı. Gülüşü o kadar hoşuma gitti
ki ben de onunla birlikte güldüm.
“Para tamam,” diye seslendi yardımcısı rupilerimi metal bir kutuya koyarken.
“Böyle söyleyen ilk erkek sen değilsin,” dedi. “Ama sadece birkaç kişisiniz.
Diğerleri bedava şov için yalvarıp benimle görüşmek için türlü bahaneler uy
durur.”
“Haklılar,” dedim. “Şovun müthiş gerçekten.”
“Teşekkürler, Shantaram. Şahane el falı baktığımı da böyle keşfettik zaten.
Çapkın bir koca elimi tutabilmek için bunu icat etti. Bazıları her gün kapımı
aşındırıyor. Arkadaşın Didier de müşterilerimden. Her hafta geliyor.”
Güldüm. “Hiç şaşırmam. Yarımay teyze, o hareketleri neden yapıyorsun?”
Birden alınabileceğini fark ettim.
“Özür dilerim,” dedim hemen. “Bir yazar olarak merak ettim. Kabalık et
mek istememiştim.”
Güldü.
“Ah, Shantaram! O soruyu sadece cesaretin varken sorabilirdin zaten. Hazır
cesaretin varken de sordun gitti.”
“Kız arkadaşım bu cevaba bayılırdı.”
“Bir dahaki sefere onu da getir,” dedi meydan okurcasına.
“Ya on dakikayı geçirip cazibene kapılırsa?”
“Bir gün sen de kapılacaksın.”
Kaşlarımı çattım. “Bu konuyu aramızda hallettik sanıyordum.”
“Sen hikâyeler yazıyorsun ya?” dedi gülerek. “Bir gün beni yazacaksın ve
bu bir ilanıaşk olacak. Kalbini çalan o kadın da kapımı mutlu bir aşk için
çalacak.”
“Bütün aşklar mutlu değil midir?”
Güldü. “Hayır. Onu yalnızca sana ve birkaç ahbabıma daha saklıyorum.”
“Ben mutsuz bir aşk istemem zaten,” dedim kaşlarımı çatarak. “Aslına ba
karsan, artık hep mutlu olmak istiyorum.”
“Ben burada gerçek duygulardan söz ediyorum. Onlar sahtelerinden daha
sancılıdır ama hediyeleri daha çoktur.”
“Doğrusu biraz kafam karıştı,” dedim. “Yine de seninle sohbet etmek gü
zeldi. Kabalık ettiysem ve beni vurmaya kararlıysan hiç olmazsa iki dakika ver.
Yerler vıcık vıcık. Kapıya ancak ulaşırım zaten.”
Güldü. “Git, Shantaram. Bugünden sonra ayrıcalıklı müşterilerimdensin.
Tanrıça silahını keskin, düşmanlarını aciz kılsın.”
Ayaklarım kayarak ilerideki açık pazara doğru yürüdüm.
Botlarımı kaldırıma sürterken dönüp ona baktım. Yatakta yoga egzersizleri
yapıyordu.
Bir bacağını kaldırmış, ayağını bir meşale gibi tutuyordu. Yarımay teyze.
İş kadını, gangster ve Dakikaların Efendisi. Muhtemelen haklıydı. Karla ona
bayılırdı.
Didier’den miras kalan üçüncü bankam, İkizler George’un çatı katı süitin
de oynattığı poker oyununun kasasıydı.
Büyük paranın döndüğü oyunlarda onlara kredi açacak bir bankaya ihtiyaç
duyulur. Kazan ya da kaybet, kumar evi oyundan belirli bir yüzde alır. Ama
ev de oyuna katılır çünkü iyi oynar ve kazanırsan oyuna girmek için ödediğin
parayı misliyle geri alırsın.
Bir kumarhanenin para kazanması için, ne zaman araya gireceğini bilen iyi
bir pazarlıkçıya ve tamamen bağımsız görünen ama aslında bütün kazandığını
eve veren bir oyuncuya ihtiyacı vardır.
Bütün bu önlemlere rağmen, bazen usta bir kumarbaz gelir ve kasayı patla
tır. Hatta bazen üst üste üç akşam hiç kâr edemezsin.
Yine de bu usta kumarbaz olayına nadiren rastlanıyordu. İkizler George da
işini iyi biliyordu hani.
Didier ve İkizlerle birlikte bankaya para koymuştum ve oyunun parsasını
üçümüz topluyorduk. Paramı kazançlı bir fona yatırsam bile buradan elde etti
ğim kârı ancak rüyamda görürdüm.
İkizler düzenbazlıktan vazgeçmişti. Didier’yle ikimiz ona başka bir seçenek
bırakmamıştık. Ya bu oyunu hilesiz oynatacaktık ya da oynamayacaktık.
İkizler bütün oyunlara ev adına katılıyor ve korkuyla öfke arasındaki köprü
kadar düz ve dürüst bir oyun çıkarıyordu. Yeteneği sayesinde bir sürü yeni dost
edinmişti ve bize büyük para kazandırıyordu. İkizler’in bu oyuna ihtiyacı vardı
çünkü kadim dostu müthiş pinti çıkmıştı. Mahesh’teki katın parasını Akrep
ödüyordu çünkü burası şehirde kendini güvende hissettiği tek yerdi. Bombay
dışına çıkmaya da korkuyordu.
Ne var ki korkuları bütün faturaları dikkatle incelemesine ve her bir rupi
nin hesabını tutmasına engel olmuyordu.
İkizler’in partilerine sponsor olmayı kesinlikle reddediyordu. İkizler her
kesten kendi alkol ve uyuşturucusunu getirmesini istiyordu. Yine de şehirdeki
lüks kulüpler gibi ateş pahasına içki satmadıkları için partiler tam gaz devam
ediyordu. Otel ünlülerin ünsüzlerle buluşma noktası olup çıkmıştı.
Akrep, İkizlere otelde yiyip içmesi ve bazı hizmetlerden faydalanması için
kısıtlı bir bütçeyle hesap açmıştı. Ayrıca her hafta iki yüz dolar harçlık veriyordu.
İkizler o kadar parayı kumar masasında bir saatte kazanıyordu. Bu konuda
müthiş yetenekliydi. Eli çabuk ve kendinden emindi. Bazen bir şakayı anlamı
yor ya da bir şarkının sözlerini unutuyor ama hemen her oyunu kazanıyordu.
“Benim gibi hile yapmadan duramayanlar için bir destek grubu kurmayı
düşünüyorum. İsmini Adsız Düzenbazlar koyacağım. En kötüsü de kimseye
güvenememek.”
“Yapma, İkizler. O tipler kendine bile kızmadan duramaz. Sen öyle misin?”
Düşünürken gözlerini kırpıştırdı.
“Seni seviyorum, dostum.”
“Ben de seni seviyorum, kardeşim. Hem sen başardın. Sıfır hileyle herkes
ten daha iyi oynuyorsun.”
“Ama ne uğraştım bir bilsen. Önce kendimi edebiyata vereyim dedim.
Keats okumaya başladım ama sonra darlanıp Kerouac’a sardım. Baktım, bir işe
yaramıyor, hop, Fitzgerald’a zıpladım. Oradan Hemingvvay’e daldım, George
Eliot’ın Deronda’sından çıktım. Virginia Woolf’la beynim uyuştu, Djuna
Barnes’la kafayı kırdım ve Durrell’le şaftım kaydı. Sonra sinemaya geçtim ve üç
gün arka arkaya, Humphrey Bogart beni kendime getirdi.”
“Daha iyi bir destek grubu bulamazdın.”
“İpin ucunda sallanırken yazarlarla oyunculardan başkasına sarılmayacak
sın, kardeş.”
“Haklısın. İşe yaradığına sevindim.”
Bana esrarlı bir ifadeyle baktı.
“Çizginin diğer tarafından da manzara güzelmiş. Bunu söyleyeceğimi hiç
düşünmezdim ama dürüstlük insanı rahatlatıyor.”
“Sen olayı çözmüşsün.”
“Öyle mi dersin? Ama bu kadar namuslu olunca da insan bazen kendinden
şüphe ediyor.”
Güldüm. “Arada bir olur. Sen aynen böyle devam et, dostum. Fırsatçılığından
arınman sana iyi gelmiş. Akrep’le nasılsınız?”
“Hiç sorma.”
“O kadar kötü, ha?”
“Akrep inzivaya çekildi, Lin. Kraliyet süitinden çıkmıyor. Beni de içeri al
mıyor.”
“Nasıl?”
“Oraya bir tek çalışanlar girebiliyor. Yemeklerini bile yalnız yiyor. Hani
şöyle fıstık gibi bir sevgili yapsa kapısında bizzat ben nöbet tutar, içeri kimseyi
almam. Ama nerede? Eskiden hep beraber takılırdık. O günleri mumla arar
olduk.”
“Belki biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardır.”
“Yahu biz ağzımızdaki lokmayı bölüşürdük. Bir paket fıstığı avucumuza
boşaltıp tek tek sayar, öyle paylaşırdık. Sürekli kavga ederdik ama bütün ye
meklerimizi birlikte yerdik. Tam üç gündür karşılıklı bir ekmek bile bölmedik.
Onun için endişeleniyorum, Lin.”
“Bombay’dan ayrılmayı hiç düşünmüyor mu?”
“Sanmam. Ama belki de ben bilmiyorumdur. Hiçbir şey konuşmuyoruz ki.”
“Zengin olmak Akrep’i huzursuz etti. Hayatına devam etmesi lazım ama
yapamıyor. Belki de, biz yardım etmezsek hep yerinde sayacak.”
“Nereye gidebilir ki?”
“Milyonerlerin yaşadığı herhangi bir yer olabilir. Onlar birbirlerine iyi ba
kar. Akrep kendini güvende hissederse eski hâline döner.”
“Bir milyonerle başa çıkamazken bir mahalle dolusuyla ne yaparım?”
“Öyleyse Yeni Zelanda’ya gidin. Bir ormanın kıyısında bir çiftlik satın alın.”
“Yeni Zelanda mı?”
“Nesi var? Ülke güzel, insanları güzel. Kaybolmak kolay.”
“O kadar endişeliyim ki. Düşün, dün bir oyun kaybettim.”
“Dün aşağı yukarı üç yüz tane oyun oynadın, İkizler. Birini kaybetsen ne
■s»
yazar?
“Yok, kardeşim. Bana yakışmaz. Ama kendimi feci çaresiz hissediyorum.
Bilirsin, ben Akrep’i çok severim.”
Neden çenemi tutamadım ki? Ama önerimin Zodyak George’ları nasıl bir
yola sürükleyeceğini bilemezdim. Bana hayattaki üç dileğin nedir diye sorsalar
biri, gerektiğinde çenemi tutabilmek olurdu.
“Belki de onu dışarı çıkarmalısın. Otelin etrafında yürüyüş yapın. Eski
günlerdeki gibi sohbet edin. Yanınızda fedailer olmasın. Belki Akrep, üzerin
deki ölü toprağını atar.”
“İyi fikir,” dedi İkizler düşünceli bir tavırla. “Ben iyisi mi bir numara yapıp
onu dışarı çıkarayım.”
“Ya da doğrudan davet et.”
“Olmaz. Çölde su bulsak onu oraya CIA’in koyduğundan şüphelenecek
durumda.”
“Ay, ne olur bana planını söyleme,” dedim yanımda getirdiğim parayı kasa
ya bırakmak için kapıya yönelirken. “Onlara alerjim var.”
Arkadaşlarım için endişelenmeliydim. Şimdi bunu o kadar iyi biliyorum ki.
Şehirdeki pek çok insan gibi, Akrep’in parasının bütün sorunlarını çözdüğünü
düşünüyordum. Ama yanılıyordum. Para kimin bütün dertlerine deva olur ki?
Akrep’le İkizler’in dostluğu tehlikedeydi. Hayatları da öyle.
o,
telden çıkıp Chowpatty Plajı’ndaki Starlight restoranına gittim. Starlight
kumsalın kıyı duvarıyla birleştiği yerde kanunlara uygunsuz inşa edilen ve
yerden mantar gibi biten bir binaydı.
Restoran açılalı üç ay olmuştu. Bir film yıldızı ve bir girişimci, halk plajının
metruk bir yerinde böyle bir mekân açarak bir nevi şehre bir armağan vermek
istemişti. Palmiye ağaçları, şemsiyeli masaları ve hemen bitişiğindeki kumsalla
Bombay’da bir Goa havası estirmeyi hedeflemişlerdi.
Yemekler nefis, servis hızlı, çalışanlar güler yüzlüydü. Ama tamamen ka
nunsuz olması ve her an kapanma ihtimali burada sunulan tatlara o kadar hoş
bir lezzet katıyordu ki, şehrin ileri gelenleri hâlâ bir masa için birbirleriyle ya
rışıyordu.
Şehre verdiği bu egzantirik ve kısa ömürlü hediyeye tonla para döken gi
rişimci benim ahbabımdı. Karla onun bize ayırdığı masada beni bekliyordu.
Ayağa kalktı. Masadaki mumun ışığı şefkatli bir el gibi yüzünü okşuyordu.
Beni öptü. Sonra boynuma sarıldı.
Kalçadan yırtmaçlı, kırmızı bir Çin elbisesi giymişti. Dalgalı bir topuz
yaptığı saçlarını yerlilerin borularla attığı zehirli oklardan biriyle tutturmuştu.
Okun ucunda kırmızı bir taş vardı. Ellerine de kırmızı eldivenler giymişti. Çok
güzeldi ve nefis bir geceydi. Ta ki Concannon’ın adını anana kadar.
“Bir daha söyle.”
“Bana bir mektup yazdı,” diye yineledi yeşil gözlerini bana dikerek.
“Ve sen bunu bana şimdi mi söylüyorsun?”
“Diğer konuştuklarımız daha önemliydi.”
“O mektubu görmek istiyorum.”
Yanlış bir yaklaşımdı ama öfkelenmiştim. Beni bu yola iten Concannon’dı.
“Olmaz.”
“Neden?”
“Olmaz işte.”
“Neden?” diye üsteledim.
Çünkü mektubu yaktım. Kalkalım mı? Burada milletin suratına duman
üflemekten bıktım.”
Malabar Tepesi’ne çıktık. Biraz önce yemek yediğimiz restorana ve şehre
baktık. Marine Caddesi’nin ışıkları okyanusun göbeğine taktığı bir zinciri an
dırıyordu.
Karla sigarasının dumanlarını benim suratıma üfledi. Sonra biraz sakinleşti.
“Neler oluyor?”
“Ne olmuyor ki, Karla?”
Taş bir anıtın üzerinde oturuyorduk. Ağaçların arasından deniz görünüyor
du. Biraz ileride fısır fısır konuşan başka bir çift vardı.
Yanımızdan geçen arabalarla motorlar kıvrılarak hayvanat bahçesinin
önünden geçen ve Kemps Corner kavşağında dikleşen uzun yokuşun tepesinde
yavaşlıyordu. O yol boyunca kafeslerindeki aslanların kokusunu duyar ve yaslı
kükreyişlerini duyardınız.
Her yarım saatte bir, polis arabası geçiyordu. Yakınlarda zenginlerin
malikâneleri vardı. Siyah film camlı bir limuzin usulca yokuşa doğru ilerlerken
tam yanımızda duraksadı.
Karla’ya sokuldum. Gerektiğinde onu itip bıçağımı çekecektim. Ama limu
zin yaslı aslanlara doğru uzaklaştı.
“Mektubu neden yaktın?” diye sordum.
“Bir virüs kaparsan ve bağışıklık sistemin onunla savaşamazsa antibiyotik
alırsın, öyle değil mi? Mektup zehirliydi ve ben onu bir antibiyotik alevinde
yok ettim. Kurtuldum ondan.”
“Sen öyle sanıyorsun. Concannon’ın yazdıkları hâlâ aklında. Tek kelimesini
bile unutmadığından eminim. Sana ne yazmış, söyle.”
“O mektupta yazanlar iki kişinin hafızasına kazındı zaten. Bir üçüncüyü
kirletmeye ne gerek var?”
Derin bir iç çekti. Ben de aynısını yaptım. Maksat oksijen almak değildi.
Silahlarımızı dolduruyorduk. Karla kızmaya başlamıştı ve bana haddimi bil
dirmek üzereydi.
“Bu konu ikimizi de ilgilendiriyor,” dedim ellerimi kaldırarak. “Mektupların
özel şeyler olduğunu biliyorum. Ama ortak bir düşmanımızdan geldiyse, ne
yazdığını bilmek benim de hakkım.”
“Concannon o mektubu sana göstermemi istediği için yazmış zaten. Bu da
onun tuzaklarından biri. Seni taciz ediyor, beni değil.”
“İşte bunun için ne yazdığını bilmek istiyorum ya?”
“Ben de diyorum ki, işte tam olarak bundan ötürü bilmemelisin. Tek
söyleyebileceğim, hoş şeyler demediği. Concannon bana bir mektup yolladı,
Shantaram ve ben bunu senden gizlemedim. Yetmez mi?”
Anlayamıyordum. Concannon’ın Lisa’nın ölümünde parmağı olduğunu
biliyorduk. Üstüne üstlük benim kafamı kırmaya çalışmıştı. Kendimi ihanete
uğramış gibi hissetmiyordum. Sadece oyun dışı kalmış gibiydim ve Karla bunu
daha önce de birçok kez yapmıştı zaten.
Eve döndük ve öpüşerek birbirimize iyi geceler diledik. İyi değildim.
Öyleymiş gibi numara yapmayacaktım. Odama giriyordum ki, durdurdu beni.
“Ne oluyor? Söyle de kurtul hadi.”
O Bedevi çadırının önünde duruyordu, ben manastırımın.
“Concannon m mektubu,” dedim. “Onu bana göstermeliydin. Ama sen
yakmayı tercih ettin ve şimdi aramızda tuhaf bir sır olarak kaldı.”
“Sır mı?” Beni baştan aşağı süzdü. “Öyle olsun. Yarın çok yoğunum.
Görüşemeyebiliriz.”
“Hadi ya.”
“Sonraki gün de.”
“Eee?”
“Ondan sonraki gün de.”
“Bir dakika. Asıl benim sana kızmam gerekmiyor mu?”
“Ne münasebet?”
“Ama haklıyım.”
“Haklıyken hiç kızamazsın da, bunda haklı bile değilsin. Beğendin mi yap
tığını? Bak, benim de tepemi attırdın.”
“Senin bana kızmaya hiç hakkın yok, Karla. Concannon, Lisa ve Ranjit’le
alakalı. Onun hakkındaki hiçbir şeyin sır olmasını istemiyorum.”
“İstersen daha fazla uzatma. Yoksa ileride pişman olabileceğimiz sözler söy
leyebiliriz. Merak etme, iletişimimizi tamamen kesmem. Kötü hissedersem ka
pının altından not atarım.”
Kapıyı kapadı ve kilitlerin sesini duydum.
Odama girdim. Dakikalar sonra Abdullah geldiğinde sinirden odada bir
aşağı bir yukarı yürüyordum. Hazırlan dedi ve beni sokakta bekleyeceğini söy
leyerek gitti.
Yanında Comanche ve Şirket’in üç adamı daha vardı. Peşlerinden güneye,
Flora Çeşmesi’ne doğru gazladım. Bir kavşakta önümüzden kağnı arabası gibi
geçen tankeri beklemek için durduk.
I
“Nereye gittiğimizi sormayacak mısın?” dedi Abdullah.
“Hayır. Seninle dolaşmak hoşuma gitti.”
Güldü. Colaba’dan geçip Sassoon’a girdik ve donanma üssünün girişine ya
kın durduk. Büyük ve geniş kapı geceleri kapalı olurdu.
Abdullah bir çocuğu çay almaya yolladı. Adamların her biri sokağın farklı
yönlerini görecek şekilde motorlarına yerleşti.
“Fardeen öldürüldü,” dedi Abdullah.
Do'stlaringiz bilan baham: |