partinin
Hıristiyanlığı suiistimal etmesi ve Katolik imam
ile bir siyasi partiyi aynı şey gibi göstermesi idi.
Katolik imanın yerine siyasi bir partinin
geçmesinin sonucu değersiz bir sürü kimseye
mecliste mevki temin ettiği gibi, kiliseye de zarar
verdi.
Bu durumun sonuçlan milletin omuzlarına
yüklendi. Çünkü dini hayatta sebep oldukları
gevşeme öyle bir devirde meydana geldi ki,
zaten her şey gevşemeye ve sallanmaya
başlamıştı, bu şartlar içinde geleneklerin ve
ahlakın temelleri de yıkılmak üzere idi. Fakat
sosyal organın bütün bu yaraları ve sarsıntıları,
kötü bir olay işin içine karışmadıkça zararsız bir
halde durabilirdi. Ama yem önemli olaylar
milletin iç sağlamlığı meselesine kesin bir önem
verince, bunlar korkunç bir hal aldılar. Dikkatli
gözler, siyasi alanda da buna benzer birtakım
bozukluklar görebilirdi. Bu bozukluklar kısa
zamanda düzeltilmediği ve çaresine bakılmadığı
için imparatorluğun pek yakın bir gelecekte yok
olacağının işareti olarak ortada duruyorlardı.
Almanya'nın iç ve dış siyasetinde bir gayenin
olmadığını kendisine kör denilmesini istemeyen
herkes görebilirdi. Bu, Bismarck'm "Siyaset,
mümkün olanı yapmak sanatıdır." yolundaki
düşüncesine pek uygun gibi gelebilir. Fakat
Bismarck'a halef olan şansölyeler arasında
küçük bir fark vardı. Bismarck'ın bu düsturu,
ona siyasetinin özünü uygulama imkanı verdiği
halde, başkalarının ağzında değişik bir mana
kazanıyordu. Gerçekte Bismarck, bu cümle ile
belirli bir siyasi gayeye ulaşmak için bütün
imkanları kullanmak ve hiç değilse mümkün
olan şeye başvurmak manasını kastediyordu.
Fakat Bismarck'ın halefleri ise tam tersine olarak
bu cümlede, siyasi fikirlere hatta siyasi gayelere
sahip
olmak
zorunluluğundan
sıyrılmak
hakkının resmi bir ilanım buldular, işte o zaman
gerçekten siyasi gayeler kalmamıştı. Çünkü
siyasi gaye için gereken dünya hakkında açık bir
düşünce ve siyasetin gizli gelişmesinin kanunları
ile ilgili açık bir görüş eksikti.
Birçok kimse bu konuda her şeyi kara
görerek,
imparatorluk
siyasetinde
tedbirli
düşünce planının eksikliğinden dolayı eleştiride
bulundular. Demek oluyor ki bu siyasetin ne
kadar boş ve manasız olduğunu teslim ettiler.
Fakat bu kimseler siyasi hayatta ikinci planda
kalıyorlardı, hükümetteki şahıslar bir Houston
Stewart
Chamberlain
kabinelerine
önem
vermiyorlardı. Onlara bugün olduğu kadar,
eskiden de kayıtsız kalıyorlardı. Bu kimseler
kendiliklerinden bir şey düşünemeyecek kadar
aptal, muhtaç oldukları şeyi başkalarından
öğrenemeyecek kadar da tahsilsizdiler. Bu
sonsuza kadar devam edecek bir gerçektir, isveç
Şansölyesi Oxenstiern* bu gerçeğe dayanarak
"Dünya ancak akıl ve hikmetin bir parçası
tarafından idare olunur." demişti. Şimdi her
bakanlık bu parçanın ancak bir atomunu teşkil
eder diyeceğiz. Oysa Almanya bir cumhuriyet
olalı beri bu gerçek artık kalmamıştır. Bundan
dolayı böyle bir şey düşünmek veya söylemek
cumhuriyeti
koruma
kanunları
ile
yasaklanmıştır. Fakat Oxenstiern için bugünkü
cumhuriyetimizde değil de, o devirlerde yaşamış
olmak bir saadettir.
Birçok
kimse,
daha
savaştan
önce,
imparatorluğun kuvvetini meydana koyacak
müesseseyi Reichtag'ı (parlamentoyu) en zayıf
direnme noktası olarak görüyordu. Korkaklık ve
sorumluluktan çekinme burada en geniş şekilde
yerleşiyordu.
Bugün
işitilen
boş
fikirlere
göre
parlamentarizm
devrimden
sonra
ortadan
kalkmıştır. Böylece devrimden önce işin başka
türlü olmadığı yolunda bir kanaat uyandırmak
istiyorlar. Gerçekte bu organ ancak tahripkar
olarak faaliyet gösterebilir. Ancak gözleri bağlı
kimselerin görmediği, o devrede parlamento
aynı şekilde hareket ediyordu. Hiç şüphe
edilmesin ki Almanya'nın yere serilmesinde bu
müessesenin zerre kadar bir payı yoktur. Fakat
kötü sonuç daha önce meydana gelmemiş ise
bunda da Reichstag'ın bir rolü olmamıştır. Bu
gecikme, Alman milletinin ve imparatorluğunun
bu mezar kazıcısına karşı, barış sırasında direnen
kuvvetine affedilmelidir.
Bu müesseseden, doğrudan doğruya veya
dolambaçlı yollardan ortaya çıkan, birçok yıkıcı
felaket topluluğu içinden ben sadece birini göz
önüne sereceğim. Bütün müesseselerin en
sorumsuzu olan bu organın özünü daha açıkça
gösterecek şey şudur: imparatorluğun gerek içte
ve gerek dıştaki siyasetini sevk ve idarede
gösterilen o korkunç yetersizlik ve zayıflık.
Birinci
derecede
Reichstag'ın
faaliyetine
atfedilecek olan bu zafiyet, imparatorluğun
yıkılmasının belli başlı sebeplerinden biriydi. Ne
şekilde olursa olsun, hangi yönden bakılırsa
bakılsın parlamentonun faaliyeti dahilinde olan
her şey yetersizdi. Lehistan siyaseti hatalıydı.
Sorun ciddi biçimde ele alınmadan bu konu
tahrik ediliyordu. Sonunda ne Almanya için bir
zafer kazanıldı ne de Lehistan ile barışmak
mümkün oldu. Fakat Rusya ile düşman duruma
düşüldü. Alsace Lorraine meselesinin halli ye
tersizdi. (İsveç Şansölyesi olan Oxenstiem,
Gustave Adolphie'nin ölümünden sonra (1664-
1683) hükümetin idaresini eline almıştı.) Fransız
canavarı sert bir yumrukla bir defada kesin bir
şekilde
ezilerek
Alsace'a,
Reich'ın
diğer
devletlerinin haklan ile eşit haklar sağlanmalı idi.
Ama bu yapılamadı. Esasen buna kesin olarak
imkan yoktu. Çünkü en büyük partilerin
bünyelerinde en büyük vatan hainleri vardı.
Üstelik merkezde de M. Wetterle! Fakat bu genel
yoksulluk, imparatorluğun devamı için var
olması gereken bir kuvveti, yani orduyu
paramparça etmeseydi, yine de ona tahammül
gösterilirdi. Alman Reichstag'ı denilen bu
müessesenin işlediği bu korkunç hata Alman
milletinin
çektiklerinin
ağırlığını
kendisine
yükletmek için tek başına yeter bir sebepti. Bu
parlamenter rejimin parti denilen parçalan en adi
sebeplerle milletin elinden bekasının silahım,
hürriyetini ve bağımsızlığının tek koruyucusunu
çalıp
aldılar.
Bugün
Flandres
ovasındaki
mezarlar açılsa, karşımıza itham dolu kanlı
cesetler
çıkar.
Bu
toprağa
düşenler,
parlamentonun görmemiş veya yarı yetişmiş bir
halde,
ölümün
kucağına
atılmışlardı.
Bu
kahramanlarla beraber, daha on binlerce ölü ve
sakatı sadece halkı aldatan ve sayıları birkaç
yüzü bulan siyasi manevracıların hırsızlıklarına
devam etmek veya doktrinlerini haince telkin
edip yaymak imkanlarını ellerinde tutmak
istemelerinden kaybettik.
Yahudiler Marksist ve demokrat gazeteleri ile
bütün dünyaya Alman militarizmi yalanını
uluduğu ve bu şekilde her vasıtaya başvurarak
Almanya'yı ezmeğe çalıştığı sırada, Marksist ve
demokrat partiler de Almanya'nın halk kuvvetini
tam bir öğretimden yoksun bırakıyorlardı.
Parlamentocu p ... 'lerin vahşi ve adi
vicdanlarının doğurduğu sonuçları şimdilik bir
kenara bırakalım. Yeteri kadar talim görmüş
asker eksikliği savaşın başlangıcındaki harekat
sırasında
hezimeti
çabuklaştırdı.
Savaş
büyüdüğü sırada da bu durum korkunç bir
şekilde ortaya çıktı. Alman milletinin hürriyet ve
bağımsızlığı uğrundaki savaşta ortaya çıkan bu
hezimet, barış sırasında vatanın korunması için
milletin
bütün
kuvvetlerini
toplamamak
hususunda gösterilen zaafın ve yarım tedbirlerin
sonucudur.
Kara
ordusunun
yeni
seçim
mensuplarının pek azı talim görmüştü. Deniz
kuvvetlerinde de aynı yetersizlik milli bekamızın
tek silahı olan ordumuzun değerini düşürdü.
Ayrıca esefle belirteyim ki, deniz kuvvetlerinin
kumanda heyeti de bu adi ruhun telkini altında
kalmıştı. Aynı zamanda tezgaha konan ingiliz
gemilerinden daha küçük gemiler yapımı ile
başlamak, her halde basiretli ve dahiyane bir
hareket değildi. Halbuki, gemilerin sayısı
itibariyle
muhtemel
düşmanın
seviyesine
'çıkarılamayan
bir
donanma,
bu
açığını
gemilerinden her birinin savaş kudretinin
üstünlüğü ile kapatmağa çalışmalıdır. Söz
konusu
,:
olan
şey,
kavga
kudretinin
üstünlüğüdür. Bugünün tekniği öyle gelişmelere
ulaşmıştır ki, başka milletlerin aynı tonajdaki
gemilerine ' üstünlük sağlamak imkansızlaşmıştı.
Artık nitelik itibariyle efsanevi üstünlük tarihe
karışmıştır. Hele hele tonajları az olan gemilerin
daha büyük tonajlı gemilere üstün gelecekleri
hiç düşünülmemelidir.
Özellikle
Alman
top
malzemesinin
Ingilizlerinkine üstün olduğu, 28 cm.lik Alman
topunun ateş kudreti bakımından, 30.5 cm.lik |,
ingiliz
topundan
aşağı
bulunmadığı
söyleniyordu. Halbuki bu sırada bizim de 30.5
cm.lik top yapımına başlamamız gerekirdi.
Çünkü gaye savaşta eşit bir kuvvete sahip olmak
değil, üstün bir kuvvet j!( sağlamaktır. Eğer bu
böyle olmasaydı, kara ordusu için 42 cm.lik bir
havan topunun yapılması lüzumsuz olurdu.
Çünkü 21 cm.lik Alman havan topu, o zaman
Fransa'nın sahip olduğu eğri atışlı bütün
toplarına üstündü. Kaleler, siperler 30.5 cm.lik
havan toplarının darbeleri ile de yıkılabilirdi, işte
burada, kara ordusu kumandanlığının ileri
görüşü deniz ordusunda yoktu. Üstün bir topçu
kuvvetinin tesirinden ve üstün bir süratten
vazgeçiliyordu. Bu risk yanlış bir görüşten ileri
geliyordu. Deniz ordusu kumandanlığı gemilerin
yapımı için kabul ettiği şekille taarruzu esas alan
hareketten vazgeçip, kendim zorunlu bir
savunma hareketine mahkum ediyordu. Bu
yüzden de, ancak hücum üzerine dayanan ve
sadece hücumla elde edilebilecek kesin bir
başarıdan vazgeçilmiş olunuyordu.
Daha az sürate ve daha kuvvetsiz silahlara
sahip bir gemi, daha hızlı seyreden ve daha
kuvvetli
silahlara
sahip
düşman
gemisi
tarafından top ateşine tutularak batırılacaktır.
Hem bu iş çok zaman kuvvetli gemiye uygun bir
mesafeden yapılacaktır, işte bu savaş kanununu
kruvazörlerimizin çoğu büyük bir acı ile tattılar.
Savaş, bizim deniz ordumuzun kumanda
heyetinin, düşüncelerinin ve görüşlerinin hatalı
olduğunu ispat etti. Sonunda savaş sırasında
imkan olduğunda eski gemilerin silahlarım
değiştirmeye ve yemlerim daha iyi ve daha
üstün silahlarla donatmaya mecbur kaldık. Eğer
Skager Rack deniz savaşında Alman gemileri,
ingiliz gemileri ile aynı tonaja, aynı silah ve
surata sahip olsalardı, ingiliz donanması daha
isabetli ve daha tesirli olan 38 cm.lik Alman
obüslerinin fırtınası önün de denizin dibini
boylayacaktı.
Japonya eskiye göre, daha değişik bir deniz
siyaseti takip etti Japonlar yeni gemilerine
muhtemel düşman gemilerinden daha üstün bir
savaş gücü vermeğe çalışıyorlardı. O zaman bu
tedbir saye sindeki üstünlükle donanmayı
taarruza geçirme imkanı doğuyordu. Bizim kara
ordumuzun kumanda heyeti böylesine yanlış bir
fikir takip etmediği halde, parlamentonun
düşünce şeklinden devamlı zarar görüyordu.
Donanma köhne görüşlere göre teşkilatlandırıldı
ve sonra da aynı prensiplere göre harekete
geçildi.
Ordu sonradan elde etmesini bildiği ölmez şan
ve şerefi, generallerinin iyi çalışmalarına ve
bütün subay ile erlerinin iktidarlarına ve eşi
görülmemiş
kahramanlıklarına
borçludur.
Savaştan önceki deniz ordusu da böyle
meziyetlere sahip olsaydı, savaşın kurbanları boş
yere canlarını feda etmiş olmayacaklardı, işte
hükümetin, o pek başarılı "parlamento oyunları"
barış sırasında donanma için çok zararlı oldu.
Gemi
inşası
meselelerinde,
parlamentonun
görüşü, askeri fikirler karşısında geri çekileceği
yerde, tam tersine üstün bir rol oynadı,
iktidarsızlık ve parlamentonun belirli vasfı olan
düşünce gücünün yokluğu ile mantık yetersizliği
deniz ordusunun kumanda heyetini berbat edip
bıraktı.
Kara ordusu daha önce de belirttiğim gibi
böylesine hatalı bir düşünce akımına kendini
kaptırmadı. Özellikle o sıralarda, genelkurmayda
bulunan Albay Ludendorf, milletin hayati
meselelerinde Reichtag'ın aldığı yarım tedbirlere
gösterdiği zaafa ve çok zaman da bunları inkar
etmesine karşı, ısrarlı bir mücadeleye girişmişti.
O zaman bu subayın yaptığı mücadele sonuç
vermedi. Bu suçun yarısı parlamentoya, diğer
yarısı
da
şaşkın
Behtmann
Hohveg'in,
parlamentodan daha sefilane olan durumuna
aittir. Fakat bugünün sorumluları, bu gerçeğe
rağmen, bu korkunç suçu, milli menfaatlerimizi
korumayan kabiliyetsiz heriflere karşı çıkmış
olan kimseye yüklemektedirler. Bu anadan
doğma elebaşılar için, bir yalan çok veya bir
yalan az olmuş, hiç önemli değildir. Milletin
geleceğinden son derece sorumlu olan bu
heriflerin canice hafifliklerinden dolayı doğacak
sorumlulukları düşünen, boş yere feda edilmiş
ölüleri
ve
savaş
sakatlarını,
katlanmakta
olduğumuz büyük utanç verici durumu ve
hakareti, içine düşmüş olduğumuz sonsuz
sefaleti hayal eden ve bu tün bunların sadece
birkaç zamane adamına ve iyi mevki avcılarına |.
bakanlık koltuklarına doğru yol açmak için
meydana geldiğini bilen iŞ'bir kimse, hiç şüphe
yok ki, bu yaratıklara, alçak, rezil, namussuz,
şerefsiz ve katil denilmesinin hikmetini gayet iyi
anlayacaktır. Aksi halde kullandığımız bu
kelimelerin
manası
ve
gayesi
gerçekten
anlatılmaz hale gelir. Bu heriflerin yüzünden
eski Almanya'nın iç siyaseti bozulduğu zaman
bütün suçları garip bir açıklıkla göze çarpmıştır.
Çünkü bu türlü ahvalde hoş olmayan
gerçekler, büyük halk toplulukları arasında avaz
avaz bağırıldığı halde başka taraflarda pek
utanılacak olaylar, sessizlikle geçiştiriliyordu,
hatta bunların bir kısmı inkar bile ediliyordu. Bir
sorunun açıkça incelenmesi ile bir iyileşme
ihtimali doğarsa işte böyle davranıyorlardı.
Bu arada hükümetin başında bulunanlar
propagandanın değerinden ve özünden adeta
hiçbir şey anlamıyorlardı. Propagandayı devamlı
bir şekilde ve gayet ustaca kullanmakla, halka
cenneti cehennem gibi veya cehennemi cennet
gibi göstermeyi kim başarabilir? işte bunu
yapmasını sadece Yahudi bilecekti ve bu esasa
göre hareket edecekti. Almanlar veya Alman
Hükümeti bu hususta zerre kadar bir bilgiye
sahip değildi. Bu bilgisizlik savaş sırasında pek
pahalıya mal oldu.
Fakat burada işaret ettiğimiz ve savaştan önce
Alman milletini lekelediğini gördüğümüz bu
sayısız fenalıklar arasında bazı üstünlüklerimiz
de vardı. Tarafsız bir inceleme yapılırsa diğer
millet ve ülkelerin eksikliklerimizin çoğunu
paylaştıkları gerçeği ortaya çıkacaktır. Hatta bizi
bu alanda geride bırakıyorlardı ve aynı zamanda
bizim üstünlüklerimizden de yoksundular.
Bu üstünlüklerin en belli başlısı olarak, Alman
milletinin bütün diğer Avrupa milletleri arasında
daima kendi iktisadi milli vasfını son derece
korumaya çalışması ve kötü işaretlere rağmen
uluslararası maliye aleminin kontrolüne, diğer
devletlerden daha az bağlı olması durumu
gösterilebilir. Bu herhalde düşmanlarımız için
tehlikeli bir üstünlüktü ki sonradan Dünya
Savaşı'nın en belli başlı sebeplerinden birini
teşkil etti.
Şüphe yok ki monarşi birçok kimselere ve
özellikle büyük halk topluluğuna yabancı
geliyordu. Buna da sebep, hükümdarların daima
en temiz beyne ve özellikle en doğru kalbe sahip
olmamaları
i-di.
Hükümdarlar
maalesef
dalkavukları daha çok seviyorlardı, onla n iyi
tabiatlı kimselerden üstün tutuyorlardı. Saray
çevresinde bilgi sahibi olanlar da dalkavuk ve
yüze gülücü heriflerdi.
Dünyanın her yönden değişikliklere uğradığı
bir devrede bu hal büyük bir darbe teşkil etti. Bu
değişiklikler sarayların bir çok gelenekleri ile
uyuşmuyordu, işte bundan dolayı son yüzyılın
dönüm noktasında herhangi bir kimse artık at
üstünde üniforması ile geçen bir prensese
hayranlık duyamazdı. Bu şekilde yapılan bir
geçit resminin, halkın gözünde nasıl bir tesir
meydana getireceği doğru, olarak tahmin
edilemiyordu. Eğer bu bilinse idi, bu kadar
uygunsuz, akla ters gelen işlere kalkışılmazdı.
Aynı bu durumda olduğu gibi, yüksek
sosyetenin samimi olmayan insaniyetçiliği de
çok zaman olumsuz bir tesir yapıyordu. Mesela
bir prenses, bir halk mutfağında pişen yemekten
tatmak tenezzülünü gösterdiği zaman, bu
davranış eskiden pek iyi görünebilirdi. Fakat bu
yüzyılın başında elde edilen tesir tamamen ters
oldu. Çünkü prenses bir tecrübeye giriştiği gün,
yemeğin
her
zamankinden
biraz
farklı
olduğunun farkına bile varmadığına kesin olarak
inanılabilinirdi. işte bu kadarı bile yeterdi. Keza
bunu herkes biliyordu. Böylece en iyi niyet ve
davranışlar bile, açıkça sinire dokunmasa da,
gülünç
bir
manzara
teşkil
ediyorlardı.
Hükümdarın kanaatkar olduğuna dair sağda
solda anlatılan hikayeler, münasebetsiz sözler,
halkı tahrik ediyordu. Örneğin sabahları erken
kalkma alışkanlığı, gecenin geç saatlerine kadar
çalışma ve az gıda almanın kendisini maruz
bıraktığı tehlike gibi... Oysa hükümdarın ne
kadar uyuduğunu ve ne kadar yediğini bilmeye,
öğrenmeye lüzum yoktu. Ona yeter miktarda bir
yemek veriliyor ve gereği kadar uyumasına da
itiraz edilmiyordu. Hükümdar, bir insan ve bir
karakter sahibi sıfatı ile, ırkının ve memleketinin
şerefine
layık
faaliyetlerde
bulunursa
ve
hükümdarlık görevlerini yerine getirirse sevinç
duyuluyordu. Fakat ne var ki, bütün bunlar
önemsiz şeylerdi. Kötü olanı, milletin büyük bir
kısmına, tepeden idare edildikleri için artık
kimsenin herhangi bir şeyle meşgul olmasına
lüzum kalmadığı kanaatinin gittikçe artan bir
hızla yayılması idi. Hükümet başarılı veya iyi
niyetle donanmış olduğu sürece bunun zararı
görülmeyebilirdi. Fakat o iyi niyetli, başarılı
hükümet yerini, gerektiği gibi olmayan başka bir
hükümete bırakacak olursa, vay halimize! îşte o
zaman itaat, irade yokluğu ve çocukça güven
gösterme, hayal edilebilecek en kötü felaketleri
doğuracaktır. Fakat bu karşı fikirlerin önüne
itiraz kabul etmez birtakım kuvvetler çıkıyordu.
Bu kuvvetler arasında ilk önce bütün devlet
idarelerinin istikrarım belirtelim. Monarşi bu
istikrarı meydana getirmişti. Sonra bu duruma,
hırslı
siyasetçilerin
spekülasyon,
kargaşalıklarından
korunan
devlet
makamlarından uzaklaştırılmaları da yardımcı
oldu. Ayrıca, kuruluşun daha baştan kazandığı
şerefi ve namuskârlığı ile elde edeceği otorite,
memurların ve özellikle ordunun üstünlüğünü,
siyasi partilerin seviyesini aşması da bu işe
hizmet ediyordu. Bu üstünlüğün, devletin en
büyük adamının, yani hükümdarlarının şahsında
şekillenmesini de ilave edelim. Bu yüzden
hükümdar bir sorumluluğun sembolü oluyordu.
Hükümdar, parlamento çoğunluğunun meydana
gelişi gibi tesadüfi bir topluluğa değil, daha çok
halka borçlu durumda idi. Alman idaresinin
menkıbesi ve temizliği daha çok bu durumdan
ileri geliyordu. Sözün kısası, Alman milleti için
monarşinin kültür değeri pek büyüktü ve diğer
mahzurları başarı ile ortadan kaldırabilirdi.
Alman hükümdarlarının oturdukları yerler, halen
estetik ruhun mabedi olmakta devam ediyordu.
Bu böyle olmasaydı, günümüzde materyalist
hale gelen bu ruhun ortadan kalkması tehlikesi
baş gösterirdi. Alman prenslerinin on dokuzuncu
yüzyılda sanat ve bilim için yaptıkları hizmet
asla unutulamaz. Çağdaş devir ise eskiden
yapılanlara
benzeyen
hiçbir
şey
ortaya
koyamamıştır, işte sosyal organımızın yavaş
yavaş bozulmaya başladığı o devirde ordu vardı
demek zorundayız.
Ordu Alman milletinin en kuvvetli okulu idi.
Zaten bütün düşman kininin, milletin hamisi
olan bu müesseseye çevrilmiş olması sebepsiz
değildi.
Ordu,
iftiraya
uğrarken,
kinlere,
husumete ve mücadelelere hedef olurken,
aşağılık heriflerin hepsine korku telkin ediyordu.
Gerçeği
ifade
için
bundan
güzel
anıt
yapılamazdı. Versay'da uluslararası hırsızların
adi arzu ve hiddetlerini ilk önce eski Alman
ordusuna çevirmiş olmaları, Alman ordusunun
para kuvvetine karşı milletimizin hürriyeti için
sağlam bir sığınak olduğunu gösterir. Bizim
milletimize bir bekçi olan bu kuvvet olmasa idi,
Versay bütün ruhu ve ayrıntısı ile Almanya için
çoktan uygulanmış olurdu. Alman milletinin
orduya borçlu olduğu şey şöyle özetlenebilir:
HER ŞEY.
Ordu, sorumluluk hissinin meziyet haline
geldiği, sorumluluğun ezilmesi gittikçe günün
meselesi olduğu, özellikle her çeşit sorumluluk
yokluğunun örneği olan parlamento tarafından
böyle bir eğilim yayıldığı bir sırada, kalplere
sorumluluk
hissi
dolduruyordu.
Ordu,
korkaklığın salgın bir hastalık olma tehlikesinin
baş gösterdiği, kamunun çıkarları lehinde
fedakarlık
etmenin
budalalık
sayılmaya
başladığı, sadece kendi çıkarını korumayı ve
çoğaltmayı bilen kimsenin akıllı sayıldığı sırada,
şahsı cesareti aşılıyordu. Ordu, her Almana
milletin kurtuluşunu, zenciler, Çinliler, Alman,
Fransızlar, İngilizler ve diğerleri arasında
milletlerarası bir kardeşliği tahrik ve teşvik eden
sahtekar heriflerin uydurdukları cümlelerde
değil, bizzat milletin kuvvetinde, azim ve karar
ruhunda
aramanın
gereğini
öğreten
okul
durumunda idi. Ordu, azim ve karar ruhu
aşılıyor ve böyle azimli ve kararlı adamlar
yetiştiriyordu. Oysa, günlük hayatta azim ve
karar yokluğu, ve şüphe ile tereddüt insanların
hareketlerini sarsmaya başlamıştı.
Kurnaz
heriflerin
numune
olarak
gösterildikleri
devirde,
örnek
bir
işin
düzensizlikten daima daha iyi olduğu prensibini
üstün çıkarmak, gerçekten ustaca bir hareket idi.
Yalnız bu prensipte daha hiç bozulmamış ve
sağlam kalmış bir sıhhatin varlığı gerekti. Eğer
ordunun verdiği terbiye bu temel kuvveti
yenilemeye devamlı bir şekilde dikkat etmemiş
olsaydı, günlük hayatta böyle sıhhatli işler
çoktan ortadan kaybolur giderdi.
Baskı ve zorlama ile yeni bir gasp veya hiç
itiraz edilmeden yerine getirilmesi gerekli bir
ticaret anlaşmasını imzalama durumu hariç,
hiçbir vakit herhangi bir faaliyeti için bütün
kuvvet ve inisiyatifini toplayamayan bugünkü
Reich hükümetinin azim ve karar kabiliyetinden
ne kadar dehşet verici bir şekilde yoksun
olduğunu görmek yeter. Fakat önüne konan bir
anlaşmayı diktatörün emrini yerine getirir gibi
imzalayacağı zaman, her türlü sorumluluğu bir
yana bırakır ve dikte edilen husus ne olursa
olsun, onu hemen meclisler-deki zabıt katipleri
gibi süratle tasdik eder. Gerçekten bu gibi
durumlarda bu hükümet için bir karar almak
kolaydır, çünkü alınacak karar ona dışardan
yazdırılmıştır.
Ordu, ideale, vatana ve devletin büyüklüğüne
sadakat gösterme terbiyesi vermişti. Halbuki
günlük
hayatta
hırs,
açıkgözlülük
ve
materyalizm yayılıyordu. Ordu sınıflar halinde
ayrılmaya karşı, birleşmiş, birlik olmuş bir millet
meydana getiriyordu. Bu konuda ordunun tek
hatası vardı: Bir senelik gönüllüler usulü. Bu
yanlış bir hareketti. Çünkü, bu yüzden eşitlik
prensibi ihlal ediliyordu. Daha çok talim görmüş
olan çevresinin diğer bölümlerinden tekrar dışarı
çıkmış oluyordu, halbuki bunun tersi daha iyi
idi.
Yüksek sınıflarımızın derin genel aptallıkları
ve halktan gittikçe daha belirli bir şekilde
kopmalar karşısında ordu hiç olmazsa kendi
safları
arasında,
akıllılar
denilenlerin
ayrılıklarından kaçınmasaydı, pek iyi bir tesir
meydana getirmiş olurdu. Bu şekilde hareket
etmemek hataydı. Fakat bu dünyada hangi
müessese hatadan bağımsızdır? Ordunun hayırlı
işleri, zarara o kadar üstündü ki, bazı küçük
hataları bir vasat insanın kusurlarına nispetle çok
daha önemsiz ve basit şeylerdi.
Eski imparatorluğun ordusunun en büyük
meziyeti, her şeyin çoğunluğa tabi olduğu bir
sırada ve Yahudilerin sayıya karşı besledikleri
körü körüne sevgiye ters olarak, şahsiyete
inanma prensibini korumasıdır. Gerçekte ordu
çağdaş devrin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi
yatıştırıyordu: İNSAN. Bir gevşeme halinden,
yayılmakta olan bir kadınlaşma bataklığından,
her yıl ordunun safları arasından 350.000 genç
yetişiyordu ki, her birinden kuvvet fışkırıyordu.
Bu gençler iki yıl süren talim sonunda
üzerlerinden gevşekliği atmışlar, çelik gibi
vücutlara sahip olmuşlardı. Bu süre içinde itaat
etmeye alışan genç, artık bundan sonra kumanda
etmeyi öğrenebilirdi. Yürüyüşünden talimli
askeri tanımak mümkündür.
Evet, ordu Alman milletinin en büyük okulu
idi. işte bu yüzden kıskançlık, hırs ve açgözlülük
şevkiyle, devletin acze düşmesini, milletin
müdafaadan yoksun kalmasını isteyenler ve bu
büyük devleti sömürenler, korkunç kinlerini
orduya yoğunlaştırıyorlardı. Birçok Almanın
düştüğü körlük veya kötü niyetle istemedikleri
şeyi yabancılar takviye ediyorlardı. Alman
ordusu, milletin hürriyetinin ve çocuklarının
gıdasının hizmetinde en kudretli bir silah idi.
Devletin şekline ve orduya üçüncü bir unsur
katılıyordu. Bu eski imparatorluğun mukayese
kabul etmez memurlar sınıfı idi.
Almanya, dünyanın en iyi idare edilen ve en
güzel teşkilatına sahip bir ülke idi. Alman
memurlarının kırtasiyeciliğin karşısında oluşları
sayesinde işler muntazam gidiyordu. Başka
devletlerde
işler,
bizdekinden
daha
iyi
gitmiyordu. Hatta daha da fenaydı. Fakat diğer
ülkelerde olmayan taraf bu organın hayran
kalınacak
sağlamlığı
ve
onu
meydana
getirenlerin
ahlak
kaidelerinden
ayrılmaz
zihniyeti idi. Mertlik ve sadakatin bir arada
olduğu küçük bir görenek, bugün sık sık
rastlanan prensip yokluğundan, karaktersiz,
cahil ve aciz modernlikten çok daha iyidir.
Savaştan önce belki biraz kırtasiyeci olan Alman
idaresinin ticaret yönünden iktidarsız olduğunu
iddia etmek, bugün pek revaçta ise, buna şu
soruyla cevap vermek yeter: Dünyanın hangi
ülkesinde Almanya'nın demiryolları kadar iyi
sevk ve idare edilen bir işletme ve ticari yönden
bu kadar iyi bir kuruluş vardı? Meğer bu örnek
işletmeyi yok etmek, devrime kısmet-mis.
Sonunda bu işletme milletin elinden alınarak,
cumhuriyetin
kurucularının
ruhlarına
göre
sosyalize edilmeye, yani Alman devriminin
delegasyonu
sıfatı
ile
spekülasyonun
milletlerarası sermayesine hizmet etmeye uygun
bir duruma getirildi.
Memur sınıfını ve idare mekanizmasını
özellikle diğerlerinden ayıran ve üstün hale
getiren taraf, bu sınıfın çeşitli hükümetlere karşı
bağımsız oluşuydu. Çeşitli hükümetlerin siyasi
görüşleri Alman memurunun zihniyeti ve
çalışması üzerinde tesirli olamazdı. Fakat
devrimden bu yana, bu durum değişti. Meleke,
ehliyet ve iktidar yerine, herhangi bir siyasi
yazıda belirtilen mevki üstün duruma geçiyordu.
Orijinal ve bağımsız bir karakter, memura fayda
vermek yerine engel teşkil ediyordu.
Eski imparatorluğun kuvveti ve ihtişamı,
devletin şekline, ordu ve memur sınıfının
üzerine dayandırılıyordu. Bugün ise bunlar,
devlette tamamen eksik olan bir vasfın birinci
derecedeki en önemli sebepleri idiler. Devlet
otoritesi
yoktu.
Çünkü
devlet
otoritesi,
parlamentoda veya lanstaglardaki gevezeliklere,
devleti
koruma
kanunlarına
veyahut
bu
kanunları çiğneyenleri dehşet ve korku içinde
bırakmaya mahsus mahkemelerin kararlarına
dayandırılamaz. Devlet otoritesi, bir topluluğu
sevk ve idare edenlere gösterilmesi gereken ve
gösterilebilen genel güvene dayandırılır. Fakat
bir kere daha belirteyim ki bu güven, hükümetin
ve idarenin namuslu, menfaat düşüncelerinden
uzak olduğuna dair samimi ve sarsılmaz bir
kanaatin sonucudur. Bu, kanunun anlamı
üzerindeki tam bir birleşmeden ve kanun
tarafından saygı gösterilen prensipler hakkındaki
anlaşma hissinden doğar. Hükümet sistemleri
baskı ve şiddet üzerine dayanmazlar, halkın
menfaatlerini temsil etmedeki samimiyete, onun
gelişmesi için yapılan yardıma ve kendi
meziyetlerine göre değer taşırlar. Savaştan önce
işlenen
kötülüklerden
bir
kısmı,
milletin
kendinde saklı kuvvetlerini yıkmak tehdidinde
bulunmuştur. Bu durum diğer ülkelerde de
meydana gelmiştir. Hatta bu ülkeler, bu
kötülüklerden Almanya'ya kıyasla daha çok
zarar görmüşlerdir. Fakat böyle olmakla beraber,
o
ülke
halkı,
müşkül
karşısında
gayret
göstermekten
vazgeçmemiş
ve
dolayısıyla
çökmemiştir. Ama savaş öncesi zaaflarına karşı
Almanya'nın göğüs germeye kuvveti olduğu
düşünülürse, bu çöküşün sebebini başka yerde
aramanın gerektiği görülür. Evet, gerçek
böyleydi. Eski imparatorluğun çökmesinin son
ve en büyük sebebi ırk meselesinin iyi
anlaşılmaması ve milletin tarihi gelişmelerinde
ırkın öneminin takdir edilmemesidir. Çünkü
milletlerin
hayatlarında
bütün
olaylar
tesadüflerin birtakım görünümlerinden ibaret
değildir, bunlar ırkın korunması ve çoğalması
yolundaki gayretlerin doğal sonuçlarıdır. Öyle
ki, insanlar kendi faaliyetlerinin derin sebebini
takdir edemedikleri zaman bile bu böyle
olmuştur.
Do'stlaringiz bilan baham: |