Partisi" ismi Marksistleri pek fazla tahrik
ediyordu. Bu duruma göre, zafer sarhoşluğunu
henüz geçirmiş olan Marksist elebaşılarla bir
patırtının çıkacağını tahmin etmek, yanlış bir
hareket olamazdı. Topluluğumuz mağlup olmak
korkusuyla böyle bir kavgaya atılmaktan
çekiniyordu,
ilk
büyük
toplantının
hiçe
yöneldiği olduğu ve belki de hareketin ebediyen
yok edildiği sanılıyordu.
Kavgadan kaçınmamak, bilakis onun üstüne
gitmek ve şiddete karşı korunmayı sağlayacak
teçhizatı hazırlamak için yapılan faaliyet beni
nazik bir durumda bıraktı. Şiddet yolu ile etrafa
dehşet saçmak usulü, fikir ile değil, karşı terör
hareketi ile önlenebilir. Bu bakımdan bizim ilk
toplantımızın
başarısı
benim
duygularımı
doğruluyordu. Bundan cesaret alınarak oldukça
önemli ikinci bir toplantı tertip edildi.
Bu toplantı 1919 yılının Ekim ayında
Eberlbraülkeller'de yapıldı. Konu, Brest-Litovsk
ile Versay Anlaşmaları idi. Toplantıda 4 hatip
söz aldı. Ben bir saate yakın konuştum.
Kazandığım başarı ilk seferkinden daha büyük
oldu.
Dinleyenlerin
sayısı
130'u
aşmıştı.
Toplantıyı karıştırmak için çıkarılan gürültü
arkadaşlarım tarafından bir an içinde bastırıldı.
Kargaşalık çıkarmak isteyenler kaçtılar, dayak
yiyerek merdivenlerden atıldılar.
15 gün sonra aynı salonda 170 kişiden fazla
bir dinleyici kitlesi önünde yaptığım konuşma
yine başarılı oldu. Artık ben başka bir salon
arıyordum. Nihayet şehrin bir ucu olan Dachau
sokağında "Reich Allemand" da bir salon
bulduk. Bu yeni binadaki ilk toplantımız bundan
önceki toplantıdan daha az dinleyici topladı.
Salonda 140 kişi vardı. Komisyonda ümit tekrar
azalmaya başladı. Kötümser olanlar dinleyici
sayısının azalmasının toplantılarımızın pek sık
tekrarlanması neticesi olduğunu ileri sürdüler.
Bu konuyu bir hayli tartıştık. Ben 700 bin
nüfuslu bir şehirde 15 günde bir toplantı değil,
haftada 10 toplantı yapmanın imkan dahilinde
olduğunu
söylüyordum.
Geçici
başarısızlıklardan dolayı üzülmemek gerekirdi.
Çünkü doğru yolda idik. Er geç sebatımız bizi
zafere götürecekti. Esasen bütün o 1919-1920
kışı yeni hareketin ve şiddetin zafere ulaşacağına
dair daha fazla güven aşılamak için girişilmiş tek
bir kavga ile geçti, özgüvenin inanç gibi dağları
devirmeye
kabiliyetli
bir
taassup
haline
dönmesine çalışıyorduk. Aynı salonda yapılan
ikinci toplantıda dinleyici sayısı 200'ü aştı.
Ayrıca başarı da büyük oldu. Derhal yeni bir
toplantının hazırlıklarına giriştim. On beş gün
sonra tertiplenen toplantıyı 270 kişinin üstünde
bir dinleyici kitlesi takip etti. On beş gün sonra
taraftarlarımızı ve yeni hareketin dostlarını
yedinci defa toplantıya çağırırken aynı bina
400'den fazla bir dinleyici kalabalığını kabul
etmek durumunda kalıyordu.
Bu sıralarda yeni hareketin dahili esaslarını
tespit
için
yaptığımız
teşebbüs
küçük
topluluğumuzda büyük münakaşalara sebep
oluyordu. Bugünlerde başlayıp daha sonra da
devam ettiği gibi hareketimize bir "parti"
denilmesi eleştiriliyordu. Ben eleştirenlerin bu
hareketlerini, kabiliyetsiz ve dar düşünceli
oluşlarının delili saydım. Bunlar şekle bağlı
kalan ve bir harekete şatafatlı bir ad takarak
değer
kazandırmaya
çalışan
kimselerdi.
Maalesef atalarımızın dil hazinesi de bu şatafat
meraklılarına gayet iyi cevap verebilecek
durumda idi. O zamanlar fikirlerim henüz kabul
ettirmemiş olan her hareketin, başka bir ad
almakta ısrar etse dahi, parti olduklarını
anlatmak çok zordu. Bir kimse, uygulandığında
zamanın insanlarına faydalı olacağına inandığı
cesur bir fikri somut şekilde gerçekleştirmek
isterse, önce o kimse fikirlerine yardımcı olacak
taraftarlar
aramak
zorundadır.
Onun
bu
düşünceleri, iktidardaki partiyi yok etmek ve
kuvvetlerine parçalanmasına son vermek ise, bu
fikre katılacak ve aynı isteği besleyecek
kimselerin hepsi, gayeye ulaşana kadar aynı
partiden
olacaklardır.
Kelimeler
üzerine
münakaşa etmek ve yüz buruşturmaktan zevk
alma arzusu somut basanları akıl ve hikmetleri
ile ters orantılı olan bu perukah nazariyecilerden
bazılarını,
bir
dengini
değiştirme
isteğini
beslemeye itebilir. Bunu yaparlarken de bütün
genç hareketlerin sahip oldukları parti niteliğini
değiştirme hülyasına düşerler. Oysa halka zarar
verecek bir şey varsa, o da eski saf Cermen
ifadeleri ile meydana gelmiş bu değişmeler ve alt
üst olmalardır. Çünkü bunlar yeni zamana
uymazlar ve bir şeyi açıkça temsil etmezler,
insanı yalnız bir hareketin önemi hakkında
taşıdığı isme bakarak hüküm vermeye sevk
ederler.
Bu
gerçek
bir
rezalettir.
Fakat
günümüzde bu rezalet çok işlenebilir.
Sonraları yaptığım gibi o zamanlar da, eserleri
daima sıfıra eşit olan ve gurur ve azametleri her
türlü ölçüyü aşan bu "seyyar Alman halkçı
sosyalistlere" karşı halkı ikaz etmiştim. Genç
hareketimiz, tek meziyetleri 30-40 yıldan beri
aynı
fikir
uğrunda
mücadele
ettiklerini
söylemekten ibaret olan birtakım kimseleri de
arasına almaması gerekiyordu. Bu kimse, fikir
dediği şey uğrunda 30-40 yıl mücadele eder de
herhangi bir başarı sağlayamazsa ve aynı
zamanda rakibini yenemezse, bu 30-40 senelik
sonuç vermeyen uğraşması kendinin kabiliyetsiz
olduğunun en açık delilidir, işin en tehlikeli
tarafı bu tip kimselerin partiye sadece üye sıfatı
ile girmek istemeleri değildir. Aynı zamanda
liderler arasına kabul edilmelerini isterler.
Kanaatlerine göre onların eski çalışmalarına
layık yegane mevki budur. Bu herifler, burada
da yine eski çalışmalarına devam etmek isterler,
işte genç bir hareket bu heriflerin ellerine teslim
edilirse felaket olur.
İş adamları için de durum aynıdır. Kırk yılda
büyük bir ticarethaneyi başarıya götürememiş
bir kimse yeni bir iş kurmaktan acizdir. Büyük
bir fikirden gelen ve onu berbat eden ırkçı bir
kimse de böyledir. O yeni bir genç hareketi
yönetmek durumunda değildir. Esasen bu tip
kimseler yeni hareketin bir parçasını teşkil
etmek, o harekete hizmette bulunmak ve yeni
fikrin prensipleri içinde çalışiçin gelmezler. Çok
zaman,
kendi
fikirlerini,
yeni
hareketin
piağladığı olanaklar sayesinde uygulayarak
insanlığın başına bir kere l'daha bela kesilmek
üzere gelirler. Bu fikirlerin ne olduğunu açıkla-
bir hayli güç meseledir. Bu adamların göze
çarpan nitelikleri, j *ski Cermen kahramanlarını,
tarihten önceki devrenin karanlıkları-ve taş
baltalarını,
kalkanlarını
hülya
etmeleridir.
Halbuki bunlar, ] akla gelebilecek korkakların
en kötüleridirler. Çünkü eski Alman si- !
lahlarından kopya edilmiş tahta kılıçları her yöne
sallayanlar ve boş kafalarını bir ayı postu ile
sarıp üstüne de boğa boynuzları takanlar, çimdi
ise yalnız düşünce gücünün silahları ile saldırıya
geçiyorlar
ve
komünistlerin
küçücük
bir
posasının ucu görünür görünmez he-: Itıencecik
savuşuveriyorlar. Gelecek nesil hiç şüphe yok ki
bu heriflere kahramanlıklarından (!) dolayı bir
destan yazmayacaktır. Bunları gayet iyi tanıyıp
öğrendiğim için adi komedyaları bende derin 1,
bir nefret uyandırır. Onların halk üzerindeki tesir
şekilleri pek gü-rlünç ve adidir. Yahudi bu ırkçı
komedyenlere hiç dokunmamakta ı ve hatta
bunları, gelecekteki Alman Devletinin ileri
gelenlerine ter-| Cih etmekte pek haklıdır.
Bu adamlar o büyük iktidarsızlıklarına
rağmen, durumu herkesten çok daha iyi
bildiklerini
anladıklarını
iddia
ederler.
Namusluca hareket eden ve sadece geçmişteki
kahramanlıklarını alkışlamamızın kendilerine bir
fayda vermeyeceğim ve kendi davranışlarının da
gelecek nesillere şerefli hatıralar bırakması
gerektiğini bilen kimseler için, bu adamlar bir
yaradır.
Kendi
aptallıkları
ve
kabiliyet-
sizliklerinin tesiri ile hareket eden bu adamlarla,
belirli bazı sebepler dolayısıyla aynı şekilde
davranan kimseleri ayırt etmek pek zordur.
Ben şahsen, eski Alman modasına göre o
sözde
dini
reformcuların
milletimizin
kalkınmasını isteyen kuvvetler tarafından teşvik
edilmedikleri kanaatinde idim. Gerçekten onların
bütün faaliyetleri, halkı, Yahudi dediğimiz o
müşterek düşmana karşı, müşterek mücadeleden
saptırmayı hedef alıyordu. Bunlar milleti bu
müşterek mücadeleye yöneltecekleri yerde,
birtakım
dini
kavgaların
ortasına
atıp
bırakıyorlardı, işte bundan dolayı hareketin emir
ve iradesi mutlak bir otorite kullanan merkezi bir
kuvvete verilmelidir. Ancak bu şekilde hareket
edilirse bu zarar verici heriflerin faaliyetlerine bir
set
çekilebilir.
Bu
adamlar,
birliği
ve
idaresindeki kesin disiplini ile temayüz eden bir
hareketin en azgın düşmanıdırlar, işte genç
hareketimizin o günlerde belirli bir programa
dayanarak "ırkçı" tabirini kullanması boşuna
değildi.
Gerçi
"ırkçı"
tabiri
ifade
ettiği
mefhumun müphemliği dolayısıyla bir harekete
program teşkil edemez ve böyle bir partiye
girmek için emin bir ölçü olamazdı. Bu
mefhumu uygulamada tayin ve tarif etmek
zordur. Aynı zamanda bu mefhum, çeşitli
tefsirlere de müsaittir. Bu tefsirler ne kadar çok
ve birbirinden farklı olursa, o hareketi kabul
etmemek ihtimali de o kadar artar. Siyasette
çeşitli yönlere yayılmış ve tarifi müphem kalmış
bir fikrin kabulü, mücadele ve tartışma sırasında
her türlü dayanışmayı ortadan kaldırır. Keza,
herkes kendi inancını ve iradesinin yönünü tayin
etme işini, kendi belirlerse birlik kalmaz.
Bugün bir sürü herifin şapkaları üzerinde
"ırkçı" kelimesini taşıdıklarını ve bu kelimenin
ifade ettiği manadan çok uzak ve yanlış bir
düşüncenin içinde olduklarını görmek ve bilmek
çok utanılacak bir haldir. Bavyera'da tanınmış
bir profesör, bir mücahit, fikirleri ilgi uyandıran
bir kimse, Berlin'in aleyhinde fikri mücadelelere
girişmiş bir adam, "ırkçı" mefhumunu, "monarşi"
mefhumu ile bir tutmaktadır, işte bu bilgine has
zihin, bir şeyi unutmuştur. Bu da geçmişteki
Alman monarşilerinin hangi özel hallerde
modern "ırkçı" düşünce ile aynı olduklarını
açıklanmamaktadır.
Bu
kimsenin
bir
iş
yapamayacağı
ortadadır.
Çünkü
monarşi
anayasalardan çok daha az ırkçıdır. Eğer başka
türlü olsalardı, monarşiler hiçbir zaman ortadan
kaybolmazlardı veya aksine olarak ortada
bulunmaları ile ırkçı düşüncenin yanlış bir fikir
olduğunu ispat ederlerdi.
Nedense herkes ırkçılık konusunda aklına
estiği gibi konuşuyor. Fakat ne var ki böylesine
çok açıklamalar mücadele eden bir siyasi
hareket için başlangıç noktası olarak kabul
edilemez.
Yirminci yüzyılın müjdecileri olan bazı Jean
Baptistelerin
gözle
görülen,
elle
tutulan
cahilliklerinden
bahsetmeyeceğim.
Bu
kimselerin ırkçılığı bilmedikleri gibi halkın
hissiyatından da haberleri yoktur. Bunun böyle
olduğu komünistlerin bunları kolayca ait
etmelerinden bellidir. Komünistler, bunların
gevezeliklerine göz yumarak, kendileri ile
eğlenmektedir.
Dünya üzerinde düşmanlarına, kendisine karşı
kin besletmeğe başarılı olamayan bir kimse,
kanaatimce arzu edilecek biri değildir. Bu gibi
kimselerin arkadaşları genç hareketimiz için
yalnız komşu olmakla kalmaz, hareketimize
zararlı da olur. Parti kelimesinin bile o "ırkçı"
hayalperestler sürüsünü korkutacağını ve bizden
uzaklaştıracağını ümit ediyorduk. Bundan dolayı
"Parti" adım aldık. NASYONAL SOSYALiST
ALMAN iŞÇi PARTİSİ adında karar kılmamızı i-
cap ettiren sebep buydu.
Bu ilk adım eski devirlerin hayalperestlerini,
ırkçı fikirleri kanun durumuna getirenleri bizden
derhal uzaklaştırdı ve aydın oluşlarını, sarsak
vücutları
önünde
birer
kalkan
gibi
kullananlardan
kurtardı.
Bu sonrakiler bize şiddetle hücum ettiler.
Fakat bu gibi kazlardan bekleneceği gibi yalnız
kalemleri ile hücuma geçtiler. Bize cebir ve
şiddet gösterenlere karşı kendimizi cebir ve
şiddetle korumamız, bunların hiç hoşlarına
gitmiyordu. Bizi sopa ve topuza karşı sıkı bir
bağlılıkla suçladıkları gibi, aynı zamanda
maneviyattan
yoksun
olmakla
da
itham
ediyorlardı.
Bir toplantıda bir "Memosthene"in, avaz avaz
bağırarak
ve
yumruklarını
kullanarak
konuşmasına fırsat vermeyen elli kadar budala
tarafından susturulması, bu şarlatan heriflere hiç
ama hiç tesir yapmazdı. Anadan doğma
korkaklıkları, onları hiçbir vakit böyle bir tehlike
ile karşı karşıya getirmezdi. Çünkü onlar
gürültü, patırdı ve boğuşmalar içinde değil,
"Kabine"nin sessizliği içinde çalışırlar. Bugün
bile genç hareketimizi, sessizlik içinde çalışanlar
adını verebileceğimiz kimselerin kuracakları
tuzaklara karşı dikkatli, olmaya ne kadar davet
etsem azdır. Bu herifler sadece korkak değil,
aynı zamanda aciz ve bir işe yaramayan
kimselerdir. Bir şey bilen ve bir tehlikeyi
sezmeye yardım etmek olanağım gözleri ile
gören bir kimse, bu işi sessizlik içinde yapmak
zorunda değildir. Böyle bir kimsenin görevi,
kötü olanı ortadan kaldırmak için mücadelenin
içine açıkça atlamaktır. Böyle hareket etmezse
görevini yapmamış olur ve daha doğrusu pek
acınacak şekilde zayıf olduğu anlaşılır. Bu sessiz
çalışanların çoğu, bir şeyler biliyormuş gibi
davranırlar. Halbuki, ne bildiklerini ise Allah
bilir! Aciz oldukları halde bir takım oyunlarla
dünyanın gözünü boyamaya kalkarlar. Tembel
oldukları halde "ses siz çalışmaları" sırasında
büyük bir enerji sarf ediyorlarmış izlenimini
uyandırmaya çalışırlar. Sözün kısası, bunlar
başkalarının namuslu çalışmalarına tahammül
edemeyen sihirbaz ve siyasi elebaşılardır. Bu
ırkçı yarasalardan biri sessiz çalışan bir herifin
değerini
göklere
çıkardığı
zaman,
sessiz
çalışmanın
verimsiz
olduğu,
başkalarının
çalışmalarının ürünlerini çaldığı, evet evet
çaldığı bir değil bin defa iddia edilebilir. Buna
tembelliklerini,
aydınlıktan
korktuklarını,
namuslu
çalışmaları
gururlu
tenkitleri
ile
ezdiklerini,
kendilerini
dev
aynasında
görmelerini de eklerseniz, gerçekte bu heriflerin
milletimizin can düşmanı Yahudi ile suç ortağı
olduklarını anlarsınız. Bir meyhane masası
başında, etrafı düşmanları ile sarılı olmasına
rağmen kendi görüşünü fertçe ve açıkça
savunan kimse, bu sinsi, yalancı ve dalavereci
heriflerin bin tanesinden daha fazla iş yapıyor
demektir. Çünkü bu cesur davranış ile bir veya
iki kişiyi yeni harekete çekebilir. Halbuki gizli
çalışmalarını öven, sonra hor görülen bir
isimsizliğin perdesi altında saklanan bu şartla
tanlar, bu korkak herifler milletimizin kalkınması
konusunda hiçbir işe yaramazlar. Onlar gerçek
bir eşekarısıdırlar.
1920 yılı başında, büyük bir toplantı yapmaya
teşebbüs ettim. Bu hareketim bazı tartışmalara
sebep oldu. Partiyi yönetenlerden bir kısmı bunu
pek
vakitsiz
buluyorlar,
sonuçtan
şüphe
ediyorlardı. Kızıl basın bizimle meşgul olmaya
başlamıştı.
Onun
kinini
tahrik
etmeyi
başardığımızdan dolayı, sevinç duyuyorduk.
Başka toplantılarda da onların muhalifleri sıfatı
ile gösteri yapmaya başlamıştık. Pek tabii olarak
böyle bir teşebbüste bulunanlarımız derhal
susturulmuşlardı. Buna rağmen başarı vardı.
Artık bizi tanımaya başlamışlardı. Bizi daha
fazla tanıdıkça, aleyhimizde nefret ve hiddet
dalgası kabanyordu. Bu bakımdan ilk büyük
toplantımızda, kızıl taraftaki dostlarımızın büyük
çapta bir ziyaretlerini bekleyebilirdik.
Gerçi ben de yok edilmek tehlikesi ile karşı
karşıya olduğumuzu fark ediyordum. Fakat ne
var ki bu kavgaya girişmek gerekti. Esasen bu
günlerde olmazsa, birkaç ay sonra muhakkak
böyle bir şey meydana gelecekti, ilk günden
itibaren yerimizi körü körüne bir güven ile,
amansız bir mücadele ile koruyup, hareketimizin
sonsuza kadar devamım sağlamak bize bağlı bir
işti. Ben kızıl partinin zihniyetini çok iyi
bildiğim için, büyük bir karşı koymanın
yapacağı ilk etkinin dikkatleri bizim üzerimize
çekmekle
kalmayıp,
harekete
taraftar
sağlayacağına da emin bulunuyordum. Bu en
önemli husustu. Bundan dolayı bu karşı koyma
işine iyice azmetmek gerekirdi.
O zamanlar partinin ilk lideri bulunan M.
Harrer toplantı gününün tespiti konusunda,
benim fikrimi kabul edemiyordu. Bundan dolayı
namuslu ve mert bir kimse olarak davrandı ve
hareketin yönetiminden çekildi. M. Harrer'in
yerine
M.
Antoine
Drexler
geçti.
Ben
propaganda teşkilatının başında kalmıştım. Artık
bu toplantı işi ile gayet güzel meşgul oluyordum.
Henüz kimsenin bilmediği hareketimizin halka
açık ilk büyük toplantısının günü 24 Şubat 1920
olarak kararlaştırıldı.
Hazırlıkları bizzat ben yönetiyordum. Bu
hazırlık safhası pek kısa sürdü. Her şey bir
şimşek hızı ile alınan kararlara göre tertiplendi.
Toplantının duyurulması, duvar ilanları ve daha
önce propagandadan bahsederken geniş bir
şekilde anlattığım gibi hazırlanan broşürlerle
yapılması
gerekiyordu.
Bu
propaganda
biçiminin en önemli nitelikleri şunlardı: Büyük
bir topluluk üzerinde etki yapmak, propagandayı
belirli birkaç nokta üzerine yoğunlaştırarak
devamlı bu konuları tekrarlamak, kısa ve öz bir
metin hazırlamak ve fikri yaymak için büyük bir
inat gösterip, sonucu beklemekte sabırlı olmak.
Renk olarak kırmızıyı seçtik. Bu renk,
rakiplerimizi tahrik edecek ve onları kızdırıp
galeyana zorlayacak, böylece bizi onlara
tanıtacaktı, ister istemez, bizi akıllarından
çıkaramayacaklardı. Sonuç, Bavyera'da da
Marksistlerle, diğer parti arasında siyasi bir
beraberlik bulunduğunu açıkça ortaya koydu.
Bu husus, hükümette bulunan Bavyera Halk
Partisi'nin, duvar ilanlarımızın kızıl işçiler
üzerinde yaptığı tesiri önceleri hafifletmek ve
daha sonra da tamamen önlemek için gösterdiği
gayretten anlaşıldı. Polis bizim propagandamıza
karşı çıkmak için bir sebep bulamadığından,
duvar ilanlarımıza itiraz etti. Bir kenarda duran
kızıl arkadaşlarına hoş görünmek için, güya
Alman Halk Partisi'nin yardım ve tahriki ile
ilanlarımızın
duvarlara
yapıştırılmasını
yasakladı. Halbuki bu ilanlar uluslararasıcı-lık
içinde yollarını şaşırmış olan yüz binlerce işçiyi
tekrar Alman milletine iade edecekti. Bu ilanlar
irademizin doğruluğunu ve niyet-lerimizdeki
dürüstlüğü gelecek nesillere gösterecekti. Milli
denilen otoritelerin, kendilerine bir engel teşkil
eden milli bir hareketi ve sonunda milletimizin
büyük
bir
topluluğunu
tekrar
kazanmak
teşebbüsünü boğazlamaya kalkıldığı zaman ne
kadar keyfi davrandıkları böylece tespit edilmiş
oldu. Bu ilanlar Bavyera'da milli bir hükümet
bulunduğu yolundaki fikir ve kanaati de
yıkmaya yardım edecekti. Böylece 1919-1923
yıllarının milli Bavyerası'nın, hiç de milli bir
hükümetin
eseri
olmadığı
anlaşılacaktı.
Hükümette bulunanlar, bu hareketin gelişmesine
engel olmak ve onu imkansız duruma sokmak
için her şeyi yaptılar. Bu adi davranışa sadece iki
kişi katılmadı: O zamanki polis müdürü Ernst
Pöhner ile sadık müşaviri Obramtmann Frick. Bu
iki memur, daha o devirde göreve başlamadan
önce Alman olmak cesaretine sahip kimselerdi.
E. Pöhner, halk nezdinde sevgi kazanmayı diğer
otoriteler arasında en az aklına getiren, fakat
mensup olduğu millete karşı sorumluluğunu en
canlı şekilde hisseden bir kimse idi. Her şeyden
çok sevdiği Alman milletinin tekrar yükselmesi
uğrunda her şeyi göze almaya ve her türlü
fedakarlığa katlanmaya hazırdı. E. Pöhner,
kendilerine
teslim
edilen
devlet
malını
korumayan, milletin çıkarlarını düşünmeyen,
bağımsızlık için çalışmayan ve kendilerini
besleten hükümete itaat suretiyle aylık alan
memur güruhunun istediği gibi at oynatmasına
engel oluyordu. O, her şeyden önce, devlet
otoritesi
denilen
iktidarı
ellerinde
bulunduranların çoğuna muhalefet ederek,
ülkeye hıyanet edenlerin düşmanlıklarından
çekinmiyordu. Yahudilerin ve Mark-sistlerin
kini,
iftiraları
ve
yalan
dolu
saldırıları
milletimizin sefaleti ortasında onun yegane
saadetini teşkil etti. O granit gibi sadık, eski
zamanların temizliği içinde yüzen tam bir
Almandı. "Esir olmaktansa ölmek daha iyidir."
sözünü kendine şiar edinmişti. Bu söz, onda
lafta kalmıyor, bütün varlığından fışkırıyordu. E.
Pöhner ve mesai arkadaşı O. Frick benim
nazarımda, devlet memuru olarak Bavye-ra'nın
var olmasına hizmet etmiş sayılacak yegane
kimselerdir.
Büyük toplantımızın açılmasından önce yalnız
gereken propaganda malzemesini hazırlamak
değil,
toplantı
programını
da
bastırmam
gerekliydi.
Bu
kitabın
ikinci
bölümünde
programı uygulamak için, özellikle takip
ettiğimiz esasları daha geniş bir şekilde
anlatacağım. Ben, burada yalnız programın,
genç hareketin bünyesini ve cevherini ortaya
koymakla
kalmadığını,
aynı
zamanda
topluluklara, takip ettiğimiz gayeyi de amacı da
açıkladığını belirtmek isterim.
Mensuplarına aydın denilen çevreler önceleri
nükte yapıp alay etmeğe kalkıştılar. Daha sonra
tenkit ettiler. Bütün bu davranışlar bizim
hareketimizin ne kadar doğru olduğunu açıkça
gösteriyordu.
Birkaç yıldan beri düzinelerce yeni fikir
hareketlerine şahit oldum. Bütün bu fikir
hareketleri rüzgarların önüne düşüp, sürüklenip
gittiler. Bu arada hiçbir iz bırakmadılar. Yalnız
bir tanesi dayandı. O da Nasyonal Sosyalist
Alman işçi Partisi idi. Artık her zamankinden
çok şuna kani oldum ki; bu yazımın aleyhinde
mücadele edilebilir, bu parti felce uğratılabilir,
hatta küçük partilerin bakanları bizi söz
söylemeden men edebilirler, fakat fikirlerimizin
galip gelmesine hiçbir zaman engel olamazlar ve
olamayacaklardır. Artık, iktidar mevkiinde
bulunan partilerin ve onları temsil edenlerin
isimleri bile hatırlanmaz olacaktır, işte bu sırada
Nasyonal Sosyalist işçi Partisi'nin programı,
doğmakta olan bir devletin temellerini teşkil
edecektir.
1920'nin Ocak ayına kadar dört ay içinde
yaptığımız toplantılar, ilk broşürümüzü, ilk
duvar ilanımızı ve programımızı bastırabilmek
için ihtiyacımız olan parayı sağlamıştı.
Bu
kitabın
birinci
kısmını
ilk
büyük
toplantımızı anlatarak biti-riyorsam, bunun
sebebi, bu toplantının küçük toplumların dar
çevrelerinin
sınırlarını
aşıp,
çok
ötelere
sıçramasından ve ilk defa zamanımızın en
kudretli manivelası olarak, kamuoyu üzerinde
büyük tesir yapmış olmasından ileri gelmektedir.
O gün bende yalnız bir endişe vardı. O da
şuydu: Acaba toplantı salonu dolacak mıydı,
yoksa bize, boş sıralara hitaben söz söylemek mi
düşecekti? Salonun dolacağından ve büyük bir
başarı sağlayacağımızdan emindim. Toplantıyı
beklerken bu düşünceler içinde idim.
Toplantımız saat 7.30 da başlayacaktı. Saat
7'yi çeyrek geçe Münih'te Platzl üzerindeki
Hofbrauhaus'un eğlence salonuna girdiğim
zaman, kalbimin sevinçten parçalanacağını
sandım. Bana kocaman görünen salon tıklım
tıklım dolu idi. Omuzlar değil, başlar birbirine
dokunuyordu. Salonda iki bin kişiden fazla
kimse vardı. En çok hoşuma giden taraf,
özellikle kendilerine hitap etmek istediğimiz
kimseler tarafından salonun doldurulmuş olması
idi.
Salonun yarısından çoğu komünist ve tarafsız
kimseler tarafından doldurulmuştu. Bizim ilk
büyük toplantımız, komünistlerin fi-kirlerince,
çabucak varmak istedikleri sonuca mahkum
bulunuyordu. Fakat, iş çarçabuk başka renge
büründü, ilk hatip sözlerini bitirdikten sonra,
kürsüye ben çıktım.
Konuşmaya başladıktan birkaç dakika sonra
salonun her tarafında söz kesmeler dolu gibi
yağıyordu. Salonda büyük kavgalar çıkıyordu.
En sadık ve en samimi askerlik arkadaşlarımdan
ve taraftarlarınızdan kurulu olan küçük bir grup,
salonda huzuru kaçıranların üzerine atıldılar.
Böylece yavaş yavaş sessizlik oluştu. Ben de
sözlerime devam edebildim. Yarım saat kadar
geçtikten sonra alkış sesleri, homurtu ve küfür
seslerini bastırıyordu.
İşte
o
zaman
programımızı
okumaya
başladım. Program ilk defa olarak bir topluluğa
izah ediliyordu. Artık müdahaleler, takdir ve
onaylama seslerinin altında sönük kalıyordu.
Toplantıyı takip edenlere programdaki yirmi beş
ilkeyi açıkladım. Dinleyenlerden prensiplerimiz
hakkında hükümlerini vermelerini istediğim
zaman, gittikçe artan bir şevk ve heyecan içinde
bütün okunanlar çoğunlukla kabul edildi. Artık,
son prensip de kabul edilince, önümde yeni bir
fikir, yeni bir inanç, yeni bir irade ile tek vücut
olmuş insanlarla dolu bir salon vardı.
Biraz sonra salon boşalmaya başladı. Yığılmış
kalabalık, sulan ağır ağır akan bir ırmak gibi
salonun kapısına doğru gidiyordu. Bütün bu
kimseler, birbirlerine çıkışıyorlar, birbirlerini
itiyorlardı, işte o zaman unutulması ihtimali
olmayan bir fikir hareketinin prensiplerinin
uzaklara, çok uzaklara, Alman milletinin içine
yayılacağını anladım.
Bir ocak devrilmişti. O devrilen ocağın
ateşinde Alman milletine hürriyetine ve hayatını
iade edecek olan kılıç dövülmekte idi. Milletçe
kalkınma gözlerimin önüne geliyordu. Aynı
zamanda, o a-man vermez intikam ilahının, 9
Kasım 1918 ihanetine karşı durdu ğuna şahit
oluyordum.
Salon ağır ağır boşaldı. Genç hareket,
gidişatını takip etti.
Do'stlaringiz bilan baham: |