Parthenon ile maddiyat kazanmışsa, bugünün
komünist parçaları da birkaç filozof bozuntusu
kübistlerle maddi bir şekil almıştır.
Bu husus ele alındığı sırada, milletimizin bir
kısmının gözle görülen korkaklığına da dikkat
etmek gerekir. Bunlar öğrenim ve topluluk
içindeki durumları itibariyle, kültürüne karşı
girişilen bu tecavüzlere bir cephe meydana
getirmeli
idiler.
Sadece
komünist
sanat
havarilerinin bağrışmalarından korkarak her
türlü ciddi direncinden vazgeçtiler ve böylece o
zaman kaçınılması imkansız sanılan akımın
kucağına kendilerini attılar. Çünkü bu komünist
sanatı havarileri kendilerini seçkin birer yaratık
olarak kabul etmeyenlere şiddetle saldırdıkları
gibi, onları geri kafalı adam diye damgalayıp
teşhir ediyorlardı. Bu yarı delilerin ve saçma
sanat
dolandırıcılarının
ithamlarından
korkuluyordu. Sanki fikir yönünden bozulmuş
bu heriflerin ve milleti aldatanların yaptıklarını
anlamamak ayıp olacakmış gibi...
Bu kültür çırakları, deliliklerini kudretli bir
esermiş gibi göstermek için gayet basit bir
vasıtaya sahiptiler. Onlar, anlaşılmaz her eseri,
hayretler içinde kalmış dünyaya, kendi içlerinde
"yaşanılmış olaylar" adı altında sunuyorlardı.
Böylece itiraz edecek pek çok kişinin sözlerini
daha baştan ağızlarından çekip alıyorlardı.
Bunun bir tecrübeden ibaret olduğunda hiç
şüphe yoktu. Ancak anlaşılmayan taraf, sağlam
dünyaya, karmakarışık fikirlere yakalanmış
kimselerin veya katillerin duygusal aptallıklarını
sunmalarında bir anlam bulunması idi.
Bir Maurice von Schvvind'in veya bir
Böcklin'in eserleri de yakından yaşanmış
tecrübelerdi.
Fakat
bunlar
bazı
soytarılar
tarafından değil, Tanrı'nın lütfuna erişmiş
yazarlarca yaşanmış tecrübelerdi. Fakat bu
konuda
aydın
çevrelerin
esef
edilecek
korkaklığını görmek ve anlamak mümkündü. Bu
çevreler
milletimizin
sağlam
içgüdüsünün
zehirlenmesi karşısında, sanki herhangi bir ciddi
direnç önünde şaşırıp, mıhlanmış gibi duruyorlar
ve adi çılgınlıkların içinden çıkıp kurtulmak
görevini halktan bekliyorlardı. Bunlar sanattan
anlamıyormuş gibi görünmemek için, sanata
karşı bütün bu hıyanetleri satın alıyorlardı.
Sonunda iş iyi ile kötüyü ayıramayacak kadar
karıştı.
On
dokuzuncu
yüzyılda,
Almanya'nın
şehirleri
medeniyet
merkezi
vasıflarını
kaybederek, yalnız birer göç merkezi seviyesine
indiler.
Büyük
şehirlerimizin
modern
proletaryasının oturduğu yere karşı duyduğu pek
az bağlılık, artık herkesin tesadüfen ilişip kaldığı
bir noktadan başka bir şeyi söz konusu
etmemesinden ileri geliyordu. Bu kısmen sık sık
yer değiştirmelerin sonucu idi. Buna sebep olan
sosyal şartlar insana oturduğu yere sımsıkı
bağlanmak fırsatını vermiyordu. Fakat bunda
genel kültür yönünden karakter eksikliğinin de
rolü vardı.
Kurtuluş savaşları sırasında Alman şehirleri az
oldukları gibi pek küçüktüler. Gerçekten
hükümet merkezleri oluşu itibariyle kültür
yönünden belirli bir iki rakibi vardı. Bugünkü
aynı dönemde şehirlere kıyasla nüfusu elli
binden fazla birkaç şehir bilim ve güzel sanatlar
yönünden zengindiler. Münih'in nüfusu altmış
bine yaklaştığı sıralarda, bu şehir Alman sanat
merkezleri arasında başta geleni oluyordu. Şimdi
ise sanayi merkezlerinin hemen hemen hepsi bu
nüfusa
sahiptirler
ve
hatta
daha
da
kalabalıktırlar. Fakat gerçek bir değer içeren
hiçbir şeye sahip olamamışlardır. Bunlar birer
kışla yığınından ibarettirler, içlerinde barınılır ve
kira ile oda tutulur, işte hepsi bu kadar. Bu
derecedeki
karaktersiz
yerlere
sevgi
ile
bağlanması imkansızdır. Hiç kimse, bir özelliği
olmayan ve sanki en ufak sanat eserine yer
verilmemesi için gayret sarf edilmiş gibi
gözüken bu şehirlere asla bağlanamaz. Ancak iş
bununla da bitmiyordu. Büyük şehirler nüfusları
arttıkça, gerçekten sanat eserleri yönünden
zayıflıyorlardı. Buralar gitgide daha hayvani bir
hal
alıyordu.
Soysuzlaşma
küçük
sanayi
şehirlerindekinden daha az oluyordu, fakat bu
yerlerde hep aynı manzara göze çarpıyordu.
Modern devrin büyük şehirlerde kültüre ayırdığı
hisse tamamen yetersizdi.
Bütün şehirlerimiz geçmişin şan, şeref ve
hazineleri
ile
yaşıyorlar.
Günümüzün
Münih'inden Birinci Louis zamanında meydana
getirilen eserlerin hepsi ortadan kaldırılsa, o
dönemden bu yana yapılan önemli güzel
eserlerin sayısının ne kadar az olduğu dehşetle
görülecektir. Bu, Berlin ve diğer şehirler için de
böyledir. Fakat esas nokta şudur. Bugünkü
büyük şehirlerimizle, şehrin genel görünüşü
içinden ayrılıp ortaya çıkacak, göze çarpacak ve
bütün bir devrin sembolü olarak gösterilebilecek
hiçbir anıt yoktur. Halbuki orta çağların
şehirlerinde şan ve şerefin bir anıtı vardı. Eski
zamanın şehirlerinin belirli anıtı özel meskenler
arasında bulunmuyordu, bu geçici bir akıbete
değil, sonsuzluğa aday görülen topluluk anıtları
arasında ilk bakışta göze çarpıyordu. Çünkü
bunlar herhangi bir mülk sahibinin servetini
aksettirmek için kullanılamazdı. Bu anıtlar
topluluğun büyüklüğünü ve önemini ortaya
koyarlardı, işte halkın her birinin bugün bizi
şaşırtacak derecede şehre bağlanışını sağlayan
anıtlar,
bu
şekilde
meydana
getirildiler.
Gerçekten şehir halkının gözleri önünde bulunan
şey, vatandaşların adi görünüşlü evleri idi,
büyük ve önemli binalar tamamen topluma ait
idi. Bunların karşısında mesken olarak kullanılan
binalar ayrıntı seviyesine düşüyordu.
Eski devlet zamanında yapılan inşaatın
büyüklükleri aynı devrin evleri ile kıyaslanırsa
kamuya ait eserlerin ön plana alınması
gerekeceği yolundaki prensibin ne kuvvetle
doğrulanmış olduğu görülür. Çok eski çağlardan
kalma harabeler arasında yükselerek, duran bazı
sütunlar o devirlerin iş hanları değildir, onlar
ibadet yerleri ve devlet binalarının kalıntılarıdır.
Yani bizzat topluma ait eserlerdir. Çöküş
halindeki Roma'nın debdebe ve büyüklüğü
içinde bile, ön planda yer alan binalar birkaç
vatandaşın villaları ve sarayları olmamıştır.
Bugüne kadar kalan eserler, devletin, yani
milletin mabetleri, hamamları, arenaları, su
yollarıdır. Orta çağlarda Almanya bile, güzel
sanatlara ait düşünceler farklı olmakla beraber,
aynı hakim prensibi korudu. Eski çağlarda
kendisini Akropol'de veya Panteon'da ifade eden
his, şimdi gotik sanatın şekillerine giriyordu. Bu
büyük binalar, o ahşap ve tuğla yapılardan
kurulu orta çağ şehirlerinin ezilmiş yığınları
üzerlerinden birer dev gibi göklere yükselirlerdi.
Bugün bile çevrelerini apartman denen taş
yığınları
sarmasına
rağmen,
bu
anıtlar
kendilerine has vasıflarını koruyorlar. Bu anıtlar
her yere kendi özelliklerini veriyor ve kendi
görünüşlerinden bir parça meydana getiriyorlar.
Katedral, belediye sarayları, haller, bekçi
kuleleri gerçekte eski çağların düşünüşünü
kapsayan yeni bir görüşün belirli işaretleri idiler.
Devlet binaları ile şahıslara ait binalar arasında
esef edilecek kadar fark vardı. Bir gün Berlin,
Roma'nın akıbetine uğrayacak olursa yeni
nesiller en değerli ve önemli eser olarak birkaç
Yahudi'nin mağazalarına ve birkaç şirketin
binalarına hayranlık duyacaktır. Günümüzün
medeniyetinin belirli vasıflarını bunlar ifade
edecektir. Bugün Reich'ın binası ile, maliye ve
ticaret binaları arasında hüküm süren o büyük
nispetsizliği bir kıyaslamak
yeter sanırım...
Bugün devlet binaları için ayrılan tahsisat
gülünç ve çok yetersizdir. Bundan dolayı
sonsuzluğa kadar ayakta kalacak binalar
yapılamıyor. Yapılanlar o anın ihtiyacını
karşılayacak çapta oluyor. Bu konuda daha
yüksek bir fikir kendini kabul ettirmiyor. Berlin
şatosu
yapıldığı
sırada,
zamanımızda
kütüphanenin haiz olduğu önemden çok daha
büyük bir önemi vardı. Halbuki yaklaşık 60
milyona çıkan bir savaş gemisine karşılık,
Reich'ın ilk defa yapılan ve sonsuzluğa kadar
ayakta kalacak olan bir anıtına bu paranın yarısı
ayrılabildi. Binanın iç inşaatı için parlamento taş
kullanılmasına karşı çıktı ve duvarların alçı ile
kaplanmasına karar verdi. Gerçi bu defa siyasiler
çok iyi hareket etmişlerdi. Çünkü taş duvarlar
arasında alçı kafalar tam yerlerini bulmuş
sayılamazlardı.
Sözün
kısası,
bugünkü
şehirlerimizde,
toplumun hakim ve bariz vasfı yoktur. Topluluk,
şehirlerle olan münasebetlerinde bu hususu
sembolleştiren hiçbir şey göremiyorsa, buna
şaşırmamalıdır. Bunun sonucu, büyük şehir
halkının kendi şehrine karşı kesin bir kayıtsızlık
içinde bulunması ile ortaya çıkan, gerçek bir
hüsrandır. Bu da medeniyetimizin yıkılmasının
ve genel çöküşümüzün bir işaretidir. Devrimiz,
gayelerin adiliği, daha doğrusu paranın esareti
içinde boğuluyordu. İşte bundan dolayı, böyle
bir putun hakimiyeti altında, kahramanlık ruhu
ortadan çekilirse, buna da asla şaşmamalıdır.
Halk ancak yakın geçmişin ektiğini biçer.
Bozulma olaylarının hepsi, en son noktada,
genel hususlar hakkında eşit olarak kabul
edilmiş bir görünüşün eksikliğinin ve bundan
çıkan genel korku ve çekingenliğin, ayrıca
verilen kararlardaki korkunun ve devrin her
büyük
meselesinde
alınan
vaziyetin
sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı öğretim
ve eğitimden başlamak üzere her şey adi ve
sallanır bir haldedir. Herkes sorumluluktan
korkuyor ve işlenen hatalara korkakça hoşgörü
gösteriyor. Hümanist hülyalar moda olmuştur.
Nefsimizi delalete terk ederek, fertlere hıyanet
edilmekte ve böylece binlerce kişinin geleceği
feda
olunmaktadır.
Savaştan
önceki
dini
durumun incelenmesi ile, bu genel uyuşmazlığın
ve bozulmanın ne kadar büyümüş olduğu
görülecektir. Uzun zamandan beri millet, dini
inanışlardaki ve büyük bir kısım topluluk da
kainat konusuna ait düşüncelerdeki tesirli
kanaatlerim kaybetmiştir. Bu hususta çeşitli
kiliselerin çeşitli tarikatları, bu işlere kayıtsız
kalanlar kadar rol oynuyorlardı. Asya ve
Afrika'daki iki "consession" kendi telkinlerine
yeni müritler kazanmak için misyonlardan
istifade ederlerken, bu faaliyet islamiyet'in
doğuşu ve gelişmesinden önce ancak önemsiz
bir başarı kazanabildi. Avrupa'da ise milyonlarca
inanmış kimse kaybediliyordu. Bu milyonlarca
kişi, dini hayata yabancı kalıyor veya kendi
bildikleri yola sapıyorlardı.
Bütün dinlerin inanışına ait temellerine karşı,
ne büyük şiddetle bir mücadelenin sürdüğü
gözden uzak tutulmamalıdır. Gerçi bu temellerde
insanın dünyasında dini bir gayenin gerçek bir
kalıntısı
tasavvur
edilemez.
Büyük
halk
toplulukları
filozoflardan
meydana
gelmiş
değildir. Halbuki, toplum için iman, dünyada
ahlaki telakkinin yegane temelidir. Bunun yerine
başka şeyler konulması, memnuniyet verecek
sonuçlar sağlamadıkları gibi, o zamana kadar
geçerli ve yürürlükte olan dinlerin yerini
alacakları da kabul edilemez. Fakat dini iman ve
telkinler, geniş halk toplulukları üzerinde tesir
yaparsa, o vakit bu imanın itiraz kabul etmeyen
muhteviyatı, her türlü tesirli icraat ve hareketin
temeli ve başı olmalıdır. Anayasalar bir devlet
için ne ise, inançlar da dinler için aynı şeydir,
inanç olmazsa, akıllı ve zeki bir surette yaşayan
yüksek mevkie çıkmış birkaç yüz bin kişinin
yanında milyonlarca insan bundan yoksun
olarak yaşamaya devanı edecektir. Sonsuz bir
şekilde yayılma kabiliyetine sahip bir halde
bulunan manevi fikir, ancak anıtlar vasıtasıyla
bir açıklık kazanabilir ve o şekilde diğerlerine
intikal eder. Eğer bu şekil olmasa idi, bir iman
haline dönüşmezdi. Fikir hiçbir zaman metafizik
bir düşünce, yani kısacası, bir felsefi düşünce
halinde gelişmezdi. Gerçekte, akidelere karşı
mücadele, bu şartlar içinde devletin genel
kanunlarının temelleri aleyhindeki mücadeleye
benzer. Bu mücadele nasıl tam bir anarşi ile
sonuçlanırsa, dini mücadele de değerden yoksun
bir nihilizm içinde yok olur.
Bir siyasi için, dinin değerinin takdiri, arz
edeceği bazı tasavvurlara göre olmamalıdır.
Aslında
hayırlı
düşünceler
sağlaması
ile
ölçülmelidir. Eğer bir karşılığı ve olumlu olanı
bulunmadıkça mevcut olanı yok etmek delice
veya canice bir iş olur. Hiç şüphe yok ki pek az
memnuniyet doğuran dini vaziyetten dolayı, sırf
dinin dışında kalan ayrıntılarla din fikrini
ağırlaştıran, müspet ilimlerle gereksiz bir
kavgaya tutuşan kimselere ufak da olsa bir
sorumluluk düşmez. Bu noktada başlayan kısa
bir kavgadan sonra zaferin daima bilim
tarafından kazanılacağı itiraf edilmelidir. Din ise
sadece
yüzeysel
bir
iyimserlik
üstüne
yükselmeye
başarı
gösteremeyenlerin
gözlerinde, ağır zayiata uğrayacaktır.
İşin en fenası dinin, siyasi menfaatler uğrunda
kullanılmasının sebep olacağı zararlardır. Dini,
siyasi gayelerine ve işlerine hizmet için
kabiliyetli ve kıymetli bir vasıta kabul edenlere
karşı ne kadar şiddetli söz söylense yine de
azdır. Bu çeşit yüzsüz kimseler kendi itikat ve
imanlarını kalabalık içindeki zavallılar işitsinler
diye gırtlaklarını yırtarcasına bağırırlar. Esas
gayeleri bu uğurda ölmek değil, bunun
sayesinde geçimlerini sağlamaktır. Bu kimseler
sadece siyasi bir fayda sağlamak için imanlarını
satabilirler. Birkaç milletvekilliği için her dinin
can
düşmanı
olan
Marksistlerle
anlaşma
yaparlar. Bir bakanlık için, işi şeytanla
evlenmeye kadar vardırabilirler. Yeter ki utanma
hissinden yoksun şeytan buna "evet" desin...
Eğer savaştan önceki Almanya'da dini hayat
ağızlarda kötü bir tat bırakıyorsa, buna sebep
kendisine
Hıristiyan
adını
veren
Do'stlaringiz bilan baham: |