BÖLÜM 10
Almanya'da
savaştan
önce
çökmeyi
hazırlayan en korkunç olaylardan biri de her
yönden, her şeyin ve herkesin üzerine yapılan
tel kinle, enerjinin yok edilmesiydi. Herkes
kendisini bir emniyetsizlik içinde görüyordu. Bu
durum karşısında ortaya çıkan korkaklık da
herkesin
enerjisini
yutuyordu.
Öğretim
müesseseleri de bu hastalığı şiddetlendirdi.
Savaş öncesi Almanya'da öğretim inanılmayacak
derecede zaaflar gösteriyordu. Bu öğretim
sistemi sadece saf bir bilgi veriyordu ve nüfus ve
kudret mefhumuna pek az bağlı idi. Ferdin
karakterinin
oluşumuna
pek
az
önem
veriliyordu. Ayrıca sorumluluk taşımanın verdiği
zevkin gelişmesine dikkat edilmiyordu, iradenin
karar verme kudretinin gelişmesi de ihmale
uğruyordu, işte bu usulün kurbanları olan
Almanlar için savaştan önce çok bilgili sıfat
kullanılıyordu.
Biz Almanlar
seviliyorduk.
Çünkü bizden pek çok faydalanıyorlardı. Fakat
bize saygı göstermiyorlardı. Sebep karakter
zayıftı.
Eğer
Almanlar
milliyetlerini
ve
vatanlarını kaybederlerse buna pek şaşmamak
gerekirdi. Bu durumu "elde şapka bütün
memleket dolaşılır" darbımeseli gayet iyi ifade
etmektedir.
Bu uyuşturucu yumuşaklık hükümdarla olan
münasebetlere de sirayet edince, sonuç çok
korkunç oldu. Hükümdara hiçbir zaman "hayır"
denmeyecekti.
Hükümdarın
lütfen
söylediklerinin hepsi, tasdik edilecekti. Halbuki
insan haysiyetinin en hür görünümü hükümdarın
huzurunda
gerekli
ve
faydalı
olabilirdi.
Yapılanların hepsi dalkavukluktu ve monarşi bu
dalkavukluklar yüzünden öldü. Bu rezil ve cıvık
herifler, en asil tahtların yanında kendilerini çok
rahat hissetmişlerdir. Bu adi adamlar her olayda
efendilerine tam bir bağlılık gösterirlerken,
insanlığın büyük bir kısmına da hakaret
ediyorlardı. Hele zavallı topluluklara karşı
kendilerim tek monarşistler olarak tanıtırlarken,
yüzsüzlüğün en büyük örneğini veriyorlardı,
ister asil olsun, ister olmasın, bu gerçek riyayı
ancak bir solucan yapabilirdi, işin esası
araştırılırsa, monarşinin ve özellikle monarşi
fikrinin mezar kazıcılarının yine bu herifler
oldukları görülür. Zaten bir sonuç da çıkmazdı.
Bir dava uğrunda harekete geçen kimse,
hiçbir zaman sinsi bir dalkavuk gibi faaliyet
göstermez. Bir müesseseyi kurtarmaya veya onu
ilerletmeye karar vermiş olan kimse, bu davaya
kalbinin bütün lifleri ile bağlanmalıdır. Herhalde,
monarşinin demokratik dostlarının yaptıkları
gibi, kapı kapı dolaşıp aleyhte birtakım yalanlar
söylememelidir. Tersine dava adamı, hükümdarı
pek ciddi bir şekilde her şeyden haberdar edecek
ve onu ikna etmeye çalışacaktır. Eğer hükümdar
bir felakete sebep olacak karara varırsa, onun
kendi iradesine göre karar vermekte hür
kalmasını reddedecek ve bu menfur kararı kabul
etmek hakkını kendisinde bulmayacaktır. Böyle
durumlarda bir tehlike dahi doğacak olsa,
monarşiyi
hükümdara
karşı
korumaya
mecburdur.
Bu teşkilatın değeri o sıra başta bulunan
hükümdarın şahsına dayanıyorsa, bu müessese
akla gelenlerin en kötüsü, en berbatıdır. Çünkü
hükümdarların sanıldığı gibi akıl ve hikmete,
hatta sadece karaktere sahip bir seçkin zümre
meydana getirmeleri pek enderdir. Bunun böyle
olmayacağım dalkavukluğu kendilerine meslek
edinmiş olan kimseler iddia edebilirler. Fakat
bütün doğru ve namuslu kimseler, böyle bir
aptallığı ayakları ile itmekten bile tiksinirler, işte
bir devlet için de en değerli olan kimseler
bunlardır. Hükümdar söz konusu edilse bile,
bütün hükümdarların gözünde tarih, tarihtir ve
gerçek, gerçekten ibarettir. Asla büyük bir
hükümdarın şahsında, büyük bir adama tesadüf
edilemez. Böyle güzel bir tesadüf milletlere pek
az nasip olur. Demek oluyor ki monarşi fikrinin
değeri ve önemi bizzat hükümdarın şahsına
istinat ettirilemez. Sadece Allah, tacı Büyük
Frederic gibi dahi bir kahramanın veya Birinci
Guillaume gibi akıllı bir kimsenin başları üzerine
koyma kararını alır. Bu şans ise, yüzyılda bir
meydana gelir, pek ender olarak daha da sık
görülebilir. Fakat burada da fikir şahsa aittir. Bu
teşkilatın ruhu, bütünü düşünülerek meydana
getirilmiş bir müessesedir, işte bu sebepten
dolayı hükümdar bir hizmetkar seviyesine iner.
O da artık bir makinenin vidasından ibarettir ve
makinenin
tümüne
karşı
bazı
görevlerle
yükümlüdür. Hükümdar da yüksek gerekler
karşısında eğilmek zorundadır. Monarşinin tacını
taşıyan hükümdar, kendi tacına karşı işlenecek
cinayetlere göz yumması gereken değildir.
Gerçek monarşist bu şekil davranıştan onu
alıkoyacaktır ve alıkoyması gereken adamdır.
Eğer bu müessesenin değeri fikirde olmayıp, ne
şekilde
olursa
olsun
taç
giymiş
şahısta
toplansaydı, çılgınlık yapan bir hükümdarı dahi
tahttan indirmek hakkı bulunmazdı.
Şimdiden bu noktayı açıkça meydana koymak
gerektir. Günümüzde, ortadan kalkmış bazı
olayların gittikçe yeniden sahneye çık tıklarını
görüyoruz. Bu olaylar, monarşinin yıkılmasında
baş rolü oynamıştı, işte şimdi bu herifler yüzleri
kızarmadan,
yeniden
hükümdarlarından
bahsetmektedirler. Halbuki birkaç yıl önce en
müşkül anda hükümdarı terk etmişlerdi. Ama
bugün
kendilerinin
yalanlarına
katılmayan
Almanları, fena kimseler olarak damgala
maktadırlar. Gerçekte bu korkak adamlar 1918
yılında kızıl pazı bandı görür görmez çil yavrusu
gibi dağılan ve dört bir tarafa kaçı şanlardı.
Hükümdarlarını bırakıp, silahlarını derhal bir
kenara ata r ak ellerine birer baston alıyorlar,
tarafsız
boyunbağlarından
korkuyorlar
ve
barışsever burjuvalar gibi etrafta hiçbir iz
bırakmadan ortalıktan kayboluyorlardı. Bu
hükümdarlık
şampiyonları
ve
şakşakçılar
birdenbire yok olmuşlardı. Ancak devrim
fırtınası başka heriflerin sayesinde, bunlara
yeniden her yerde "yaşasın hükümdar!" diye
ulumak imkanını verecek kadar dindiği zaman,
tahtın bu hizmetkarı ve müşavirleri tekrar
kendilerini ihtiyatlı adımlarla ortaya çıkardılar
Şimdi yine bu adi herifler hırs ve istek dolu
sözlerle etrafı kolaçan edip, Mısır'ın soğanlarına
hasret
çekiyorlardı.
Hükümdar
lehindeki
gayretlerini ve harekete geçme hırslarını zor
zaptedebiliyorlardı.
Fakat
yeniden
kızıl
pazubandlar ortalıkta görünüp, eski monarşi
serabı
tekrar
oluncaya
kadar
böyle
davranacaklar ve sonunda yine köy den kaçan
sıçanlar gibi dağılıp gideceklerdi.
Hükümdarlar, bu durumdan bizzat sorumlu
olmasalardı, bu günkü şakşakçılarına rağmen
kendilerine acınabilirdi. Fakat bu hükümdarlar
şunu bilsinler ki, böyle şövalyeler olursa tahtlar
kaybedilir, fakat hiçbir zaman bunlarla yeni
tahtlar
kazanılmaz.
Bu
sadakat
bugünkü
öğretimimizin hatalarından biri idi. Hatta bu
konuda da acı bir intikam aldı. Bu sadakat, aynı
üzücü olayları bütün saraylarda meydana
getirmiş ve monarşinin temellerini ağır ağır
yıkmıştır. s Bina sallanmaya başladığı sırada ise
buna sebep olanlar ortalıktan i kaybolup
gitmişlerdir. Hiç şüphe yok ki korkaklar ve yüze
gülen , herifler, efendileri uğrunda canlarını feda
etmezler. Bu hükümdarlar , bu gerçeği hiçbir
zaman öğrenemediler. Bu eksiklikleri de onların
• yok olmaları sonucunu doğurdu. Bu manasız
öğretimden çıkan sonuç, sorumluluk korkusu ve
hayati konularla ilgilenmek için bile
bir zaaf teşkil etti.
Bu salgın hastalığın başlangıç noktası, hiç
şüphe yok ki parlamento müessesesi oldu.
Çünkü bu müessese sayesinde sorumsuzluk
mikrobu laboratuarda ürer gibi çoğalıp, etrafa
yayıldı. Böylece hastalık yavaş yavaş bütün
faaliyetlere sirayet etti. En büyük tesirini de
devletin faaliyetleri üzerinde gösterdi. Her tarafta
ve her şeyde sorumluluktan kaçınılmaya
başlandı. Sadece yetersiz ve yarı tedbirler alındı.
Birisi bir sorumluluk alacak olursa, kabul edilen
sorumluluk en aşağı hadde indirildi.
Kamu hayatında gerçekten zararlı birtakım
olayları ve bu olayların devamlılığı karşısında
bütün hükümetlerin aldıkları tedbir ve vaziyet
incelenmelidir. Bu genel adiliğin korkulacak
önemi (!) kolayca görülecektir. Gözümüzün
önünde duran örnekler yığını içinden sadece
birkaçını ele alacağım.
Gazetecilikte, basını devlet içinde büyük bir
kudret gibi göstermek pek adet olmuştur.
Gerçekten basının önemi büyüktür ve değerini
takdir etmemek hatadır.
Gazete okuyucusunu üç kısma ayırmak
mümkündür:
1. Her okuduğu şeye inananlar.
2. Hiçbir şeye inanmayanlar.
j 3. Okuduğunu bir tenkit ruhu ile tetkik
ettikten sonra bir hükme varanlar.
Birinci kısma dahil olanlar sayıca en kabarık
olanlardır. Halkın büyük bir çoğunluğunu içerir.
Yani milletin fikir bakımından en basit
bölümünü temsil ederler. Bunlar doğum tarihleri
itibariyle veya tahsil ve terbiyeleri bakımından
düşünme ve muhakeme kabiliyeti
, olmayan, basılı olarak ellerine verilen her
şeye inanan kimselerdir.
( Bir de bu gruba, muhakeme yapabilecek
durumda oldukları halde, düşünme tembelliği
dolayısıyla başka bir kimsenin daha önce
düşünmüş
olduğu
herhangi
bir
şeyi
minnettarlıkla kabul eden ve o kimsenin bu şey
için gayret sarf etmiş olduğunu zanneden ve
doğru olacağını tevazu ile karşılayan "akıllılar
takımı" da dahildir.
Çoğunluğu temsil eden bu kütle üzerinde
basının tesiri çok büyüktür. Bunlar kendilerine
sunulan
şeyleri
incelemek
için
istek
göstermezler, esasen bir şeyi inceleyebilecek
kabiliyete de sahip değillerdir. Bu grup ciddi ve
gerçeğe sadık kalan yazarlar tarafından doğru
yol gösterilip aydınlatıldıkları takdirde müspet
netice alınır. Fakat bu gruba bilgi verenler, rezil
kimseler veya yabancılar olduğu takdirde bu
yayının sonucu zararlı olur.
İkinci gruba gelince, bunlar sayıca pek büyük
bir yekûn tutmazlar. Bu grup önceleri birinci
gruba dahil olup, daha sonra acı hayal
kırıklıklarına uğradıkları için kendilerine basılı
bir metin şeklinde hitap edildiğinde hiçbir şeye
inanmamaya karar vermiş kimselerdir. Her
gazetenin içeriği hakkında atıp tutarlar. Bütün
gazetelerden nefret ederler. Bu gruba dahil
olanlara göre, gazetelerin yazdıkları şeyler yanlış
ve yalandan ibarettir. Bu tür kimseleri idare çok
zordur. Çünkü gerçek karşısında dahi vesveseli
kalırlar. Bu şu demektir ki, olumlu her iş için bu
kimseler kaybedilmiş birer elemandır.
Üçüncü grup, ikinci gruba nispetle daha da
küçük olanıdır. Sayıları çok azdır. Zeki
kimselerdir. Bunlar, doğuştan ve gördükleri
eğitim sonunda düşünmeyi öğrenmişlerdir. Her
hususta kendi kafalarınca bir hüküm vermek
isterler. Okudukları her şeyi derin bir tetkike,
etraflı bir düşünceye ve değerlendirmeye tabi
tutarlar. Bir gazeteyi ellerine aldıkları vakit, o
gazetedeki yazar ile uzun süre zihnen mesai
birliği yaparlar. Bunun için yazarın görevi
zorlaşır. Gazeteciler de bu tip okuyucuları ancak
ileriyi düşünerek severler.
Bir gazetenin yazıları üzerine sıvayıp sunduğu
budalalıklar, bu kimseler için bir tehlike teşkil
etmez. Onlar, her gazeteyi gerçeği ancak ara sıra
yazan bir alaycı adam olarak düşünürler. Bu
kimselerin önemi, zekaları bakımındandır, yoksa
sayılarından dolayı değildir. Akıl ve hikmetin bir
değeri olmayıp, çoğunluğun her şey demek
olduğu bir devirde ise bu hal felakettir.
Bu kimselerin, ahlaktan mahrum, cahil, kötü
niyet sahibi eğitimcilerin ellerine düşmelerine
engel olmak bir devlet görevi ve aynı zamanda
birinci derecede sosyal görevdir. Bundan dolayı
devlet bu gibi kimselerin yetişmelerine nezaret
etmek ve adi makalelerin yayınına engel olmak
görevi ile mükelleftir. Bunun içindir ki, devlet
balı
sini
yakından
kontrol
altında
bulundurmalıdır. Çünkü basının bu kimseler
üzerindeki nüfuzu çok daha kuvvetlidir. Bu da
geçici bir E şekilde değil, devamlı tesir
yapmasından ilen gelir. Basın o büyük s
önemini,
öğrettiği
şeyleri
devamlı
tekrar
edebilmesinden kazanır.
İ1 Başka hususlarda olduğu gibi burada da
devlet bütün vasıtaların aynı gayeye hizmet
etmesi gerektiğini unutmamalıdır ve hükümet
"basın hürriyeti" denilen saçma bir sözden
dolayı acze düşmemelidir. Yoksa böyle bir
durum; hükümeti, görevini eksik yapmağa ve
mille -I ti fayda gördüğü bir gıdadan mahrum
etmeye sevk eder. Hükümet l hiçbir kuvvetin
durduramadığı bir azim ve kararla bu eğitim
vasıta-ı avucunun içine almalı ve onu devlet ile
milletin hizmetinde bulundurmalıdır.
Savaştan önceki basın hangi gıdayı sağladı?
Bu basın en iğrenç bir zehir değil miydi? Bütün
devletler Almanya'yı
yavaş
yavaş,
fakat
muhakkak surette öldürmeyi bir görev kabul
ettikleri bir sırada Alman milletine barışçılık
aşılanmadı mı? Basın milletimizi ahlak dışı bir
istikamette terbiyeye yardımcı olmadı mı?
Ahlak, örf ve adetler irtica olarak gösterilmedi
mi? Basın, devlet binasını yıkmak için, tek bir
darbe
yetecek
şekilde
devlet
otoritesinin
temellerine girmedi mi? i Devamlı eleştirilerle
ordu aşağılanmadı mı? Genel askerlik hizmetine
sabotaj yaparak orduya ayrılan tahsisatın reddini
istemedi mi? Liberal denilen basın, Alman
milleti ve imparatorluğu için bir mezar
kazıcısından başka bir şey olmamıştır. Bu
konuda
Marksist
»•yalancılık
hakkında
söylenecek bir şey yoktur. Kedi "dışardan
bakıldığında sanki objektif bir tutum içinde
kalarak " için sıçan avlamak , gibi... Onların
nazarında yalan, bir hayati lüzum ve icaptır.
Bunların
(görevi,
Alman
milletini
uluslararası
sermayenin ve bu sermayenin : sahipleri olan
Yahudilerin esaretine sokmak için milletin
belkemiğini kırmaktır. Milletin bu toptan
zehirlenmesi hareketine karşı, devlet hiçbir
teşebbüste bulunmadı. Birkaç gülünç tesirsiz
kararname Ve pek şiddetli bazı kötülüklere karşı
birkaç basit ceza ile yetinildi. Bazen müdahale
ederek, bazen basının değeri ve önemi teslim
edilerek bu belanın sevgisini kazanmanın
mümkün olacağı sanıldı. Fa-- kat bütün bu
saçmalıklara Yahudiler tebessümle karşılık
verdiler ve JV sinsi bir teşekkür ile borçlarını
ödediler. Devletin bu miskinliğinin ve aczinin
sebebi bu tehlikenin anlaşılmamış olmasında
değildi. Sebep, insanı delirtecek derecede bir
korkaklıkla alınan karar ve tedbirlerden doğan
zaaftı. Kesin ve köklü tedbirlere başvurmaya
kimse cesaret edemiyordu. Sadece göstermelik
tedbirlerle, güya bir şeyler yaptıklarını sandılar
ve yılanın kafasını ezecekleri yerde onu şiddetle
tahrik ettiler. Sonuç, eski durum değişmediği
gibi, ezilmesi gereken müessesenin kuvvetinin
yıldan .yıla artması oldu.
O zamanki Alman hükümetlerinin, milleti
yavaş yavaş zehirleyen ve kaynağı Yahudi olan
basına karşı kendini savunması için açtığı savaş
kararsız ve özellikle bir gayeden yoksun idi.
Gerek bu mücadelenin öneminin takdiri, gerek
vasıtaların seçilmesi ve sağlam bir plan
yapılması hususunda bilgiler eksikti. Her
kafadan bir sürü ses çıkıyordu. Bazen çok ileri
gittiklerini
hissettiklerinde,
herhangi
bir
gazeteciyi hapse atıyorlardı. Fakat bu tedbir
birkaç haftalık veya birkaç aylık bir işti. Yılan
yuvasının eski hali ile ortada durmasına hiçbir
şey söylenmiyor ve yapılmıyordu. Hiç şüphe
yok ki bu durum, bir yandan Yahudilerin
kurnazca davranışlarının, öte yandan koca bir
budalalığın
sonucu
idi.
Yahudi,
basının
tamamına
hücum
edilmesine
müsaade
etmeyecek kadar akıllıydı. Marksist gazeteler,
halkın kutsal saydığı her şeyin aleyhinde en
kaba bir şekilde savaş açarlarken, en adi ve pis
bir dille devlete ve hükümete saldırarak, milletin
çeşitli
parçalarını
birbirlerinin
aleyhinde
kışkırtıyorlardı. Bu sırada burjuva-dernokrat
Yahudi gazeteleri de şiddetli sözlerin hepsinden
kaçınmaya gayret ediyorlardı. Gerçekte bu
Yahudi gazeteler, boş kafaların ancak dış
görünüşe bakarak hüküm verdiklerini, her şeyin
değerim içeriği ile değil de, sadece dışardan
gördükleri ile ölçtüklerini biliyorlardı. Yahudi
basını, kendisine saygı ve riayeti insanlığın bu
zaafından faydalanarak sağlıyordu.
Bu adamlar için Frankfurt Gazetesi ciddi ve
haysiyetli gazete i-di. Bu gazete hiçbir zaman
adi tabirler kullanmaz, maddi sertlik ve
şiddetlerin
aleyhinde
bulunur
ve
daima
mücadelesini aklın silahları ile yapardı. Fakat ne
garipti ki, bunlar akıldan en çok yoksun
olanların tercih ettikleri silahlardı.
Bu adamlar için Frankfurt Gazetesi ciddi ve
haysiyetli amacın derin anlamını anlayacak
duruma yükseltmeden öylesine bir ilim ile
tanışık halde bırakan yarım öğretimdi. Eşyanın
derin anlamını anlayabilecek seviyeye çıkmak
için sadece gayret ve iyi niyet bir işe yaramaz.
Burada akıl da gereklidir, hem de doğuştan
kazanılmış bir akıl... En son ilim daima derin ve
tabii
sebeplerin
sonucudur.
Şimdi
bu
anlattıklarımı biraz açıklayayım.
İnsan hiçbir zaman, tabiatın hakimi olmak
gayesine gerçekten eriştiğine inanmak gibi bir
hata işlememelidir. Yarım öğretimin verdiği
gurur böyle bir hata işlemeye fırsat hazırlar. Tam
aksine tabiatın hakimiyetinin gereğini ve
zaruretini idrak etmek ve kendi hayatının,
yükselmek için gereken, o ebedi kavga ve
gayret kanunlarına ne kadar ters düştüğünü
anlayıp, bilmelidir, işte o zaman, gezegenlerle
güneşin elips şeklinde yol takip ettiklerini, ayın
ve yıldızların döndüklerini, kuvvetin her tarafta
ve tek başına zayıfı ezerek hakim olduğu ve
zayıfı kendi hizmetim gördürmeye zorladığı
veya parçalayıp dağıttığı bir dünyada, insanın
özel kanunlara bağlı olmayacağını hissedecektir,
insan da bu en büyük akıl ve hikmetin sonsuz
prensiplerinin
hakimiyeti
altındadır,
insan
bunları anlamağa teşebbüs edebilir, fakat
bunlardan kurtulmaya hiçbir zaman muvaffak
olamayacaktır.
Yahudi özellikle bizim fikir sapıkları için, fikir
gazeteleri yayınlar. Franfurter Zeitung ile
Berliner Tageblatt bu tip gazetelerdendir.
Bunların ifade biçimleri özel okuyucularına göre
ayarlanmıştır. Bu fikir basım, bu insanlar
üzerinde tesirli olur. Dışardan bakıldığında çok
münasebetsiz gibi görünecek bütün şekillerden
kaçınırlar, ama bu gazeteler okuyucularının
kalplerine
başkalarından
aldıkları
zehirleri
akıtırlar. Ahenkli yazılarla okuyucuyu sadece saf
ilmin veya yüksek ahlakın kendilerim harekete
getiren kuvvet olduğu kanaati ile aldatırlar.
Halbuki, gerçek böyle değildir. Onlar bu vasıta
ile, rakibinin elinden basına muhtaç olduğu
silahı çekip almak için hile ve deha dolu usule
başvurmaktadırlar.
Gerçekte bazıları zorla ciddiyet ve ağırbaşlılığı
yaymaya çalışırlarken, bütün ahmaklar buna pek
kolay kanarlar. Çünkü diğerleri tarafından söz
konusu edilen tek şey hafif ihtiraslardır ve
bunlar hiçbir zaman basın hürriyetine tecavüz
değildir. Halka yalan söylemek ve yalana
inandırmak, onu zehirlemek için istifade edilen
ve herhangi bir cezadan masum kalan usulün
uygulanmasına basın hürriyeti denir. Devlet
adamları dişli basını aleyhlerine çevirmek
korkusu ile bu haydutluğa karşı gelmekten
çekinirler. Bu çekinme de pek haklıdırlar. Çünkü
bu adi gazetelerden birine karşı gelinecek olsa
hemen diğerleri onun tarafını tutarlar. Yalnız bu
gazetenin mücadele usulünü onaylamazlar.
Onlar için söz konusu olan şey sadece basın
hürriyetinin ve fikrinin, açıkça söz söyleme
prensiplerinin müdafaası ve yayılmasından
ibarettir.
İşte bu haykırmalar karşısında en kuvvetli
kimseler zayıflarlar. Çünkü bu kampanya sadece
büyük gazeteler tarafından açılır.
. işte böylece bu şartlar içinde gelişen bu
zehir, hiç kimsenin karşı koymasına fırsat
vermeden milletimizin kanında akıp gitti. Devlet
de bu hastalığa karşı kuvvetli olamadı. Daha
önceden
kendisini
hissettirmiş
olan
imparatorluğun çöküş tehlikesi için kullanılan
çarelerin gülünç ve yetersiz oldukları derhal belli
oluyordu. Her silahla kendisini korumaya kalkan
bir müessese, artık kendisini kapıp koyvermiş
demektir. Her sınıf, iç bozulmanın açık bir
işaretidir. Dış yıkılma er geç bunu takip
edecektir.
Ben öyle tahmin ediyorum ki, bugünkü nesil
gayet iyi sevk ve idare edilirse, bu tehlikeye
kolayca karşı konacak ve engel olunacaktır.
Günümüzün nesli öyle olaylardan geçti ki, bu
olaylar henüz bozulmamış olanların sinirlerinin
kuvvetlenmesine
yardım
etti.
Hiç
şüphe
edilmesin ki Yahudilerin çok sevdiği yuvaya bir
el atıldığı, bu el koyma ile basın rezaletlerine son
verildiği ve bu kapsamlı eğitim vasıtası devletin
hizmetine sokulduğu, millete yabancı ve düşman
olan
kimselerin
nüfuzlarından
kurtarıldığı
zaman, bu gazetelerde yine büyük bir feryat
kopacaktır. Fakat bu; biz gençlere, eskiden
babalarımıza olduğundan daha az bir sıkıntı
verecektir. Otuz santimetre boyundaki bir obüs,
daima bir Yahudi yılanının çaldığı ıslıktan daha
kuvvetli ses çıkarır. Öyle ise bırakalım onları
ıslık çaladursunlar...
Şimdi vereceğim örnek savaştan önceki
Alman hükümetinin milliyet için en önemli
hayati konulardaki yetersizliğini ve aczini bir
kere daha ortaya koyacaktır. Siyaset, örf, adet ve
ahlak yönünden halkın kirletilmesine paralel
olarak ve aynı şiddette bir başka zehirlenme
olayı daha, birçok yıldan beri milletimizin
fertleri üzerinde meydana geliyordu. Frengi ile
verem adeta yarış halinde idi. Frengi büyük
şehirlerde gittikçe şiddetini arttırıyordu. Verem
ise memleketin dört bir tarafında bir orak
gibiydi, yakaladığım biçiyordu. Frengiye karşı,
devletle beraber halk da teslim oldu. Ciddi bir
şekilde mücadele gerekiyordu. Şüpheli bir ilacın
yapılması ve kullanılması, bu salgına karşı
hemen hemen tesirsiz kalırdı. Zahiri olayları
ortadan kaldırmaktan çok, sebeplerle mücadele
etmek daha doğru olurdu. Sebep, birinci
derecede aşk ve fuhşa dayanmaktadır. Fuhuş f
frenginin o korkunç yayılma sonucuna sebep
olmasa bile, millet için yine zararlıdır. Çünkü
ahlak düşkünlüğü bir milleti ağır ağır ve
tamamen tahrip için yeterlidir.
Manevi hayatımızın Yahudileştirilmesi ve
çiftleşme tatbikatının [bir para meselesi şekline
çevrilmesi zürriyetimiz üzerinde er geç zararlı
olacaktır. Tabii bir histen doğmuş sıhhatli bir
çocuğa karşılık, ameli sahada, mali bir
muameleden dünyaya gelmiş mahsuller ortaya
çıkacaktır. Bu mali muamele Alman milletinin
izdivaçlarına git-1 tikçe hakim olacaktır. Aşk
şiddetle hüküm sürüyorsa da bu başka ilerde
oluyordu.
Bu konuda da tabiatla bir süre alay etmek pek
tabii mümkün-!'dür. Fakat intikam er geç gelir
ve kendim bir süre sonra gösterir ve-insan ateş
bacayı sardıktan sonra bunun farkına varabilir.
Evlenmenin normal ilk şartlarının daima takdir
edilmemesinden çıkan sonuçların ne kadar
tahribe sebep olduğunu, bizim asaletimize
bakarak
görmek
kolaydır.
Burada
bir
çoğalmanın kısmen kibar hayattan doğan
zorlama üzerine, kısmen de mali sebepler
üzerine istinat eden sonuçları değerlendirilir.
Bunlardan biri kanın zayıflamasına, diğeri de
zehirlenmesine sebep olur. Çünkü mağazalarda
tezgahtarlık yapan Yahudi kızları ve kadınları,
son Altes'in zürriyeti-' ni sağlamaya ve devam
ettirmeye
ehil
sayılırlar
ve
bununla
bir
Altesliliğin her şeyine sahip olurlar. Her iki
halde de bundan tam bir Soysuzlaşma hasıl olur.
Burjuva sınıfı bugün aynı yol üzerinde
yürümektedir. O da aynı sonuçla karşılaşacaktır.
Hoş olmayan gerçeklerin önünden kayıtsız bir
şekilde geçip gitmek için acele ediliyor. Sanki
böyle davranılırsa, var olan bir şeyi yok etmek
mümkün olacakmış gibi düşünülüyor. Ama,
büyük şehir halkının aşk hayatında fuhuş geniş
bir yer almakta ve bu yüzden frengi salgını
gittikçe artarak sayısız kurbanları yutmaktadır.
Bu gerçek inkar edilemez, olaylar ortadadır. Bu
toplam bulaşmanın açık örneklerinin bir kısmı
akıl hastanelerinde, diğer bir kısmı da ne yazık
ki çocuklarımızda görülmektedir. Evet özellikle
çocuklar,
cinsi
hayatımızda
bu
korkunç
hastalığın devamlı yayılışının açık delilleridir.
Çocukların hastalıklarında anne ve babaların
rezaletleri ortaya çıkmaktadır.
Buna hal çaresi bulmanın çeşitli yolları vardır.
Bazı kimseler hiçbir şey görmezler veya hiçbir
şey görmek istemezler. Şüphesiz bu şekil
davranış, en basit ve en iktisadi bir vaziyet alma
usulüdür. Bazıları da gülünç olduğu kadar, yalan
olan bir soluğun kutsal örtüsü ne bürünürler.
Bütün konularda sanki büyük bir günahtan
bahsediliyormuş gibi konuşurlar ve her şeyden
önce, yakalanan günahkar aleyhinde en büyük
nefretlerini belirtirler. Sonra da yobazca bir
nefret içinde, bu dinsiz hastalığa karşı gözlerini
kaparlar ve Sodome ve Gamore'nin üzerine
kükürt ve zift yağdırarak bu utanmaz insanlığa
yeni bir ibret dersi vermesi için Tanrı'ya dua
ederler.
Nihayet üçüncü kısma dahil olanlar, bu
salgının bir gün sebep olacağı sonuçlan pek açık
olarak görürler. Fakat omuzlarını silkerler.
Tehlikeye karşı koyamayacaklarım sanırlar.
Öyle ki, olayları kendi haline bırakmak fikrine
inanırlar.
İşin doğrusu aranırsa, bütün bunlar rahat ve
basittirler. Fakat şu unutulmamalıdır ki, millet bu
kadar rahat gidişin kurbanı olacaktır. Başka
milletlerde de bunun böyle olduğu şeklindeki
bahane, pek tabiidir ki bizim çöküşümüzde
hiçbir şeyi değiştirmez. Nedense başkalarının da
aynı kötülük içinde olduklarını bilmek, birçok
kişide kendi acılarını hafifletmeye yetmektedir.
Fakat o zaman da, hangi kuvvetin kendiliğinden
ilk ve yalnız olarak bu salgına karşı geleceğim
ve hangi milletlerin bu yüzden yok olup
gideceklerini bilme meselesi ortaya çıkar. Bu da
ırkın değeri hakkında bir ölçüdür. Felakete
göğüs geremeyen ırk ölecek, yerini daha
kusursuz veya daha sağlam ve karşı koymaya
daha kabiliyetli ırklara bırakacaktır. Bu konu her
şeyden önce gençlikle ilgilidir, babaların
günahları onuncu nesle kadar gençlerden
intikam alır. Bu gerçek, kan ve ırk aleyhinde bir
suikasttan ibarettir.
Kan ve ırk aleyhindeki günah, dünyamızın ilk
işlenen günahıdır ve bu günaha kendini terk
etmiş bir insanlığın sonunu gösteren bir işarettir,
işte bu konuda savaştan önceki Almanya'nın
durumu pek esef verici oldu. Bu frengi
hastalığının
büyük
şehirlere
yayılmasını
önleyecek ne gibi tedbir alındı? Salgını önlemek
ve aşk hayatımızın bu "mammonisation" unun
üstesinden gelmek için ne yapıldı? Halkın
frengiye
yakalanmaması
için
yapılan
çalışmalardan ne sonuç alındı? Olması muhtemel
şeyler, bir bir sayılırsa, bu soruların cevapları da
kendiliğinden verilmiş olur.
Önce bu işi hafife almamak gerekir. Birçok
nesillerin saadet ve felaketlerinin bu konuda
alınacak tedbirlere bağlı olduğunu anlamak
şarttır. Bu konunun milletimizin geleceği ile
yakından ilgili olduğu bilinmelidir, îşte böyle
düşünülürse, radikal tedbirler almak VC radikal
müdahalelerde bulunmak zorunluluğu doğardı.
Her şeyden önce milletin bütün fertlerinin
dikkatleri, mücadelenin önemi ile beraber
korkunç tehlikenin üzerine çevrilmeliydi. Hiç
şüphe yok ki, gerçekten kesin ve tahammül
edilmesi pek zor olan mecburiyetlere herkes
uyduktan sonra, alınacak tedbirlere, gerçek bir
kurtuluş hassası vermek mümkün olur. Fakat
bunun için konuyu kuvvetli ve «çık bir şekilde
ortaya koymak ve buraya çevrilecek dikkatleri
dağıtacak olan günlük konuları bir yana itmek
gerekir.
Dışardan
bakıldığında
sağlanması
imkansız gibi görünen tedbirleri ve en çetin
görevleri yerine getirmek lazımdır. Halkın bütün
dikkati aynı konulun üstünde toplanmalı ve
sanki ölüm kalım meselesi gibi görünen bu
davanın çözümlenmesi gereği herkese kabul
ettirilmelidir. Ancak böyle hareket edilirse bir
millet kendi arzusu ile büyük zorluklara
katlanmaya kabiliyetli hale getirilebilir.
Bu
prensip
yüksek
gayelere
ulaşmak
durumunda bulunan kimseler için de geçerlidir.
Böyle bir durumda olan bir kimse de göreve
ancak büyük parçalar halinde girişmelidir. Bu
kimse bütün çabasını [•' görevinin belirli bir
bölümü üzerinde teksif etmelidir. Bu durum,
görev layıkıyla yapılıp bitirilene kadar devam
etmeli ve sonra gayenin diğer parçalarına
geçirilmelidir. Eğer dava adamı yürüyeceği ve
fethedeceği
yolu
böyle
birbirinden
ayrı
bölümlere parçalamazsa ve bu bölümlerin her
birini büyük bir başarı ile çözümlemek için,
bütün
kuvvetini
bir
noktaya
toplamak
metodundan ayrılırsa, günün birinde muhakkak
yolunu kaybedecektir. Hedefe doğru tırmanmak
için pek büyük enerjilerin devamlı olarak sarf
edilmesi gerektir ve hiç şüphe olmasın ki bu tip
çalışma bir sanattır. Hedefe giden yolun
zorluklarını
adım
adım
aşmak
ve
hiç
düşünmeden bu zorlukların üzerlerine saldırmak
için faaliyet gösterilmesi gerekir. Komuta
mevkiinde bulunan kimse, halka, ulaşılacak ve
fethedilecek olan ana hedefin bir bölümünü tek
hedef diye tanıtmaya, insanlara dikkatlerini
vermeye layık biricik gaye olarak göstermeye ve
bu nokta ele geçiri lir geçirilmez diğer bölümler
üzerinde de başarının doğacağını anlatmaya
muvaffak olmalıdır, işte insanın hayat ve
mesleğinin bu kadar zor bir parçasına hücuma
geçmesi için gerekli ilk şart budur Yoksa halkın
büyük bir kısmı çok çabuk yorulur, görevinden
şüpheye düşer ve bütün bunları hiçbir zaman
görüş sahası içine alamaz. Bunlar hedefi bir
dereceye kadar gözlerinde saklayabilirler. Fakat
gözlerinin önündeki yola ancak küçük parçalarla
bakabilirler-Tıpkı yolculuklarının son noktasını
bilen, fakat bitip tükenmez yolun üstesinden
daha iyi gelebilmek için onu parçalara ayırıp
azimli adımlarla seyahatinin beklenen hedefim
kendisi görüyormuşçasına yol alan yolcuların
durumları gibi... Açıkça söyleyelim ki, bu
kimseler ancak bu şart altında niyetlerinden
vazgeçmeden yol alabilirler.
İşte
bu
şekilde,
bütün
propaganda
vasıtalarının iştirakiyle, frengiye karşı mücadele
konusu milletin görevi gibi gösterilebilirdi. Bu
maksat için imkan dahilinde olan bütün çarelere
başvurarak, frenginin, felaketlerin en korkuncu
olduğunu herkesin kafasına sokmak gerekirdi.
Bu faaliyete, bütün bir milletin geleceğinin veya
yok
olup
bitmesinin,
bu
konunun
çözümlenmesine
bağlı
olduğu
kanaati
uyandırılana kadar devam etmek gerekirdi.
Ancak, uzun bir hazırlıktan ve gerekirse yıllarca
çalıştıktan sonra, bütün bir milletin dikkati ve bu
dikkatle beraber azim ve bilinci yeter derecede
uyandıra-bilinirdi. İşte bundan sonra da büyük
feragatler
isteyen
gayet
ağır
tedbirlere
başvurmak mümkün olurdu. Bunlar yapılırken
halk topluluklarının iyi niyetlerinin birdenbire
yok
olması
veya
tedbirlerin
gereğinin
anlatılmaması gibi bir durumla karşılaşılmazdı.
Hakikaten bu korkunç salgının üstesinden
gelebilmek için görülmemiş ve işitilmemiş
derecede fedakarlıklara, çok büyük çalışmalara
katlanmak gereklidir. Frengiye karşı mücadele,
fuhşa, batıl fikir ve inanışlara, eski adetlere,
salgının ortaya çıktığı zamana kadar makbul
sayılan nazariyelere ve bu facianın önemini
kabul etmekle beraber bazı çevrelerin gösterdiği
soğukluğa karşı savaşmayı gerektirmektedir.
Bunları ister hukuki, ister ahlaki bir temele
dayanarak yıkmak için birinci şart, gelecek
nesillere genç yaşlarda evlenme imkanlarını
sağlamaktır.
Fuhuş insanlığa karşı bir tahriktir. Fuhşu,
ahlak konferansları ve hukuki bir iyi niyet
gösterme ile önlemeye imkan yoktur. Fuhşun
önlenmesi ve tamamen ortadan kaldırılması daha
önce bazı şartların ortadan yok edilmesi ve bazı
yeni şartların da yaratılması ile mümkündür. Bu
şartların ilki, insan tabiatının ve özellikle her
erkeğin ihtiyacına tekabül eden bir erken
evlenme imkanının sağlanmasıdır. Bu konuda
kadın ancak basit bir rol oynar.
İnsanların ne kadar saçma konuştuklarının ve
içlerinden ne kadarının akılsız olduklarının en
güzel örneği, sosyeteye mensup annelerin,
kızları için "görüp geçirmiş" bir damat bulunursa
çok memnun olacaklarına dair söyledikleri
sözlerdir. Bu tip görmüş geçirmiş erkekler ise
nadir değildir, işte böylesine bir damatla yapılan
izdivaçtan meydana gelen çocuk da, bu akla ve
bu düşünceye uygun bir yaratık olacaktır.
Ayrıca zürriyette bir tahdit meydana geldiği
ve tabiat tarafından her çeşit seçme hareketine
engel olunduğu düşünülecek olursa, böyle bir
teşkilatın niçin devam ettiğini ve hangi gayeye
yardımcı olduğunu bilmek bir mesele olup çıkar.
Bu da bizzat fuhuş değil midir? Gelecek nesiler
bu konuda artık rollerini yapmıyorlar mı? Yoksa
böylesine canice ve düşüncesizce en son tabii
hakkı ve en son tabii görevi ihlal ettiğimizden
dolayı, çocuklarımızdan ve torunlarımızdan
bizim omuzlarımıza ne kadar lanet yükleneceği
idrak edilmiyor mu? işte medeniyet kuran ırklar
böyle çökerler ve yavaş yavaş ortadan silinirler.
Gerçekte izdivaç bile bir gaye olarak
düşünülemez. Evlenme insanları daha büyük bir
gayeye, ırkın çoğalması ve bekasını hedef alan
bir gayeye götürmelidir. Evlenmenin yegane
manası ve görevi budur.
Bu böyle bilindikten ve kabul edildikten sonra
erken evlenmenin uygun olup olmayacağı,
görevini
yerine
getirmesi
ile
değerlen-
dirilebilinir. Erken izdivaç genç aileye kusursuz
ve sağlam bir zürriyet yetiştirmesine imkan
temin
eden
kuvveti
vermesi
bakımından
uygundur. Şurası vardır ki, erken evlenme,
önceden
sosyal
tedbirler
alınmadan
yapılmamalıdır. Tedbir alınmazsa erken evlenme
akla dahi getirilmemelidir.
İşte bu küçük dava, sosyal yönden birtakım
kesin
tedbirlere
başvurulmadıkça
çözümlenemez. Sosyal olduğu söylenen Alman
Cumhuriyeti mesken konusunu halletmekte acz
gösterir ve sadece bu yüzden evlenmeleri tahdit
ederse, fuhşu teşvik ettiği açıkça görülerek bu
davaların önemi anlaşılır. Ailelerin beslenmeleri
sorunla rina gerektiğinden az önem verilmesi ve
ücretlerin dağıtılış şekli, çoğu zaman evlenmeye
engel teşkil eden bir husustur.
Fuhuşla mücadele edebilmek için evlenmenin
küçük bir yaşta imkan dahiline sokulması
gerekir. Bu da ancak sosyal şartlarda önemli
değişiklikler sayesinde olabilir. Ayrıca, terbiyede
tahsil ile fiziki gelişim arasında bir uzlaşma
sağlanmalıdır. Bugün lise denilen şey, eski
modeline meydan okuma müessesidir. Bizim
öğretimimizde sağlam bir fikrin, ancak uzun
zaman dayanıklı bir vücutta kalabileceği
tamamen unutulmuştur. Bazı istisnalar dikkate
alınmazsa,
bu
düsturun
doğruluğu
halk
topluluklarına bakıldığı zaman anlaşılır.
Gün oldu ki savaştan önceki Almanya'da bu
gerçeğe hiç önem verilmedi. Bütün günahları
buna yüklemekle yetiniyorlardı. Zihinleri tek
yönlü olarak aydınlatmakla milletin bütünlüğü
garanti altına alınmış sanılıyordu. Bu hatanın
cezası, tahmin edildiğinden çok önce çekildi.
Komünizmin faaliyet sahası olarak, açlıktan
veya uzun süre az gıda almaktan dolayı çökmüş
bir halk topluluğunu seçmesi bir tesadüf
değildir. Bu komünizm için elverişli olan
çevreler Almanya'nın merkezinde, Saksonya'da
ve Ruhr Havzası'ndaydı. Bütün bu yerlerde
Yahudilerin yaydığı bu hastalığa karşı, akıl
denilen şeyin hemen hiçbir ciddi mukavemetine
rastlanmıyordu. Bunun da tek sebebi, zekanın
tamamen maddi olarak fesada ve ahlaksızlığa
uğramış olmasıydı. Bu durum da sıkıntı ve
güçlüklerden ziyade, öğretim sistemimizden ileri
geliyordu. Düşünce gücü yerine, yumruğun
kesin sonucu tayin ettiği bir sırada, fikri terbiye
ve gelişmenin yok edilmesi, yüksek sınıf
mensuplarımızı
hakim
olma
ve
gelişme
yeteneklerinden yoksun bıraktı. Esasen şahsi
korkaklığın ilk sebebi çok zaman, vücuttaki
eksikliklerden ileri gelir.
Sırf
fikri
bir
eğitimin
ifrat
dereceye
vardırılması ve fiziki terbiyenin terk edilmesi,
genç çocuklarda, cinsi tezahürlerin doğmasına
ve tahrikine sebep olur. Spor ve beden
terbiyesinin çelik gibi sertleştirdiği genç, evden
dışan çıkmayan, devamlı şekilde fikri gıdalarla
aşırı derecede beslenen gence kıyasla, şehvani
ihtiyaçları çok daha az duyar. Akla uygun gelen
terbiye şekli, şu hususu dikkate almalıdır.
Sağlam bir gencin kadından bekleyeceği
memnuniyet, ahlakı bozuk zayıf bir adamın
kadından bekleyeceği memnuniyetten başka
türlü olacaktır. Bütün terbiye gencin, serbest
zamanlarında bedenini faydalı bir şekilde
takviye ve geliştirmek olmalıdır. Gençlerin,
haylazlık etmeğe, sokak ve sinemaları kendi öz
varlıkları ile doldurmaya hakları yoktur. Çalışma
süresi bittikten sonra Vücudu kuvvetlendirmek
gerekir. Vücut, hayatın günün birinde onu
yumuşamış olarak bulmaması için çelik gibi
sertleşmelidir. Gençliği terbiye edenlerin en
kutsal görevleri, bu çelik vücutlu gençleri
gelecek için hazırlamak ve onları sevk ve idare
etmekten ibarettir. Öğretim görevlilerinin işi
sadece akıl ve hikmet telkin edip, ilim öğretmek
değildir. "Kendi vücudu ile meşgul olmak
herkesin şahsına ait bir iştir." fikri zihinlerden
sökülüp atılmalıdır. Hiç kimse zürriyetinin ve
bunun neticesi olarak milletinin zararına günah
işlemek hürriyetine sahip değildir.
Beden terbiyesi ile beraber, ruhun ve
maneviyatın zehirlenmesine karşı da mücadele
edilmelidir. Bizim dış hayatımızın tamamı ; sanki
bir kış bahçesinde geçer. Burada cinsi tezahürler
ve tahrikler filizlenir. Sinema ve tiyatrolarımıza
bir göz atalım. Buralarda özellikle gençliğin
ihtiyaç duyduğu gıdalara asla tesadüf edilmez.
Bu inkarı imkansız bir gerçektir. Sinema
binalarının vitrinlerinde, ilan duvarlarında en adi
vasıtalara başvurarak, halkın dikkati çekilmek
istenir. Bu şehvet dolu hava, gençlerin
üzerlerinde birtakım tahriklere sebep olur.
Halbuki gençlerin içinde bulundukları devre
böyle şeylerle karşılaşmamaları gereken bir
devredir. Bugünkü öğretim sisteminin ise
gençliğe pek az memnuniyet verici faydaları
olmaktadır. Vaktinden evvel olgun duruma
gelen
gençler,
vaktinden
evvel
yaşlanmaktadırlar.
Mahkemelerden
kulaklarımıza birtakım olaylar aksediyor. On
dört ve on beş yaşlarındaki çocuklarımızın
manevi hayatları hakkında korkunç ve kötü
manzaralarla karşılaşıyoruz. Daha o yaşta
frenginin kurbanı olunursa, buna kim hayret
eder? Vücutları zayıf, düşünme güçleri çürümüş
birçok gencin, büyük şehirlerin fahişeleri
tarafından izdivaç sırrına erdirilmiş olduklarını
görmek, bir sefalet değil de nedir? Hayır hayır!
Fuhşu kaldırmak isteyen, önce fuhşa sebep olan
ahlaki bozuklukları bertaraf etmelidir.
Büyük şehirlerdeki medeniyetin ahlaki vebası
olan pislik yuvaları, hiçbir şey gözetmeden ve
çıkarılması muhtemel feryatlara kapılmadan
kaldırılmalıdır. Gençlik bugün içine battığı
bataklıktan çekip çıkarılmazsa orada boğulup
yok olacaktır. Bu durumu görmek istemeyen bir
kimse, hiç şüphe yok ki, gelecek nesillere istinat
ettirilen atimizin yavaş yavaş fuhşa gark
olmasındaki suça iştirak et mis demektir. Bu
temizleme hareketi medeniyetimizin hemen her
alanına yayılmahdır. Tiyatro, sinema, edebiyat,
güzel sanatların diğer kolları, basın, duvar
ilanları, sergiler medeniyetin ve devletin prensibi
olan ahlaki bir fikrin hizmetine verilmelidir.
Dış dünyamız, modern egzotizmin boğucu
kokusundan
ve
her
türlü
sofuca
ve
ikiyüzlülükten kurtarılmalıdır. Bütün bu hususlar
hakkında
gaye
ve
takip
edilecek
yol,
milletimizin fizik ve ahlaki sıhhatini korumak
olmalıdır. Ferdi hürriyete tanınan hak, ırkı
kurtarmak görevi karşısında ikinci planda kalır.
İşte ancak bu tedbirler alındıktan sonra, bizzat
salgın hastalıkla mücadele, biraz başarı ümidi ile
idare edilebilir. Fakat burada da yarım tedbirler
bir işe yaramaz. En ağır ve en kesin tedbirlere
başvurulmalıdır, iyi olma ümidini kaybetmiş
hastalara, henüz sağlam bulunan hemcinslerine
hastalık bulaştırabilme imkanını vermek büyük
hata olur. Bu şekil hareket, bir şahsa fenalık
etmemek için yüz kişinin ölmesine göz yummak
cinsinden bir davranıştır. Frengililer için, frengili
çocuk yetiştirmek imkanını vermemek, akla
uygun en doğru işi yapmak demektir. Bu
hareket bir esasa göre ve gereği gibi yapıldığı
takdirde, insanlığa karşı en yüce hislerle hizmet
edilmiş olur. Böylesine bir hareket milyonlarca
bedbahtı acılardan korur ve bizi yavaş yavaş
şifaya kavuşturur. Bu yolda yürüme kararı,
bütün zührevi hastalıkların ağır ağır yayılışına
bir set olacaktır. Çünkü gerekirse, şifa bulmaları
imkansız hastaların tecridine karar verilecektir.
Frengi felaketine uğramış bir kimse için bu
barbar bir tedbirdir. Fakat bu tedbir sayesinde
günümüzdeki ve gelecekteki nesiller kurtarılmış
olacaktır. Bir asrın geçici acıları, gelecek asırları
felaketlerden kurtarabilir ve kurtarmalıdır.
Frengi ve onun vasıtası olan fuhşa karşı
mücadele insanlığın en büyük görevlerinden
biridir. Çünkü burada tek ve dar çevreli bir
meselenin halli değil, birbirini takip eden olaylar
dolayısıyla o salgın hastalığı meydana getiren
bütün bir fenalıklar serisinin yok edilmesi söz
konusudur. Vücudun bu yarası, sosyal, ahlak ve
ırki içgüdülerin doğurduğu bir hastalığın
sonucudur. Eğer bu mücadele tembellik,
sünepelik
veya
korkaklık
yüzünden
yapılmayacak olursa beş yüz yıl sonunda
milletlerin ne hale gireceklerini şimdiden hayal
etmek mümkündür. Tabiatın yaratıcısı ile alaya
kalkışmadan hiçbir fert için Tanrı'nın hayali
olduğu söylenemeyecektir. Eski Almanya bu
salgına karşı acaba ne şekilde karşı koymuş-IU?
Yapıları
bütün
iş
sakin
bir
kafa
ile
incelendiğinde, insanı şaşırtan >bir cevap alınır.
Gerçi hükümet çevrelerinde bu hastalığın
korkunç
tahribatı
ve
bunların
sonuçları
ölçülmese bile, kabul edilmişti. Fakat bu salgına
karşı mücadelede tamamen aciz kalınıyordu.
Derin
tedbirlerden
çok,
basit
mücadele
usullerine başvuruluyordu. Orada burada frengi
hakkında kesin veya nazari bazı fikirler
söyleniyor, fakat hastalığa sebep olan şeylerin
devamına
fırsat
veriliyordu.
Fler
fahişe
muayeneden
geçiriliyordu.
Bu
muayene
mümkün olduğu kadar ciddi tutuluyordu.
Hastalık görülürse, fahişe hastaneye yatırıyordu.
Fakat yüzeysel bir tedaviden sonra, hasta tam
şifa bulmadan taburcu ediliyordu. Böylece
fahişe insanlığın sağlam kalan kısmının
üzerine yollanıyordu.
Bir koruma ekibi kurulmuştu. Bu durumda,
tamamen iyileşmemiş bir kimsenin her türlü
cinsi münasebetten kaçınması gerekiyordu. Aksı
halde cezaya çarptırılırdı. Gerçekten bu tedbir iyi
idi. Fakat uygulamada hemen hemen olumlu bir
sonuç vermedi.
Eğer bu felakete uğramış olan bir kadın ise,
çok defa kötü birtakım şartlar altında kendi
sağlığını çalan erkeğin aleyhinde şahitlik
yapmak
üzere
mahkemeye
gitmekten
kaçınıyordu. Esasen bunun kadına bir faydası da
yoktu. Hatta aksine bu işten zarar görecek olan
kadındı.
Çünkü
çevresinde
dostluğunu
kaybedecek ve kötü bakışlara hedef olacaktır.
Hem de aynı akıbete uğramış bir erkekten daha
çok kötülenecektir. Bir de frengiyi yayan bizzat
koca ise, o zaman iş daha da karışacaktır. Bu
durumda zavallı kadının kocasını şikayet etmesi
gerekir mi? Eğer şikayet etmezse ne yapmalı?
Erkeğe gelince o bu salgına maalesef
kendiliğinden uğramıştır. Genellikle bu bela
fazla içki içtikten sonra başına gelmiştir. Ele
geçirdiği kadının durumu hakkında bir hüküm
veremeyecek
kadar
sarhoştur.
Hastalıklı
fahişeler bunu gayet iyi bilirler. Bundan dolayı
sarhoş erkekleri avlarlar. Neticede gafil erkek
frengiye
yakalandıktan
sonra
ne
kadar
düşünürse düşünsün artık o kadını hatırlayamaz.
Hele iki büyük şehir olan Berlin ve Münih ile
diğer kalabalık yerlerde buna şaşılmaması
gerekir. Hem de erkeklerin çoğu bu büyük
şehirlere civar illerden gelen kimselerdir. Büyük
şehirlerin
çekicilikleri
karşısında
tamamen
tecrübesizdirler. Ayrıca hasta olup olmadığını
kim bilebilir? Birçok kereler iyi olduğu sanılan
bir erkekte hastalık nüksediyor ve büyük
felaketler hazırlıyor da insanın kendi si hiçbir
şeyden şüphelenmiyor.
îşte bu salgına karşı alınan kanuni tedbirlerin
uygulamadaki sonucu hemen hemen bir hiçten
ibaret kalıyordu. Fahişelerin de muayene usulleri
aynı başarısız sonucu veriyordu. Hatta şifa
bulma ihtimali bile şüpheli idi. Gerçek durum
şöyle idi: Frengi bütün tedbirlere rağmen gittikçe
daha büyük bir hızla yayılıyordu, işte bu sonuç
bu usullerin ne kadar tesirsiz olduğunu açıkça
ortaya
koymaktadır.
Çünkü
tedbir
diye
yapılanların çoğu yetersiz veya gülünç şeylerdi.
Halkın ahlaki fuhşuna karşı hiç mücadele
edilmiyordu. Bütün bunları önemsiz bir şey gibi
saymaya eğilimi olan bir kimse, bu felaketin
yayılışına dair istatistiklerin ortaya koydukları
gerçekleri iyi niyetle incelesin ve son yüzyıl
içindeki artışı mukayese etsin ve bu gelişme
karşısında biraz aklını kullansın, eğer başından
ayaklarına kadar nahoş ve soğuk bir ürpermenin
dolaştığını hissetmezse, o bir eşeğin zekasına
sahip demektir.
Eski Almanya'da bu kadar kokmuş bir olay
karşısında ne kadar zayıf ve yetersiz tedbirler
alınmış olması da milletin bozulmasına bir işaret
olarak kabul edilebilir. Her şeyin mücadeleden
ibaret olduğu bu dünyada, mükafat bizim kendi
samimiyetimizden ibaret olan bir mücadelede
eğer kuvvet bulunmazsa, yaşama hakkımızı da
kaybetmişiz demektir. Çünkü dünya, tamamen
kesin hal çareleri uygulayan kuvvetlilerin
malıdır, yarım tedbir alanların değildir.
Eski
imparatorluğun
en
açık
bozulma
olaylarından biri de kültür seviyesinin ağır ağır
düşüşüydü.
Kültür
derken,
bugün
için
medeniyet kelimesi ile ifade edilen şeyden
bahsetmiyorum.
Daha on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bizim
sanatımıza o güne kadar henüz meçhul ve
yabancı olarak kabul edilemeyecek bir unsur
girmeye başlamıştı. Hiç şüphe yok ki, daha eski
devirlerde birçok zevk hataları işlenmişti, fakat
bu gibi durumlarda daha çok bir sanatkarın
çıkması olaylarına tesadüf ediliyordu. Daha
sonra gelen nesil bu sanatkarların eserlerinde bir
dereceye kadar tarihi değer bulabilmişti. Çünkü
bu hal, hiçbir sanat vasfı olmayan ve tamamen
düşünce gücünün noksanlığı derecesine varan
bir fikri düşüşten ileri gelen bir değişmenin
ürünü değildi. Kültür seviyesinin düşüşünün
görünümleri, daha sonraları siyasi çöküşün göze
çarpması ile ortaya çıktı. Gerçekte komünizm;
komünistliğin ı tek canlı kültür şeklidir ve onun
fikir sahasındaki biricik görünü-
I müdür. j. Bu teşhisi garip bulanlar, yalnızca
komünistleştirilmek saadeti-
j ne erişmiş devletlerin sınıfını incelesinler. Bu
incelemeyi yapanlar, . devletçe resmen tanınan
ve kabul edilen sanat olarak delillerin ve
sembolistlerin garabetleri ile karşılaşacaklar,
hayret ve dehşet içinde kalacaklardır. Onları
kübizm ve dadaizm mefhumları altında on
dokuzuncu asrın sonlarında tanıdık. Bavyera'da
Sovyet Cumhuriyeti'nin kısa devri zamanında bu
olay ortaya çıkmıştı. Daha o sıralar -; da, bütün
resmi
duvar
ilanlarının,
gazetelerdeki
reklamların sadece siyasi bozulmanın damgasını
değil de kültür yönünden çöküşün işaretlerini
taşıdıkları teşhis edilebilirdi. 1911 yılından bu
yana lütüristlerin* ve kübistlerin* * saçma
sözlerinde kendilerini göstermeye başlayan
şekilde bir kültür yıkılışı altmış yıl önce olsa,
vahametini
gözlemlediğimiz
siyasi
çöküşe
kıyasla daha zor tahmin olunabilirdi.
Altmış yıl önce dadaist adı verilen bir sergi
imkansızdı ve bunu açmaya kalkan akıl
hastanesine kapatılırdı. Bu salgın hastalık hayat
yüzü göremezdi. Çünkü kamuoyu bunu kabul
etmezdi. Devlet müdahale etmezlik yapamazdı.
Keza bir milletin fikri çılgınlığın içine atılmasına
engel olmak bir hükümet işi idi. Böyle bir
gelişmenin günün birinde son bulması gerekirdi.
Çünkü böyle bir sanat şekli gerçekten genel
düşünüşü kapsadığı gün, insanlık için sonucu en
ağır olan alt üst olmalardan biri meydana
gelecekti. İnsan beyninin tersine doğru gelişmesi
bu şekilde başlamış olacaktı, îşte bunun ne
şekilde biteceği düşünülünce insan ister istemez
titriyor.
Son yirmi yıl içinde kültürümüzün gelişmesi
incelenecek olunursa, gerici hareketlere ne kadar
dalmış olduğumuz dehşetle görülür ve her
tarafta kültürümüzü er geç öldürecek birtakım
hastalıklı urlar yetiştiren tohumlara rastlarız.
Burada da yavaşça seyreden bozulma halindeki
bir dünyanın çökme olaylarını ayırt edebiliriz.
Bu hastalığı yenemeyecek olan milletlerin vay
haline!
Bu hastalıklı olaylar Almanya'da hemen
hemen her alanda görülebilirdi. Artık her şey en
son noktayı da aşmış, uçuruma doğru
* Fütürist: 1910 yılında italya'da ortaya çıkan
ve geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların
duyumlarını bir arada göstermeyi amaç edinen.
** Kübizm: 1910-1930 arasında eserler
vermiş olan sanat okulu. Eşyayı geometrik
biçimde göstermeyi amaç edinen.
süratle gidiyor gibiydi. Tiyatronun seviyesi
gitgide daha da düşü yordu. Eğer saray tiyatrosu
sanatın
fahişeleşmesi
aleyhinde
hareke
ı
etmeseydi, kültür etkeni olan tiyatro sanatı kesin
bir biçimde orta dan kalkacaktı. Birkaç istisna
hariç, diğer sahne oyunları o halde idiler ki,
bunlara gitmekten kaçınmak, millet için çok iyi
bir
hareket
olurdu.
Gençleri
o
sanat
merkezlerinin(!)
çoğuna
göndermemek,
iç
bünyedeki bozulmanın en esef verici işaretiydi.
Bir
müzenin
kapısına
asılması
gereken
"gençlerin girmeleri yasaktır" ilanı hiç sıkılıp
utanılmadan bu sanat merkezlerinin kapılarına
konuyordu. Her şeyden önce gençliğin eğitimine
yardımcı olmaları için faaliyet göstermeleri ve
yaşlı kimselerin eğlencelerine hizmet etmemeleri
gereken
bu
yerlerde,
bu
tedbirlere
başvurulmasının garabetini bir kere düşününüz.
Eski devrin dram yazarları bu tedbirler hakkında
ne derlerdi? Kim bilir Sebiller nasıl galeyanla,
Goethe nasıl bir hiddetle başını çevirirdi? Fakat
yeni Alman şiiri karşısında Schiller, Goethe ve
Shakespeare nedir ki? Eski, köhne ve modası
geçmiş bir devrin, birer olayları! işte bu devrin
göze çarpan ve en belirli vasfı budur. Bu devirde
sadece
pis
şeyler
meydana
getirilmekle
kalınmamış, ayrıca geçmişin büyüklükleri de
lanetlenmiştir. Bu gibi olaylar her an göze
çarpmaktadır. Bir devrin ve adamların eserleri ne
kadar
basit
ve
sefilane
ise,
geçmişteki
büyüklüğün ve şerefin işaretleri de o kadar
nefretle karşılanır. Bu çeşit devletlerde tercih
edilen şey, her türlü mukayese imkanını ortadan
kaldırmak ve kendi adi malını menfaat olarak
yalancılıkla sunmak için insanlığın geçmişteki
hatıralarını silmekten ibarettir. Bundan dolayı
her yeni kuruluş ne kadar adi ve esef verici ise,
geçmiş devirlerin son kalıntılarını yok etmek için
o kadar çaba gösterir. Halbuki insanlığın gerçek
ve büyük bir yenileşmesi, eski nesillerin en
güzel eserlerine kendini vermekle ve hatta
onların
değerlerini
daha
çok
göstermeye
çalışmakla olur. Geçmiş devrin karşısında
solgun bir duruma düşmekten korkmaz ve
insanlığın kültür hazinesine öylesine katılır ki,
çok zaman eski eserlerin hatırasını devam
ettirerek
onlara
layık
oldukları
saygıyı
göstermek için bizzat çaba sarf eder. Böylece
yeni sanat eserlerine de devrin tam bir anlayışını
sağlamak imkanı elde edilir.
Dünyada kendi kendine değerli bir şey ortaya
koyamayan ve bu çabayı göstermeyen bir
kimse, gerçek sanat eserlerinin hepsine kın
besler ve özellikle onları inkar eder, hatta tahrip
etmekten büyük haz duyar. Bu sadece genel
kültür alanındaki yeni hareketlerde değil, aynı
zamanda siyasi olaylarda da böyledir. Bir
devrim hareketi gerçekte ne kadar az bir değer
taşırsa, o devrim hareketi eski şekillere o kadar
çok kin besler. Burada da kendi eserini takdire
layık gibi gösterme isteği, geçmişin iyi ve
gerçekten yüksek değerde günümüze intikal
ettirdiği herhangi bir şeyine karşı körü körüne
bir kine sebep olabilir. Mesela büyük Frederic'in
tarihi hatırası yok edilemedikçe Frederic Ebert
ancak ilerisi için konan bir kayıt altında
hayranlık doğurabilir. Şans Souci kahramanı
eski
Bremen
Semercisi
ile
kıyasta;
ay
karşısındaki güneş gibi yer alır. Ancak güneş
battıktan sonra, ay görülebilmektedir, işte yeni
ayların, yıldızlara karşı besledikleri kinin sebebi
buradadır.
Kader bir süre için iktidarı herhangi bir
değersiz herifin kucağına attığı zaman, o kimse
geçmişi
sadece
çamura
sokmakla
ve
lanetlemekle
yetinmez,
kendisini
yüzeysel
araçlarla eleştiriden kurtarmaya çalışır. Bu
konuda ibret alınacak örnek yeni Alman
Reich'ının korunma kanunlarıdır.
Yeni bir fikir, yeni bir görüş yeni bir dünya
düşüncesi, yeni iktisadi ye siyasi hareketler,
bütün geçmişi inkar etmeye, onu kötü veya
değersiz göstermeye kalkışırsa, sadece bu
davranış, insanın son derece ihtiyatlı ve
kuruntulu olmasına yetmelidir. Çok zaman böyle
bir kinin ortaya çıkışı, ya o kini besleyen adamın
pek değersiz olması, ya da kötü bir niyetin
bulunmasıdır, insanlığın gerçekten hayırlı bir
yenileşmesi, daima ve sonsuza kadar son
sağlam, temelin bulunduğu yerde inşaata
başlama işini üstüne alacaktır. O günümüzdeki
kurulu
gerçeklerden
faydalanmaktan
utanmayacak ve çekinmeyecektir. Çünkü bütün
kültür, insanın kendisi gibi, ancak uzun bir
gelişmenin sonucudur. Bu gelişmede her nesil
binayı inşa etme hususunda kendi taş ve harcını
getirmiştir. Demek ki devrimlerin ruhu ve gayesi
bu binayı yıkmak değil, kötü olan veya kötü
yapılmış şeyi ortadan kaldırmak, var olan şeyin
yanında yeniden ortaya sağlam ve daha fazla bir
şey koymaktan ibarettir. Ancak böyle yapılırsa
insanlığın gelişmesinden söz edilebilir ve ondan
söz etmek hakkı mevcut olabilir. Yoksa dünya
hiçbir vakit karışıklıktan kurtulamaz. Çünkü bu
halde her nesil geçmişi inkar etmek hakkını
kendinde bulacaktır. Böylece her nesil, bir işe
girişmeden geçmiş devirlerde yapılanları yok
etmek
hakkına
sahip
olduğunu
iddiaya
kalkışacaktır. Savaştan önceki kültürümüzün
genel durumundaki en hüzün verici taraf, sadece
estetik ve genel görünüşü itibariyle kendi
alanında yenilikler ortaya kovmaktan aciz oluşu
değildi. Esef yaratan durum kendinden daha
büyük olan geçmiş devrin kültürünü lekelemek
ve ortadan silmek hususunda beslenen kin idi.
Sanatın bütün dallarında, özellikle tiyatro ve
edebiyatta yirminci yüzyılın başından itibaren
daha önemsiz ve daha az eser meydana getirildi.
Moda en iyi eserleri aşağılıyordu.
Eski eserler, adı ve zamanı geçmiş köhne
şeyler olarak gösteriliyordu. Sanki bu devirde,
kendi utandırıcı yetersizlikleri bir yüksek eser
vermiş gibi... işte geçmişin başarısını, halin
gözlerinden uzak tutmak ve örtmek için sarf
edilen çaba, bize gelecek günlerin havarilerinin
ne mal olduklarını açıkça göstermektedir. Bu
faaliyete dikkatle bakılırsa, yeni veya sahte
kültür
hareketleri
söz
konusu
olmadığı
anlaşılırdı, Sarf edilen çaba, bizzat medeniyetin
temellerini yıkmak içindi. Böylece o güne kadar
sağlam kalmış olan güzel sanatlar, düşünceler ve
hisler çılgınlığın bataklığına, mümkün olduğu
kadar derin batırılacak ve manevi yönden siyasi
komünizme
yol
açılacaktı.
Pericles
asrı
Do'stlaringiz bilan baham: |