Karşıyaka, 11 Ekim
Bugün Ferhunde ile Sabahat’in yine İzmir’den misafirleri gelmişti.
On beş ile yirmi yaş arasında dört küçükhanım. Öğleden sonra bir deniz
gezintisi yapacak, sandalla Bayraklı’ya gidip gelecektik. Fakat tam
sokağa çıkacağımız vakit, aksi gibi yağmur başladı. Arkamızda
çarşaflarımızla, mahzun mahzun salona döndük. Küçükhanımlar bir
downloaded from KitabYurdu.org
315
parça piyano çaldılar, biraz dedikodu yaptılar. Sonra, birer birer köşelere
çekilerek gizli gizli konuştular. Böyle baş başa gıdıklanmış gibi
gülüşerek ne konuşulacağı malum.
Sabahat, çok tatlı, çok şeytan bir kız. Misafirlerini eğlendirmek
için, güzel maskaralıklar icat etti. Bir etajerin üstünde aile, ahbap
fotoğraflarıyla dolu albümler vardı. Bunlardan bir tanesini çekerek
masanın başına geçti, arkadaşlarını etrafına toplayıp onlara fotoğraf
göstermeye başladı. İşin zevki fotoğraflarda değil, Sabahat’in onlar için
söylediği sözlerdeydi. Her birisiyle öyle eğleniyor, hayatları, tabiatları
için öyle tuhaf şeyler söylüyordu ki, gülmekten bayılıyorduk. Mesela,
göğsü nişanlarla dolu, heybetli bir paşa, dünyaya emredecek gibi
görünen bu koca sakallı adam, karısından süpürge ile dayak yermiş.
Akrabalarından kerliferli bir hanımefendi, fakat dışarlıklı olduğu
belli, bir gün vapurdan Kokaryalı iskelesine çıkarken kaza ile denize
düşmüş, memleketinin şivesiyle: “Tatlı canlarım gidiyor, kurtarın!” diye
bağırmış.
Reşit Bey’in, Konyalı bir süt dayısı vardı ki, bakmakla doyulur şey
değildi. Bu, sarıklı poturlu bir hoca efendi kıyafetinde görünüyordu.
Onun karşısında duran fotoğrafını ise, mebus olduktan sonra frak ve tek
gözlükle çıkarmıştı.
Hoca Efendi, hiddetle gözlerini açarak mebusa bakıyor, mebus,
dudaklarını bükerek hocayı alaya alıyordu. Bu manzara, o kadar güzeldi
ki, sayfayı çevirmemesi için Sabahat’in elini tutuyor, deli gibi
gülüyordum.
Ferhunde, benimle şaka etmeye çalışıyordu:
-Feride Hanım isterseniz sizi bu güzel zatla evlendirelim, şimdi
münhaldir. İlk karılarını boşadı, şimdi mebusa lâyık bir alafranga hanım
arıyor, dedi.
Ben, hâlâ gülerek masanın başından ayrıldım, Ferhunde’ye:
-Hemen mektup yazınız, ben razıyım, insan, başka saadet
downloaded from KitabYurdu.org
316
bulunmazsa bile, hiç olmazsa ömrünü tatlı tatlı gülmekle geçirir, dedim.
-Feride Hanım, bu fotoğrafı görürseniz, mebusumuza varmaktan
korkarım, vazgeçersiniz, dedi.
Misafirler, hep bir ağızdan: “Ah, ne güzel...” diye haykırıştılar.
Ellerini sallayarak beni çağırıyorlardı.
-Nafile, ne olursa olsun, ben mebusumdan vazgeçemem diyerek
yaklaştım, albümün üstüne, birbirine karışan dalgalı saç kümeleri
arasından başımı uzattım. Ben de onlar gibi hafif bir feryadı men
edemedim. Albümün yaprakları içinden gözlerime bakarak gülümseyen
bu fotoğraf, Kâmran’ın fotoğrafıydı.
Sabahat, bu fotoğrafın sahibiyle eğlenmedi bilâkis, çok alaka ve
hararetle arkadaşlarına şu tafsilatı verdi:
-Bu bey, Münevver Teyzem’in zevcidir. Geçen ilkbaharda
İstanbul’dayken düğünleri oldu. Kendini görseniz acaba bu fotoğraf bir
şey mi? Bir gözleri, bir burnu var ki, görülecek şey! Size daha tuhafını
söyleyeyim: Bu bey, teyzelerinden birinin kızını severmiş. Bu kız, ufak
tefek gayet hoppa, gayet şımarık bir şeymiş, hatta bunun için ismine
Çalıkuşu derlermiş. Çalıkuşu, bu Kâmran Bey’i bir türlü istememiş.
Gönül bu ya. Nihayet, evlenmelerine bir gün kala, bir başına evden
kaçmış, yabancı memleketlere gitmiş. Kâmran Bey, aylarca yemeden,
içmeden kesilmiş bu vefasız kızı beklemiş. Hiç dönmeye niyeti olsa,
gelin olacağı gece kaçıp gider mi? Münevver Teyzem, kaynanasının
elini öptüğü vakit oradaydım, ihtiyar hanımefendi, o bir dalda durmaz,
acayip Çalıkuşu’nu hatırlamış olacak ki, çocuk gibi ağladı.
Bu tafsilâtı, arkamdaki piyanoya dayanarak hiçbir şey söylemeden,
hiçbir hareket etmeden dinlemiştim. Kâmran, hâlâ albümün içinde bana
gülüyordu. Gayet yavaş bir sesle; “Kalpsiz” dedim.
Sabahat, bana döndü:
downloaded from KitabYurdu.org
317
-Çok doğru söylediniz, Feride Hanım, dedi. Bu kadar güzel, bu
kadar nazik bir gence vefa etmemiş bir kıza “kalpsiz”den başka bir şey
denemez.
Kâmran, ben senden nefret ediyorum. Öyle olmasaydı, bu haberi
aldığım vakit ağlar, bayılır, matemini tutardım. Halbuki ben, ömrümde
hiçbir gün, bugünkü kadar gülmedim, etrafımdakileri bu kadar neşe ve
şenliğe boğmadım. Hatta, başımdan münasebetsiz bir kaza geçmeseydi
bugüne, ömrümün en mesut günü diyebilecektim.
Akşamüstüne doğru hava açmış, uzunca bir kır gezintisi
yapmamıza müsaade etmişti. Bir sel çukuru kenarından geçiyorduk.
Misafirlerden biri, çukurun öte yakasına bir kasımpatı gördü: “A, ne
güzel! Koparmak mümkün olsaydı!” dedi. Ben, gülerek: “İsterseniz onu
size hediye edeyim?!” dedim. Çukur, bir tehlike teşkil edecek kadar
derin ve genişti.
Hanımlar gülüştüler, birisi:
-Köprü olsaydı, iyi olacaktı, diye şaka etti. Ben sadece:
-Köprüsüz de geçilir zannederim, dedim ve birdenbire atladım.
Arkamdan bir çığlık koptu.
Öteki tarafa geçmeye muvaffak olmuştum. Fakat ne çare ki vaat
ettiğim kasımpatını koparıp getiremedim. Çünkü ayaklarım çukurun tam
kenarına basmıştı. Düşmemek için bir diken kümesine sarılmış, ellerimi
yırtınıştım. Evet, bu kaza başıma gelmeseydi, avucuma batan dikenlerin
sızısı beni, akşam karanlığı içinde köşke dönünceye kadar ağlatmasaydı,
bugüne ömrümün en şen, en eğlenceli günü diyecektim.
Kâmran, ben senden nefret ettiğim için, yabancı memleketlere
kaçmıştım. Şimdi, nefretim o dereceyi buldu ki, bu uzaklık kâfi
gelmiyor, senin yaşadığın, nefes aldığın dünyadan uzaklara kaçmak
istiyorum.
Artık bu evde kalmamayı iyiden iyiye zihnime yerleştirdim. İki üç
günde bir İzmir’e iniyor, Maarif İdaresi’ne uğruyordum. Dün sabah
downloaded from KitabYurdu.org
318
vapurda eski muallimlerden Sör Berenis’e tesadüf ettim. Onu bir kere de
iki ay evvel görmüş, mektepteyken pek seviştiğimiz için bir parça halimi
anlatmıştım. Sör Berenis dün dedi ki:
-Feride, ben birkaç günden beri seni arıyorum. Karantina’daki
mektebimizde bir Türkçe ve resim muallimine ihtiyaç var. Müdireye
seni tavsiye ettim. Ayrıca ev tutmaya hacet yok, mektepte kalırsın.
Zaten, sen bizim hayatımıza alışıksın.
Kalbim çarpmaya başladı, öyle sanıyorum ki, tekrar oraya, o
günlük kokularının, ağır erganun seslerinin içine düşersem, çocukluk
rüyalarımdan bir kısmına tekrar kavuşmak mümkün olacak.
Düşünmeye bile lüzum görmeden:
-Peki Ma Sör, gelirim, teşekkür ederim, dedim.
Bugün, oraya gitmeden evvel Maarif İdaresi’ne uğradım,
maksadım, evrakımı geriye almaktı. Müdürün üç günden beri beni
aradığını söylediler. Ne istediğini merak ederek yanına girdim. Maarif
Müdürü beni görünce:
-Çok bekledin kızım, fakat talihine iyi bir yer çıktı. Seni Kuşadası
mektebine göndereceğim, dedi.
Kuşadası, ne güzel isim; benim adım. İçimden öyle geldi ki,
mutlaka güzel bir yer olacak. Fakat Sör mektebi için verdiğim söz... Bir
iki dakika kaldım, cevap vermeden düşünüyordum.
Bu tarafta rahat bir hayat vardı. Öbür tarafta belki yine zaruret,
sefalet, fakat bunun da başka bir tesellisi, başka bir cazibesi yok muydu?
Gözümün önüne, mekteplerimizin bakımsız kalmış kaba saba ellere
ziyan olmuş, miniminileri geldi. Bu biçareler, açılmak için biraz güneş,
bir parça şefkat bekleyen çiçekler gibiydi. Bu şefkat, bu hareketi
gösterenlere, gönüllerinin bütün minnet ve muhabbetini veriyorlardı. Her
şeye rağmen bu küçük sefilleri, derin derin sevmeye başladığımı
anladım. Munise bile onlar arasından gelmemiş miydi?
Bundan başka son bir senelik hayatımın bir iki tecrübesi daha
downloaded from KitabYurdu.org
319
vardı. Aydınlık, hasta gözleri nasıl incitiyorsa, saadet de hasta gönülleri
öyle sızlatıyor. Hasta gözler gibi hasta gönüller için de karanlıktan iyi
ilaç yok.
Ben, muallimliği açlıktan ölmemek için kabul etmiştim. Hesabım
doğru çıkmadı. Bu meslek, bir gün açlıktan öldürebilir. Fakat ne ziyanı
var? Değil mi ki, benim gönlümün şefkate olan açlığını doyuracak,
kendi hayatını başkalarının saadetine vakfetmek tesellisini bana
verebilecek. O ölmüş günlerin ölmüş rüyasını yeniden uyandırmak zaten
mümkün değildi. Başımdan günlük korkularının ağır hülyası,
kulaklarımdan erganunların hassas iniltileri yavaş yavaş silindi.
Kuşadası’na, tekrar kavuşacağım miniminilerin muhabbet ve merhamet
bekleyen hayallerine gülümseyerek:
-Peki, beyefendi, giderim, dedim.
Emrimi alıncaya kadar köşkte kimseye bir şey söylemek
istemiyordum. Fakat yeni bir vaka beni buna mecbur etti: Büyük kalfa
bir zamandan beri bana tuhaf tuhaf şeyler söylüyordu. Mesela geçen
gün, hiç münasebeti yokken demişti ki:
-Kızım, ben seni günden güne daha ziyade seviyorum. Sade ben
değil, herkes öyle... Ferhunde ile Sabahat, genç çocuklar ama, eve tat
vermiyorlar. Sen geldikten sonra bir başkalık oldu. Tabiatın, ahlâkın
güzel, büyükle büyük, küçükle küçük oluyorsun.
Buna benzer daha birçok sözler... Kalfa hanımın bu sözlerine ben
bir: “Kapı yoldaşı teveccühünden başka bir mana veremiyordum.
Halbuki ihtiyar kadın, dün gece büsbütün açıldı:
-Kızım, ne yapsak da seni bu eve bağlayabilsek acaba? Benim
aklıma bir çare geliyor ama, sakın aklına bir şey gelmesin, hani vallahi
kimse bir şey söylemedi.
Kalfanın bu sözlerinin, birisi tarafından söylendiğine şüphem
kalmadı. Fakat anlamamazlıktan gelerek dinlemeye devam ettim. O
başladığı bir söze devama cesaret edemediği vakit, başka söze atlayarak
downloaded from KitabYurdu.org
320
söylüyordu:
-Beyefendi, yaşlı bir adam değil, ben çocukluğunu bilirim. Güzel
bir adam değil ama, debdebesi, saltanatı var. Eh, tabiatı da fena değil.
Kızım, ev hanımsız gitmeyecek, yarın öbür gün Ferhunde ile Sabahat
kocaya giderler. Maazallah, bir haramzadeye düşersek, hal fena. Feride
Hanım, insan burma bıyıklı delikanlılara da varır ama, bu debdebeyi
bulamaz. Ah, şu Bey’e münasip bir kızcağız bulabilsek, ne dersin kızım?
Ben, bir şey demiyor acı acı gülümseyerek düşünüyordum.
Reşit Beyefendi’nin bana o kadar hürmet etmesi, Sabahat’le
Ferhunde’nin derslerine bu derece ehemmiyet vermesi, bizimle saatlerce
şakalaşması, hatta top oynaması... Demek bütün bunlar... Maarif
kâtibinin: “Reşit Beyefendi istese seni Fransızca muallimliğine tayin
ederdi, herhalde bir maksadı var!” diye söylediği sözler aklıma geldi.
Birkaç sene evvel böyle bir şeye isyan ederdim. Fakat şimdi, sözü
kesmek için kalfaya lakayt bir tavırla şu cevabı verdim:
-Sizinle görücü gider, Reşit Beyefendi’ye bir hanımcık arardık. Ne
çare ki, ben bir iki güne kadar Kuşadası’na gidiyorum. Birkaç ay sonra
nişanlım oraya gelecek, evleneceğiz, dedim. Sonra şaşkın şaşkın yüzüme
bakan ihtiyar kadına:
-Allah rahatlık versin, kalfacığım, ben erken yatacağım, deyip
odama çekildim.
Do'stlaringiz bilan baham: |