DÖRDÜNCÜ KISIM
İzmir, 20 Eylül
ÜÇ aya yakın bir zamandan beri İzmir’deyim, işlerim iyi gitmiyor.
Son bir ümidim kaldı. Yarın, onu da kaybedersem, bilmem ne olacağım?
Düşünmeye bile cesaret edemiyorum. Ç.’deki müdirenin beni tavsiye
ettiği adam, ben gelmeden bir ay evvel hastalanmış, altı ay
tebdilihavayla İstanbul’a gitmiş. Çaresiz kendi kendime Maarif
Müdürlüğü’ne gittim. Karşıma kim çıksa beğenirsiniz? B.’deki o uyur
gibi oturan, sayıklar gibi söyleyen battal zat değil mi? Kudretin,
bakmaktan ziyade uyumak için yarattığı o güzelim mahmur gözler, beni
bittabi tanımadı: “Birkaç gün sonra uğrayın da bakalım, bir şey buluruz”
dedi. “Birkaç gün” onun lisanında bir iki ay demekti. Nitekim öyle oldu.
Bugün tekrar uğramıştım. Lütfen bir parça iltifat gösterdi. O halim
masum sesiyle,
-Kızım, buraya iki saatlik bir mesafede bir nahiye mektebi var.
Abuhavası latif; manzarası ferahfeza, diye başladı.
Bu nutuk, beni Zeyniler’e gönderdiği vakit verdiği nutkun aynı idi.
Birdenbire deliliğim tuttu, gülerek sözünü ağzından aldım:
-Yorulmayınız beyefendi, sizin yerine ben söyleyeyim, dedim,
idare birçok himmet ve masrafı ihtiyar ederek yeni bir mektep vücuda
getirdi. Yalnız, benim gibi genç bir muallimin himmet ve fedakârlığına
muhtaç değil mi? Mersi, beyefendi. Bu lütfunuzu bir kere B.’de
Zeyniler’e giderken görmüştüm.
Tabii ben, bunları söylerken kovulmayı göze almıştım. Fakat tuhaf
değil mi? O, hiç kızmadı. Bilakis, kahkahalarla güldü, gayet filozof bir
tavırla:
-Ne yaparsın kızım? idarenin icapları. Sen gitme, o gitmesin...
Maarif müdürlerinin odalarında misafir eksik olmuyor. Köşedeki
downloaded from KitabYurdu.org
307
koltuktan çatlak bir ses geldi:
-Ay, bu ne çıtıdık çıtıdık fındıkkurdu böyle!
Fındıkkurdu mu? Benim İpekböceği ve Gülbeşeker’den zaten
canım yanmış, burada da fındıkkurdu ha!
Şiddetle döndüm. Bana türlü isimler -hem de inatlarına böyle tatlı
ve böcek isimler- veren saygısızlardan birini nihayet yakalamıştım.
Ona güzel bir ders verecek, bütün ötekilerinin acısını bu beyden
çıkaracaktım.
Müdür, hürmetle cevap verdi:
-Emredersiniz Reşit Beyefendi, fakat bugün cidden münhalim yok.
Yalnız Rüştiye’nin Fransızca muallimliği var. Tabii hanımın işine
gelmez.
-Niçin gelmesin efendim? dedim. Zaten cariyeniz B.’de
Darülmuallimat Fransızca muallimesiydi. Müdür, tereddüt ediyordu:
-Evet, fakat müsabaka ilan ettik. Yarın imtihan var.
-Pekâlâ küçükhanımda imtihana giriverir, ne çıkar? Ben de zaten
imtihanda bulunacağım. Allah kerim. Ben gelmeden sakın imtihan
başlamasın ha...
Bu Reşit Bey, herhalde mühim bir adam olacak. Fakat, ne o
tasavvura sığmaz çirkinlikti Yarabim!
Yüzüne bakarken kahkahalarla gülmemek için dudaklarımı
ısırıyordum.
İnsan, ya esmer olur, ya beyaz değil mi? Bu beyefendinin yüzünde
yeni kapanmış yaraların nazik beyazından kömür karasına kadar bin
çeşit renk vardı. Öyle kirli bir esmerlik ki, yakalığını nasıl
kirletmediğine hayret edilirdi. Sanki birisi, eğlenmek için elini kömür
tozuna sokmuş da bu yüzü şöyle karmakarışık karalayıvermiş.
Yara gibi kırmızı, kirpiksiz gözkapakları içinde birbirine gayet
yakın iki şebek gözü. Beyaz bıyıklarının üstünde ta dudaklarının ucuna
sarkan bir acayip burun. Hele öyle avurtları var ki, görülecek şey. Hani,
downloaded from KitabYurdu.org
308
maymunların ağzında fıstık falan sakladıkları keseler vardır, tıpkı onlar
gibi, yüzünün iki tarafından sarkıyor.
Mamafih, ben de ileri gidiyordum. Bana birkaç sözle ettiği iyilik,
doğrusu az şey değil. Herhalde kudret, bu beyefendinin yüzünü
yarattıktan sonra fazla ileri gittiğini görmüş, haksızlığını güzelce bir
kalbe tazmin etmiş olacak.
Bence, gönül güzelliği göz, yüz güzelliğinden daha iyi bir şey.
Kalpsiz bir güzelliğin, fakir teyze kızlarının hayatını kırmaktan,
gönlünü söndürmekten başka neye faydası var ki?..
Do'stlaringiz bilan baham: |