289
da, idadi mektebindeki büyük talebelere varıncaya
kadar sizi uzaktan
tanımayan, sizden bahsetmeyen yokmuş.
Bunlardan ne hakla ve niçin size bahsettiğim meselesine gelince,
buna da iki sebep var kızım. Birisi tecrübesiz,
fakat cidden iyi bir
çocuksunuz. Biz, artık insan sarrafı olduk, onun için size bir analık,
ablalık vazifesi yapmak istedim. Sonra, mektebin menfaati meselesi var,
kızım. Öyle değil mi?
Müdire, yüzüme bakmadan tereddütle devam ediyordu:
-Mektep, cami gibi mukaddes bir yerdir. Onu dedikodudan,
iftiradan, daha sair lekelerden korumak bizim için en büyük vazifedir.
Öyle değil mi? Halbuki bu münasebetsiz dedikodular mektebe de,
maatteessüf, söz getirmeye başladı. Akşam üstü kızlarını, kardeşlerini
almak için, mektep kapısına gelen peder ve biraderlerin ne kadar çok
olduğuna dikkat ediyor musunuz? Siz, belki farkında değilsiniz. Fakat
ben biliyorum. Onlar, çocuklarından ziyade sizi görebilmek için
geliyorlar. Bir gün, fakir talebelerimizden birinin saçlarını örmüşsünüz,
ucuna bir de kurdele parçası takmışsınız. Bilmem kimden duymuşlar,
çapkın bir mülazım, sokakta çocuğa para vererek kurdeleyi, elinden
almış. Şimdi ara sıra yakasına takıyor: “Bana artık paşalar paşası
demelisiniz, değil mi Gülbeşeker’den nişan aldım!” diye arkadaşlarını
eğlendiriyormuş.
Dün, kapıcı Mehmet Ağa, tuhaf bir haber verdi:
Evvelki gece,
meyhaneden dönen sarhoşlar, mektebin kapısında durmuşlar, bunlardan
birisi: “Ben duvardaki siyah taşa Gülbeşeker’in elini sürdüğünü gördüm.
Allah hakkı için şu Hacer-i Esved'i bir öpelim!” diye nutuk vermiş.
Görüyorsunuz ki kızım, bunlar ne kendiniz için, ne mektep için hiç hoşa
gidecek şeyler değil. Halbuki bu yetmiyormuş gibi, bir tedbirsizlik daha
yapmışsınız. Abdürrahim Paşa’nın evinde Yüzbaşı İhsan Bey’le
konuşmuşsunuz. Hanımefendinin teklifini kabul etmiş olsaydınız, bunda
bir beis görülmeyebilirdi. Fakat, genç bir adamla görüşmeniz, sonra da
downloaded from KitabYurdu.org
290
bu kadar iyi bir kısmeti reddetmeniz nazarı dikkati çekti: “Madem ki
İhsan Beyi istemedi, demek, bir başkasını seviyor, acaba kimi?” yolunda
dedikodular meydan aldı.
Bu sözleri cevap vermeden, hiçbir hareket yapmadan dinlemiştim.
Evvela, benim itiraz ve isyanımdan korkan müdire, şimdi bilakis,
sükutumdan şüpheleniyordu. Bir parça tereddütle:
-Bunlara ne dersiniz, Feride Hanım? diye sordu. Hafifçe içimi
çektim, düşüne düşüne:
-Sözlerinizin hepsi doğru Müdire Hanım, dedim. Kendim de yavaş
yavaş farkına varıyorum. Bu güzel memlekete acıyorum,
fakat ne
yapayım? Siz artık idareye yazarsınız, bir sebep göstererek beni başka
bir yere göndermelerini istersiniz. Bu işte bana edeceğiniz en büyük
insaniyet ve mürüvvet, asıl sebebi söylememek... Lütfen başka bir
bahane bulunuz: “idaresiz” deyiniz, “Elinden iş gelmiyor, cahil” deyiniz,
“asi” deyiniz, ne derseniz deyiniz, Müdire Hanım, size hatırım kalmaz.
Yalnız: “Şehirde dile düştüğü için istemiyorum!” demeyiniz.
Müdire bir şey söylemeden düşünüyordu. Gözlerimin dolduğunu
göstermemek için pencereye döndüm. Ufukta akşamın uçuk mavi seması
içinde, ince ince tüten dumanlara benzeyen karşı dağları seyretmeye
başladım.
Çalıkuşu, bu dağlardan, yine gurbet kokusu almaya başlıyordu.
Gurbet kokusu! Bu kokuyu bütün ruhuyla koklamayanlar için ne
manasız bir söz!
Hayalimde yollar, gittikçe incelip mahzunlaşan, bitip
tükenmez gurbet yolları uzanıyor, kulağımda Çeçen arabalarının o ince
yanık sesli çıngırakları ağlıyordu.
Ne vakte kadar Yarabbî, ne vakte kadar? Niçin?
Hangi emele
yetişmek için?
Do'stlaringiz bilan baham: