Acı hâlâ yaşadığının kanıtı,
dedim içimden.
Zamanı gelince, varsın kavursun seni.
İki saat sonra, Sanjay Gandhi Ulusal Parkı’mn sapağındaydık. Giriş ücreti
mizi ödeyip dağın eteğindeki sık ormana girdik. Mecburen yavaşlamıştık.
Bölgenin en yüksek noktasına çıkan kıvrımlı yol şaşılacak kadar bakım
lıydı. Son günlerdeki fırtınalar yola yakın ağaçların dallarını kırıp etrafa saçsa
da, ormandaki kulübelerde yaşayan halk onları belirli aralıklarla topluyordu
belli ki.
Çiçekli sariler giyen kadın gruplarının yanından geçtik. Tek sıra hâlinde yü
rüyorlardı ve yoldan topladıkları çalı çırpıyı kafalarında taşıyorlardı. Çocukları
da taşıyabilecekleri ağırlıkta yükleri sırtlanmış, onları izliyordu.
Park yağmurlarla birlikte yeşilin capcanlı bir tonuna bürünmüştü. Yabani
otlar neredeyse omuzlarımıza geliyordu. Dalları sarmaşıklar bürümüştü. Bütün
nemli gölgeler yosunlar, likenler ve mantarlarla kaplıydı.
Ormanın yeşil tabanında pembe, lavanta mavisi ve Van Gogh sarısı kır çi
çekleri açmıştı. Yoldaki kırmızı yapraklar yağmurdan sonra alev gibi yanıyor ve
bir tapınağın avlusuna serpiştirilen çiçek yapraklarını andırıyorlardı. Havaya
her bir ıslak ağaç gövdesinden yayılan odunumsu koku hâkimdi. Toprak ana
nın o nefis parfümü.
Yolun ortasında toplaşan maymunlar bizi görünce sağa sola kaçıştı.
Civardaki kayalıklara tüneyip bize öfkeyle söylendiler.
Diğerlerinden daha kalabalık bir maymun grubuna rastladığımızda
hafifç
e
irkildim. Abdullah’la göz göze geldik ve yüzü o nadir gülümsemelerinden bi
riyle aydınlandı.
Abdullah hayatımda tanıdığım en cesur ve sadık adamdı. Başkalarına karşı
sertti ama kendine karşı daha da sertti. Ve herkesi kendine hayran bırakacak,
hatta biraz kıskandıracak bir özgüvene sahipti.
Geniş, dikdörtgen alnını takip eden kaşları hep karşısındakini sorgulaması
na hafifçe yukarı kalkık dururdu. Siyah, gür sakalı yüzünün yarısını kaplıyor
du. Belli belirsiz çukura kaçan, bal rengi gözlerinde daima hüzünlü bir ifade
olurdu. Geniş kanatlı, biçimli burnu, çıkık elmacık kemikleri ve azimli çenesi
nin bütün ürkütücülüğüyle tuhaf bir tezat yaratırdı bu hüzün.
Saçlarını yeniden uzatıyordu. Bir aslan yelesini andıran gür tutamlar geniş
omuzlarını geçiyordu. Bu saçlarda da uzun kollarıyla bacaklarının gücü vardı
sanki.
Abdullah insanları hem şekli şemali, hem de kişiliğiyle etkilerdi. Ama mü-
tevazılığından mı, yoksa bilgeliğinden mi bilinmez, bazılarının bütün ısrarları
na rağmen Sanjay Şirketi’nde daha fazla yükselmeye yanaşmamıştı. Ona yalva
ranlar olmuştu ama Abdullah bir lider olmak istememişti. Yine de kimilerinin
onu daha üstlerde görme hayallerinden kurtulamamıştı.
Orman yolunda onun yanında motorumu sürerken, Abdullah’tan hem
korkuyor, hem de onu çok seviyordum. Onu kaybetmekten korkuyordum. O
kavgada bana ne olacağı umurumda bile değildi. Önemli olan oydu.
Dağın eteğindeki çakıl taşlı otoparka vardığımızda, Concannon’ın sesi ku
laklarımda çınladı.
Şeytan sana meftun, dostum.
“İyi misin, Lin kardeş?”
“Evet.”
Gözlerim yakınlardaki küçük büfenin tezgâhında duran telefona takıldı.
“Sanjay’ı bir kere daha arayalım mı?”
“Evet. Ben hallederim.”
Sanjay’la yirmi dakika konuştu ve mafya babasının bitmek bilmeyen soru
larına cevap verdi.
Dağın eteği sessizdi. Dükkânda sadece birkaç çeşit meşrubat, çerez ve şe
kerlemeler satılıyordu. Kasada dalgın bakışlı bir oğlan vardı. Ara sıra sıkıntıyla
oflayıp pufluyor ve küçük, bambu bir değneğe bağlı mendili sallıyordu. O za
man ısrarcı sinekler havalanıyor ama birkaç saniye sonra yeniden şeker lekeli
tezgâhın üzerine çöküyorlardı.
Otoparkta kimsecikler yoktu. Dağ yolu da ıssızdı. Buna memnundum doğ
rusu çünkü hâlâ olayın şokunu tam atlatamamıştım.
Abdullah telefonu kapadığında, onu izlememi işaret etti. Kendimi bir dağa
tırmanamayacak kadar güçsüz hissediyordum ama bunu ona söyleyemedim.
Bazen sevdiğiniz birinin saygısını yitirmemek için güçlü numarası yaparsınız.
Dik ama geniş taş basamaklardan dağın ilk düzlüğüne çıktık. Burada ağzı
ağır ve sağlam sütunlarla destekli, büyük bir mağara vardı. Kemerli girişin he
men ardındaki genişçe oda dışarıdan rahatça görünüyordu.
Basamakların sonundaki patikadan biraz daha tırmandık ve mağaranın ağ
zında durduk. Ana mağaranın kemerli girişinde insan boyunun beş katı yük
sekliğinde, iki tane Buda heykeli vardı. Biri sağda ve diğeri solda duruyordu.
Etraflarında hiçbir koruma olmamasına karşın, gayet iyi durumdaydılar.
Aşağı yukarı yirmi dakika daha tırmandık ve birçok mağaranın yanından
geçtik. Sonunda yine küçük bir düzlüğe geldik. Burada yol çatallanarak birkaç
kola ayrılıyordu. Zirveye hâlâ bir hayli mesafe vardı.
Yola devam ettik. Uzun ve ince ağaçların ve ağaç minelerinin arasından
geçtik. Nihayet bir tapmak avlusuna vardık. Zemin büyük, mermer taşlarla
kaplıydı. Üzeri sağlam görünüşlü bir kubbeyle örtülüydü ve sütunlu alanın
sonunda bir azize adanan, küçük, gizli bir mabet vardı.
Ciddi ve hatta belki biraz üzgün görünüşlü, sakallı aziz, sabit bakışlarını
ormana dikmişti. Abdullah durdu ve mermer taşlı avlunun ortasından bir an
ona baktı. Ellerini beline koymuştu. Gözlerinin içi belli belirsiz güldü.
“Özel dediğin yer burası mı?” diye sordum.
“Öyle, Lin kardeş. Khaderbhai burada Idriss’ten ders alırdı. Birkaç dersleri
ni dinleme ayrıcalığına eriştiğim için kendimi şanslı sayıyorum.”
Orada birkaç dakika, sessizce merhum Khan Khaderbhai’yi yad ettik.
İkimiz de kendi anılar pelerinlerimize sarındık ve hiç konuşmadık.
“Daha çok var mı?” diye sordum.
“Hayır,” dedi avlunun çıkışına doğru yürümeye başladığında. “Ama en zor
kısmı yeni başlıyor.”
Sarmaşıkların bürüdüğü dallara tutuna tutuna zirveye doğru tırmanışımızı
sürdürdük.
Kuru sezonda bu yolculuk daha kolay olurdu kuşkusuz. Yamaç kayalıktı
çünkü. Adımlarını taşların arasına uydurup bir keçi gibi tırmanabilirdin. Ama
yağmur mevsiminde zemin kaygandı.
Yarı yolda genç bir adama rastladık. Aynı patikadan aşağı iniyordu. Bir ara
yokuş o kadar dikleşti ki, yere uzanıp kendini aşağı kaydırmak zorunda kaldı.
Elinde büyük, plastik bir su bidonu vardı. Doğruca üzerimize doğru kay
dığı için bir noktada çarpıştık ve birbirimizin gömleklerine asılmak zorunda
kaldık.
“Ne eğlenceli değil mi?” dedi Hintçe. “Aşağıdan bir isteğiniz var mı?”
“Çikolata,” dedi Abdullah ve genç adam kayarak yemyeşil çalılıkların ara
sında gözden kayboldu. “Ben almayı unuttum,” diye seslendi Abdullah arka
sından. “Yukarıda ödeşiriz.”
Genç adamın sesi geldi:
“Thik!”
Abdullah’la tepeye çıktığımızda şaşkınlıkla etrafıma baktım. Burası uçsuz
bucaksız bir ovaydı. Ortasında dağın zirvesini oluşturan kayalıklar vardı.
Zirvenin kayalıklarında birkaç büyük mağara göze çarpıyordu. Hepsi de
aşağıdaki ovayı ve daha bir sürü vadiyi görüyordu. Ada Şehri ufukta yoğun bir
sisin arasında kalmıştı.
Hâlâ nefes nefeseydim. Dikkatle etrafa bakmayı sürdürdüm. Ovada küçük,
beyaz çakıl taşları vardı. Hâlbuki ne aşağıdaki vadide ne de buraya çıkarken
buna benzer taşlara rastlamıştık. Bir ara buraya başka bir yerden getirilmiş ol
malıydılar. Belki de birine ceza olsun diye çuvallarla taşıtmışlardı onları. Ama
olağanüstü bir etki yaratmışlardı doğrusu.
Üç tarafı açık bir mutfak alanı vardı. Üzeri etraftaki ağaçların yapraklarının
renginde bir brandayla kapalıydı.
Başka bir alan branda bezleriyle küçük bölmelere ayrılmıştı. Galiba orası da
banyoydu. Üçüncü bir alanda iki tane çalışma masası ve birkaç açılır kapanır
iskemle vardı.
Biraz ilerideki dört mağaranın geniş ağızlarından içleri hayal meyal görünü
yordu. Birinin girişinde ahşap bir dolap duruyordu. Bir başkasında üst üste yı
ğılı metal sandıklar gördüm. Üçüncüsünde etrafı is lekeleriyle kaplı, büyük bir
şömine vardı. Ben mağaralara bakarken en küçüğünden genç bir adam çıktı.
“Bay Shantaram?”
Kaşlarımı çatarak Abdullah’a döndüm.
“Seni buraya getirmemi Idriss Usta istedi,” dedi Abdullah. “Benim aracılı
ğımla seni buraya davet etti.”
“Beni? Davet etti?”
Abdullah başını salladığında tekrar genç adama döndüm.
“Buyurun,” dedi bana bir kartvizit uzatarak.
Üzerindeki kısacık cümleyi okudum.
Do'stlaringiz bilan baham: |