lıyor musun? Gözlerini bir görmelisin, dostum. Evren bana onu kurtarmamı
haykırıyor. Bu benim kaderim. Ama ne zaman polislere
onunla ilgili bir soru
sorsam bana çenemi kapamamı söylüyorlar.”
“Bana bak. Doğru dürüst anlatacak mısın şunu?”
“Tamam, kızma. Karakola bizim şoförü kurtarmaya gitmiştim. Breach
Candy yolunun oradaki Kemps Corner’da başka bir sürücüyle dalaşmışlar.
Birbirlerine deme-”
“Kız, Vinson,” dedim sabırsızca.
“Pekâlâ. Polislerle işim bittiğinde kızı orada otururken gördüm. Onu gör
melisin, dostum. Bir gözleri var. Aynı anda hem ateş, hem buz.
Ne demek
istediğimi anlaman için onu görmen gerek. Sence gözler insanı neden bu kadar
etkiliyor, dostum?”
“Vinson, kız.”
“Dedim ya, erkek arkadaşı dün gece altın vuruş yapmış. Ya da belki bu sa
bah. Emin değilim. Anladığım kadarıyla, kız uyandığında herif çoktan nalları
dikmiş. Frantic’te kalıyorlarmış.”
“Eee?”
“Frantic’tekileri bilirsin. Ağızları sıkıdır. Ama
ortada bir ceset varken ne
kadar susabilirler ki?”
“Kızı alıkoyup polisi aramışlar,” diye tahmin yürüttüm.
“Aynen. Göt herifler.”
“Ne var bunda? Adamlar hapsi boylamak istememiş. Bence sen de, hiç ka
rışma, Vinson. Bir uyuşturucu satıcısının bir polis karakolunda iyilik meleğini
oynadığı nereden görülmüş? Orada takılman bile doğru değil.”
“Ya, biliyorum. Ama bu kız başka. Polislerin ağzından laf almaya çalıştım
ama bir tek cesedi morgda teşhis ettiğini söylediler. Zavallı. İfadesini de vermiş
ama onu bırakmıyorlar.”
“Para lazım,” diye yineledim.
“Tahmin ettim. Ama benimle konuşmuyorlar. Seni ondan arıyordum.”
“Kim nöbetçi?”
“Dilip. Kız onun odasında oturuyor.”
“Güzel.”
“Para versem, bırakır mı onu?”
“Yeterince verirsen silahını ve rozetini de bırakır.”
“Ağzından bal damlıyor, dostum.”
“Ama sonra seni bulur ve onları geri almak için eşek
sudan gelene kadar
döver.”
“Bak bunu sevmedim.”
“Dilip insanları korkutmaya bayılır. Önce biraz korkmuş gibi yapacaksın.
Baktın keyfi yerine geldi, parayı vereceksin.”
“Sen öyle mi yapıyorsun?”
“Şimşek Dilip’le biz bunları çoktan aştık.”
“Benimle gelirsen, parayı verir kızı alırız, ha?”
“Tabii. Ama... ”
“Ne?”
Derin bir çektim ve beni endişeyle süzen gözlerine baktım.
Stuart Vinson ı severdim. Asya güneşinde, altı yılda iyice esmerleşen, yakı
şıklı yüzünde şanlı bir kutup kâşifinin cesur, kararlı ve dürüst ifadesini taşırdı.
Bununla
birlikte, yalnızca açlığın kol gezdiği bir şehirde lüks içinde yaşayan,
şanslı bir uyuşturucu taciriydi. Bu olayın üzerinde neden bu kadar durduğunu
gerçekten anlamamıştım.
“Kızı tanımıyorsun bile,” dedim. “Onun için başını belaya sokmaya de
ğer mi?”
“Lütfen, dostum. Sakın bu kız hakkında kötü bir şey söyleme.” Yumuşak
sesindeki ısrar dikkatimi çekti. “Yoksa bozuşuruz. Yardım etmek istemezsen
anlarım. Ama adını bilmemem, onu tanımadığım anlamına gelmez. Ben göz
lerine bir kere baktım ve anladım onu.”
lanrım.
“Kusura bakma. Başını ağrıttım,” dedi ve bir an uzaklara baktı.
Sonra yine yalvaran bakışlarla süzdü beni.
“Saçma geldiğini biliyorum ama iki saattir karakolda onu kurtarmak için
dil döküyorum. Tek kelime etmedi. Ama göz göze geldiğimizde gülümsedi
bana. Açıklayamıyorum, Lin. O an kalbim sıcacık oldu. Ben de gülümsedim
ve o da hissetti. Hayatımda hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştım.
Birini
sebepsizce sevmeye inanıyor musun bilmem ama yalvarırım yardım et bana.”
Evet, inanıyordum. Âşık olan herkes inanır. Sokağın karşısındaki Colaba
Polis Merkezi’ne gittik ve doğruca Dilip’in odasına girdik.
Komiser yardımcısı beni baştan aşağı süzdü. Sonra karşısında oturan kıza
baktı ve yine bana döndü.
“Arkadaşın mı?” diye sordu kafasıyla konuğunu işaret ederek.
Kıza baktım ve mercanların bir tehlike karşısında kapanması gibi,
benim de
içimde bir şey kıvrıldı, büzüldü, dertop oldu. Madalyondaki kızdı. Madalyonu
ona geri verdiğimde uyarmaya çalıştığım kız.
İçimden söylendim:
Do'stlaringiz bilan baham: