son nefesimi verene kadarc
iyim.”
“Ama hayat bazen aşırı boktan olabiliyor.”
“En kötü tecrübeler bile kanının hâlâ aktığının göstergesi. Hâlâ yaşıyorsun
ki başından bunlar geçiyor. Ben yazarım ve sevginin gücüne inanırım. İntihar
bir seçenek değil bence.”
“Senin için öyle olabilir.”
“Senin için de değil. Aklından bile geçiriyorsan tekrar düşün derim. Kendi
canımızı alma hakkına sahip değiliz. Kimse değil.”
“Neden?” diye sordu adı havaalanındaki o mekân gibi okunan Rannveig.
Gözleri saniyeler önce sorduğu zalimce sorunun aksine öylesine masumdu ki.
“Şöyle düşün. Bir kaçığın hiç tanımadığı birini öldürmeye hakkı var mı?”
“Hayır.”
“Pekâlâ. Burada kaçık sensin ve öldürmeye çalıştığı yabancı da sensin. İşler
ne kadar ters giderse gitsin bir süre sonra dönüşeceğin yabancıyı öldüremezsin.
Hayatının geri kalanı sana bunun bir seçenek olmadığını haykırıyor zaten.”
“Sen hiç mi dibe vurmadın? Bunu mu diyorsun?”
O kadar içtendi ki, ona sarılmak istedim.
“Elbette vurdum. Herkes dibe vurur. Ama daha genceciksin. Önünde uzun
bir hayat var. Tek bir dakikanı bile boşa harcamamaksın aslında. Bize dakika
larımızı tecrübe etmek düşer. Onun için çıkar bu saçmalıkları aklından. Başka
seçeneğin yok, anlıyor musun? Boşuna stres de yapma. Bugünler geçecek.
Vinson iyi bir adam. Kararın ne olursa olsun seni bekleyecektir. Sen de bir an
önce ayağa kalk ve mücadele et.”
“Haklı olduğunu biliyorum ama bazen güneş bulutların arasından çıkmak
bilmiyor.”
“Sen çok tatlı ve aklı başında bir kızsın. Benimle aynı ateş çemberinden
geçtin. İkimiz de dağıldık. Ama gayet iyi gidiyorsun. Bana baksana. Sürekli
polislerden dayak yiyorum. Hem son görüştüğümüzden beri daha sağlıklı du
ruyorsun. Gitmeden önce Idriss’le konuş. İyi gelir.”
“Sen bir suçlusun,” dedi ruhsuz bir sesle.
“Evet...”
“Kanunlara saygılı bir kadın bir suçluyu sevebilir mi?”
“Evet. Sık olmasa da bunun örnekleri var.”
“Hıh,” dedi alayla.
“Vinson’a çekincelerinden söz et,” dedim. “Bunu senin yerine ben ya
pamam.”
“Stuart birini öldürmüş, biliyor musun?”
Düzlüğe dağılan küçük insan gruplarına doğru baktım. “Vinsondan konu
şacaksak onu da çağıralım.”
“Daha değil,” dedi usulca.
Ayağa kalktım. O da doğruldu.
“Hayatımı başka türlü kazansaydım diye düşündüğün oluyor mu? Ya da
hep bunu istediğin?”
“O dediğin pişmanlığa girer.”
“Pişmanlık,” diye mırıldandı dalgın bir yüzle.
“Bir yakının kaçırıldığında onu kaçıranla pazarlığa başlamadan önce yakı
nının hâlâ yaşadığına dair bir kanıt istersin.”
“Evet...”
“Bir telefon görüşmesi ya da bir görüntü.”
“Evet.”
“Pişmanlık da hâlâ bir ruhun olduğunun kanıtlarından biridir. Eğer piş
manlık duymasaydın, şimdiki gibi harika bir insan olamazdın. Vinson da seni
sevmezdi. Pişmanlık iyidir. Ama uykuya geçtiğinde daha da iyidir. Sende de
öyle olacak.”
Düzlüğün ortasına doğru yürüdük. Vinson bize katıldığında gülümsemesi
ıssız bir kumsalı andırıyordu.
“Şimdi Idriss’le konuşacağım,” dedi Rannveig. “Yirmi dakikaya gel al beni.”
“Tamam, hayatım.” Vinson mutlu bir köpek yavrusu gibi onun arkasından
baktı.
“Dağa neden geldiniz?” diye sordum.
“Rannveig’in fikriydi. Karla’yla konuştuktan sonra istedi. O Karla nasıl bir
kız ya? Konuştuklarının yarısını anlamıyorum.”
“Öbür yarısını anlıyorsan iyi. Karla benim hayatımda gördüğüm en usta
laf cambazıdır.”
“Siz nasıl tanıştınız?”
“Hayatımı kurtardı,” dedim. “Bak, ateş yaktılar. Rannveig’i orada bekleye
lim mi?”
“Tabii.”
Öğrencilerin çoğu ya yemek pişiriyordu ya da dua hazırlığındaydı. Birinden
Rannveig’in hayaleti için bir tatlı tabağı hazırlayıp Silvano’ya vermesini rica
ettim. Ateşin başında oturan kimse yoktu. Vinson’la tahta sandıkların üzerine
tünedik ve alevlerin arkasından Vinson’ın kalbindeki yangına baktık.
“Aslında ben de gelmek istedim,” dedi Vinson. “Sana baş sağlığı dilemek
istedim. Lisa çok iyi kızdı.”
“Sağ ol, Vinson. Karla’nın tertip ettiği törene katılmışsınız. Ben de sana
teşekkür etmek istiyordum.”
“Lafı mı olur? Biz içimizden geleni yaptık.”
“Rannveig nasıl?”
“Eh,” dedi kısa sakalını sıvazlayarak. Belli ki bir şeyler daha söylemek istiyor
ama doğru kelimeleri seçemiyordu. Derin bir iç çekti.
“Aslına bakarsan, pek iyi değil. Bazen acaba yardım mı alsak diyorum. Ama
sonra düşünüyorum da kim onu benim kadar düşünür ki?”
“Rannveig’in kendisinden başka tabii.”
“Ah, elbette. Ama şu anda bunu yapabilecek kadar iyi değil.”
“Bence yanılıyorsun.”
“Ama yüzde yüz iyileşmedi ki.”
“Vinson,” dedim. “Öncelikle o kendi kendiyle ilgilenmeli. Tıpkı senin de
öncelikli olarak Vinson’la ilgilenmen gerektiği gibi. Bırak, ona neyin iyi geldi
ğini keşfetsin.”
“Nasıl?”
“Onu destekle. Neyi denemek istiyorsa denesin. Ona zaman ver. Seninle
olmak isterse er geç yanma gelir zaten.”
Bir kaybın gölgesinden sevdiği tek kadına elini uzatamadığı için onunla
olamayan bir adamdan tavsiyeler. Ben kimdim de ona akıl öğretiyordum?
“Özür dilerim, dostum,” dedim. “Sana tavsiye vermek ne haddime?
Sadece... Bazen hepimiz dağılırız. Ama elimizden geleni yaparsak eninde so
nunda birine bir faydamız dokunur. Doğru değil mi?”
“Haklısın, kardeş,” dedi bacağıma vurarak. “Biliyor musun, geçen gün
Concannon’ı gördüm. Null Çarşısı’nda tedarikçilerimden birini görmeye git
miştim. Birkaç adamla birlikte geldi. Bastonla yürüyordu. Siyah bir baston.
Topuzunda gümüş bir kurukafa var. Acayip havalı bir şey ama belki de içinde
bir kılıç saklıdır.”
“Şüphesiz. Nerede kaldığını söyledi mi?”
“Hayır. Ama dediklerine göre biraz uzaklaşmış. Kharda takılıyormuş.
Yalnızca bir söylenti tabii. O adamla ilgili her gün yeni bir dedikodu çıkıyor.
Seni sordu.”
“Tam olarak ne dedi?”
“O AvustralyalI hapishane kaçkını nerede dedi.”
“Sen ne cevap verdin?”
“Ne bu, tuzak soru mu dedim. Şansıma espriden anlıyor. Sonra da oradan
tüydüm. Onunla ilk tanıştığımızda sevmiştim biliyor musun? Şimdi aramıza
koca bir şehir bile girse yetmez.”
“Concannon’ı dert etme,” dedim. “Sana gelene kadar hesaplaşacağı bir sürü
adam var.”
Idriss’le Rannveig’in kalktıklarını gördük ve yanlarına gittik. Silvano her
zamanki gibi omzunda tüfeğiyle bir adım ötemizde duruyordu.
“Yatıya kalmak istemez misiniz?” diye sordu Idriss, Rannveig’in ellerini tutarak.
“Teşekkürler ama olmaz. Stuart’ın hizmetçisi hastalandı. Çok öksürüyor.
Yalnız kalsın istemiyorum.”
“O hâlde ona geçmiş olsun dileklerimi iletin. Kapımız size her zaman açık.”
Rannveig, ustayı diz çökerek selamladı. Vinson, Idriss’le el sıkıştı.
“Konukseverliğiniz için teşekkürler.”
“Yine gelin,” dedi Idriss.
Silvano iki genç adama işaret etti.
“Güvenli yoldan aşağı ineceksiniz. Dostlarımız size meşale tutacak,” dedi
Vinson’la Rannveig’e.
“Bir tatlı tabağı hazırlattım,” diye fısıldadım Rannveig’e. “Üzerine kırmızı
bir örtü örttüler. Nehrin kıyısına bırakırsın.”
“Teşekkür ederim,” dedi dalgınca. “Her şey için sağ ol.”
Son vedalarını da edip ateşin arkasında gözden kayboldular.
O gece rüyamda onları gördüm. Sonraki hafta da birkaç kere rüyama gir
diler. Didier de beni rüyalarımda ziyaret etti ve bana önceliklerimi hatırlattı.
Abdullah düşlerimde motoruyla çatılarda dolaştı. Ve bir de Lisa ikimizin ke
derleri ve pişmanlıkları arasından seslendi bana.
Dağın aşağısındaki dünya sürekli değişiyordu ve ben rüyalarım dışında ona
ayak uyduramıyordum. Kendime seçtiğim hayattan ve dostlarımdan sadece fi-
ziken ayrı değildim. Dağ benim kalbimin inzivasıydı ve zirvenin temiz havasın
da ancak rüyalarda ya da ziyaretçiler aracılığıyla uyandığı derin bir uykudaydı.
Burada sert rüyalar görüyordum. Çoğu geceler güneşe ya da kuşlara fırsat
vermeden uyandırıyorlardı beni. Ve kulaklarımda hep Rannveig’in pişmanlıkla
ilgili sözleri çınlıyordu.
Ormanın gece seslerini dinleyerek oturdum. Ayaklarıyla ezdiği taşlar kadar
beyaz bir cüppe giyen biri düzlükte yürüdü.
Idriss’ti. Düzlüğün kıyısında durdu ve ağaçların arasından görünen şehrin
ışıklarına baktı.
Belki manzaranın tadını çıkarıyordu. Ya da pişmanlıkla tövbe arasındaki o
gergin ipte yürüyordu. Sonra usulca döndü ve hüzünle kararan yüzüyle mağa
rasına doğru yürüdü.
Pişmanlık sevginin hayaletidir. Söylediklerimizi ya da yaptıklarımızı değişti
remeyeceğimizi bile bile ara sıra geçmişe gönderdiğimiz daha iyi bir hâlimizdir.
Bunu yaparız çünkü son derece insani bir şeydir. Türümüze has bir davranış bi
çimi. Bunu yaparız çünkü umursarız. Pişmanlıklar denizinde çürüyen o utanç
halatlarına tutunmaya çalışırız.
Bu yolculukta pişmanlık bize sevgiden daha iyi bir öğretmen olur.
Kötülüğün sadece kötülük doğurduğunu ve merhametin yalnızca merhamet
ten doğduğunu öğreniriz. Pişmanlık vazifesini yapar ve her şeyin bir gün dö
nüşeceği hiçlikte yitip gider.
Sırtüstü uzandım ve Rannveig’in dağdan dönerken o tabağı nehrin kıyısı
na bırakıp bırakmadığını düşündüm. Vicdan azabıyla dirilttiği hayalet nihayet
onu terk edip huzurla yoluna giderdi belki.
Do'stlaringiz bilan baham: |