Ç..10 Mayıs
Mektep talebeleri içinde on iki, on üç yaşlarında bir zengin paşa
kızı var. Büyümüş de küçülmüş gibi kavruk, çürük dişli, bücür, azametli
bir kız.
Nadide Hanımefendi, -eğlenmek için hanımefendi diyorum,
mektepte şimdiden onu öyle çağırıyorlar- Hastalar Tepesi’nin en güzel
konağında oturur, her gün paşa babasının landosu ve koç boynuzu gibi
palabıyıklı emir çavuşuyla mektebe gelir gider.
downloaded from KitabYurdu.org
276
Öyle sanıyorum ki, bu küçükhanım, bir şey öğrenmekten ziyade
fakir arkadaşlarına, hatta hocalarına kurum satmak için mektebe geliyor.
Çocuklar, onun halayıkları vaziyetindedir Hocalar, onun bin türlü
kahrını, nazını çekmeyi vazife biliyorlar. Ara sıra büyük hanımefendi,
kızının muallimlerini konağa davet eder, ziyafet verirmiş. Zavallı
arkadaşlarım, orada gördükleri debdebe ve saltanatı, yedikleri yemekleri,
hanımefendilerin
tuvaletlerini
söyleye
söyleye
bitiremezler.
Arkadaşlarımın bu hali beni hem güldürür, hem iğrendirir Bu
Abdürrahim Paşa’ların ne ruhta insanlar olduğunu anladım. Debdebeleri,
saltanatlarıyla birtakım görgüsüz, ehemmiyetsiz insanların gözünü
kamaştırmaktan zevk alan, kaba birtakım “Ne oldum” delileri.
Arkadaşlarım birkaç defa beni de götürmek istediler, bir hakarete
uğramış gibi kızardım, istihfafla omuzlarımı silktim.
Fakat çocukların potinlerini bağlamak, çamurlarını temizlemekten
çekinmediğim halde bu azametli küçükhanım efendiye hiç yüz
vermiyorum. Hatta, derste hırpaladığım da oluyor. Fakat aksiliğe bakınız
ki, o her hocadan ziyade bana musallat. Hiç peşimden ayrılmıyor.
Bu sabah, öğleye doğru kapımda bir araba durdu. Bir de ne
bakayım. Abdürrahim Paşa’nın landosu değil mi? Palabıyıklı emir
çavuşunun araba kapısını açtığını, talebem Nadide Hanım’ın etraftan
koşan mahalle çocukları arasında bir prenses azametiyle evime geldiğini
gördüm. Bütün mahalle, hayret içindeydi. Karşı evlerdeki kafeslerin
arkası kadın başlarıyla doluydu.
Nadide Hanım, büyük ablasının bir tezkeresini getiriyordu.
Maksadı derhal anladım. Akılları sıra servetleriyle, debdebeleriyle
öteki hocalar gibi benim de gözlerimi kamaştıracaklar, ilk fikrim; bir iki
soğuk teşekkür kelimesiyle küçükhanımı, çavuşu ve landoyu geri
göndermek oldu. Fakat, kalbimde birden bire arzu uyandı: Bu sonradan
görme ne oldum delilerine güzel bir ders vermek...
İstanbul’da, bu paşaların çok daha yüksek numunelerini
downloaded from KitabYurdu.org
277
görmüştüm. Hatta, böyleleriyle biraz uğraşırdım da. Yüzlerinden yalancı
maskeleri sıyırmak, azametli gösterişler altında gizlenen çirkinlikleri,
hiçlikleri meydana çıkarmak; Çalıkuşu’nun en büyük eğlencesiydi Ne
bileyim ben, böyle doğdum. Pek fena bir kız değilim, küçükleri,
ehemmiyetsizleri çok seviyorum. Fakat servetleri yahut yapmacık
kibarlıklarıyla övünenlere karşı daima zalimim.
İlk sene hanım hanımcık oturduktan sonra bugün bir parça
afacanlık etmek benim hakkımdı.
İnadıma, sade fakat çok şık giyindim. Allah’tan, bir kat lacivert
elbisem vardı. Amcam Paris’ten göndermişti.
Nadide Hanımefendi’yi, aşağı odada biraz fazla bekletmekten
çekinmedim. B.’de iken pek beğendiğim için bir Avrupa mecmuasından
kesip sakladığım bir baş modelini aynanın kenarına iliştirdim, bütün
kuvvetimi, maharetimi sarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazla
fantezisi ve viöjö idi. Fakat neme lâzım? Ben bugün, bir aktris gibi bu
kibar “Kenar dilberleri” üstünde yapacağım tesire bakarım.
Aşağıdaki küçükhanımı, sadece kendimi süslemek için yalnız
bırakmadım. Biraz da bu fakir eşyalı loş odanın aynasında gülümseyen
genç kızı seyretmek için beklettim. Bir yabancıyı seyreder gibi, ona
utana utana bakıyordum. Madem ki defterimi benden başka kimse
okumayacak. Niçin hepsini itiraf etmemeli? Onu güzel, hem de dikkat
ettikçe saran bir biçimde güzel buluyordum. Gözlerim, İstanbul’da
tanıdığım şen, kaygısız Çalıkuşu’nun berrak aydınlık parçası içinde
titreyen birkaç yıldız kırıntısından ibaret açık ela gözleri değildi.
Onlarda, karanlıklara baka baka geçmiş birçok yalnız gecelerinden
kalma siyah bir acı, yorgun bir tahayyül, uykuya ve daha başka şeylere
doymamış gözlerin, süzgün mahmurluğu vardı. Bu gözler,
gülümsemeseler, canlı bir ıstırap gibi büyük ve derin görünecekler.
Fakat, gülmeye başladıkları an her şey değişiyor. O vakit küçülüyorlar,
ziyalar içlerine sığmıyor, küçük pırıltılarla yanakların üstüne dökülmeye
downloaded from KitabYurdu.org
278
başlıyor.
Bu yüzde ne güzel, ne ince çizgiler vardı. İnsana ağlamak arzusu
verecek kadar güzel şeyler.
Kusurlarında bile şimdi bir sevimlilik görüyordum Tekirdağ’daki
eniştem derdi ki: “Feride, senin kaşların lakırdılarına benziyor, güzel
güzel, ince ince başlıyor, fakat sonra yolunu sapıtıyor!” Onun dediği gibi
güzel, ince ince başladıktan sonra, yolunu sapıtan bu kaşların, şakaklara
doğru öyle güzel bir dağılışı vardı ki.
Sonra, bir parça kısa olduğu için daima gülen, daima üst dişlerimi
bir parça açık bırakan dudağım -düşünmeli ki bu dudak, B.’deki Hoca
Efendi’nin dediği gibi-beni mezarıma bile gülümseye gülümseye
götürecek.
Küçükhanımın aşağıda, mahsus potinlerini vurarak gezindiğini
işitiyor, fakat bir türlü aynadaki küçükhanımdan ayrılamıyordum.
Bana, B.’de İpekböceği, Ç.’de Gülbeşeker dedikleri zaman ne
kadar üzülmüş, titizlenmiştim. Şimdi aynada gördüğüm genç kıza, bu
seher aydınlığı gibi berrak, kırağılarla ıslanmış Nisan gülleri gibi taze
mahluka, bu isimleri vermekten çekinmiyordum. Bir aralık görünmekten
korkuyor gibi etrafıma baktım, sonra kendi kendimi, gözlerimi,
yanaklarımı, çenemi öpmek için aynaya uzandım. Yüreğim kuş gibi
çırpınıyor, dudaklarım ıslak bir lezzetle titriyordu.
Fakat, yazık ki bu aynalar da erkek icadı, insan ne yapsa, mesela
saçlarını, gözlerini öpemiyor. Ne yapsa, ne kadar uğraşsa kendini yalnız,
münhasıran dudaklarından, ağzından...
Neler söylüyorum?.. Sör Aleksi: “Papaz elbisesi adamın ruhunu da
papaz eder!” derdi. Koket başı da adamı koket mi yapıyor, nedir? Bir
mektep hocası için ne manasız, ne ayıp lakırdılar bunlar.
Hanımları, salonlarının içinde, bana karşı acemi aktrisler gibi tuhaf
tuhaf pozlar almış görünce içimden güldüm: “Görürsünüz, biraz
sabredin!” dedim
downloaded from KitabYurdu.org
279
İki sene uslu uslu oturduktan sonra, biraz afacanlık etmek bugün
benim hakkımdı.
Onlar, başkaları gibi hanımefendiyi, küçükhanımefendileri
eteklemediğimi, gayet sade ve serbest bir selamla iktifa ettiğimi görünce
hayret ettiler. Birbirlerine bakıyorlardı. Mürebbiye olduğunu tahmin
ettiğim adi Beyoğlu kokonası, altın gözlüğünü tutarak, beni baştan aşağı
süzdü.
Tavırlarımda, hareketlerimde öyle tabii bir akıcılık, sözlerimde
öyle fütursuz bir emniyet vardı ki, salonun içi gizli bir fırtınaya uğramış
gibi altüst oluyordu. Bu salon, kibarlık ve zevkten ziyade paranın bin
türlü pahalı eşya ile doldurulduğu bir nevi manifaturacı camekânı idi.
Hanımcıklar, senelerden beri birer manken ölülüğüyle bu salonda
oturuyorlar, Ç.’nin zavallı görgüsüz kadınlarını hayretlere düşürmekten
zevk alıyorlardı.
Serbest ve afacan cüretimle yavaş yavaş bu salona sahip oluyor,
kendilerini acemi, beceriksiz bir misafir mevkiinde bırakıyordum. Bu
kaba ve gülünç komedyayı oynarken tabiilikten çıkmamaya, oyunumu
belli etmemeye gayret ettim. Her ne gösterdiler, ne söylediler, ne
yaptılarsa beğenmediğimi hissettirdim. Hem de onlara, zavallılıklarını,
görgüsüzlüklerini derin derin, acı acı duyurmak şartıyla. Mesela, paşanın
büyük kızı, bana tabloları gösteriyordu; ben, bunların adi şeyler
olduğunu nazik ve üstü örtülü kelimelerle söyledikten sonra, bir köşede
bir minyatür buluyor, salonda yegâne bir sanat eseri olan bu güzel şeyin
niçin buraya atıldığını soruyordum. Hülasa, hiçbir debdebelerine hayret
etmedim. Her şeylerini tenkit ettim. Hele yemekte onlara o kadar gizli
eziyetler ettim ki... Bu mükemmel, zengin sofrasında, kim bilir, kaç
kişinin lokması boğazında kalmıştı? Kim bilir kaç misafir, çatal bıçak
kullanmasını beceremedikleri için gizli gizli ter dökmüş, kaç biçare,
nasıl alınacağını nasıl yeneceğim bilmediği bir yemeği reddetmek
mecburiyetinde kalmıştı? Bugün hep onların intikamını aldım. Öyle
downloaded from KitabYurdu.org
280
becerikli, ahenkli hareketim vardı ki, hanımlar göz ucuyla, hayran
hayran bakmaktan kendilerini alamıyorlardı. Ben de ara sıra onlara
bakıyordum. Fakat nazarlarım, onların elindeki çatalı titretiyor,
boğazlarını tıkıyor, su içmelerini şaşırtıyordu. Hele o görgüsüz, cahil
kadınlara kendisini adam diye satan, gülünç Fransızcasıyla övünen
Beyoğlu kokanasını dünyaya geldiğini pişman ettim.
O bir mürebbiye, ben bir mektep hocası olduğum için kendisini
benimle kapı yoldaşı farz ediyordu. Benimle gizli bir mücadeleye
girişmeyi, bir meslek mecburiyeti bildi. Fakat, bu maskarayı öyle
bozdum ki... Türkçe derdini anlatmaktan aciz kalıyor, “Türkçe iyi
anlatamıyorum” diye kurtulmak istiyordu. Ben, o vakit, Fransızca
söylemeye başlıyor; bu defa Fransızcasıyla eğleniyordum. Hülasa,
küçük, ehemmiyetsiz, iptidaiye hocası kaybolmuş: “Dam dö Siyon”un
en zarif lakırdıcı muallimlerini ağlamaklı eden zalim Çalıkuşu, bütün
haşarılığı, alaycılığı ile yeniden doğmuştu.
Yüksek meclislere ait bir kabul etiketini münakaşa ederken söz
bulmakta aciz kaldı: “Mamafih, ben birçok yüksek meclislere girdim,
çıktım, gözümle gördüm!” diye beni mat etmek istedi. O vakit, mağrur
bir istihfafla yüzüne baktım, gülümseyerek:
-Evet, ama, yalnız girip çıkmak kâfi değil, insanın o muhitte kendi
tabii hayatını yaşaması lâzımdır, dedim.
Bu pek terbiyeli olmadığını itiraf ettiğim hücumum üzerine
kadıncağızı hafakanlar boğuyordu. Minimini paşazadelerden biri, ders
saati geldiğini bahane ederek alelacele yanımızdan çıktı.
Hanımlar, kuzu gibi olmuşlardı. Bu çirkin süs ve gurur maskelerini
attıktan sonra ruhlarının asıl çehresini gösterdiler. Hakikaten fena
insanlar değildiler. O vakit, ben de yavaş yavaş halimi bilen,
ehemmiyetsizliğini takdir eden mazlum, sakin, iptidaiye muallimesi
mevkiine indim.
Hanımefendi ve küçükhanımlar sık sık gelmemi samimiyetle rica
downloaded from KitabYurdu.org
281
ediyorlardı. “Ara sıra taciz ederim, fakat her zaman nasıl olur, ne
söylerler? Sık sık geldiğimi görürlerse mutlaka sizden bir şey
beklediğim fikrine düşerler” dedim.
Hanımefendi, kim olduğumu merak ediyor, mutlaka beni
söyletmek istiyordu.
-İyice bir ailenin fakir düşmüş bir kızı, dedim.
-Hanım kızım, siz bu güzelliğinizle, bu meziyetinizle pek iyi bir
yere gelin olabilirdiniz.
-Belki, hanımefendi, beni de isteyecek zararsız bir adam olabilirdi.
Fakat, ben kendi alnımın teriyle kendimi geçindirmeyi daha iyi buldum.
Çalışmak ayıp değil, dedim.
-Sizi iyice bir ailenin iyice bir çocuğu için isteseler ne dersiniz?
-Tabii, kazandığım bu şeref için teşekkür ederim, fakat zannederim
ki kabul etmem.
Asıl maksatlarını biraz sonra anladım. Meğer bugün sadece azamet
satmak, saltanatlarıyla gözlerimi kamaştırmak için, bu konağa
çağrılmamışım!
Paşa’nın büyük kızı bana bahçeyi göstermek istemişti. Bahçeleri
de, tıpkı salonlarına benziyordu. Bin bir çeşit çiçek, ot, fidan saksı ile
sözüm ona yabana süslenmiş, daha doğrusu döşenmiş, tefriş edilmiş olan
bu bahçede dolaşırken, üçer beşer senelik sekiz on bodur çamdan ibaret
yapma bir ormancıkta...
Fakat bunu anlatabilmek için on iki gün evvelki bir vakaya
dönmeye mecburum.
Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik koca bir bağ var.
Çocuklar, aradaki çit duvarı söktükleri için iki bahçe hemen hemen bir
gibi. Bir zamandan beri o bağda üç, dört fakir işçi, başlarında kırmızı
mendillerle çapa çapalıyorlardı. Teneffüs saatlerinde yanlarına gidiyor,
biçarelerin kan ter içinde çalıştıklarını seyrediyordum. O bahsettiğim
gün, bunların arasında genç bir ameleye dikkat etmiştim. O da onlar gibi
downloaded from KitabYurdu.org
282
giyinmişti, fakat simasında, halinde bir başkalık fark ediliyordu. Mesela;
yüzünün esmer cildinde renkli bir şeffaflık, gözlerinde başka bir parıltı
vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar nazik ve küçüktü. Öteki işçiler gibi
yaşlı başlı olmadığı için yanına yaklaşamıyordum. Fakat o, benim
yanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çok susadığını, mektep
çocuklarından birinden kendisi için su istememi söyledi.
Horozdan kaçan insanlardan dünyada hoşlanmam. Onun için
çekinmedim. Hatta bir mektep hocası olduğumu düşünerek: “Peki
oğlum, biraz bekle, söyleyeyim!” dedim.
Kendi kendime: “Bu, mutlaka sonradan düşmüş bir asilzade filan
olacak!” diye düşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu.
Konuşurken kelimelerini şaşıracak kadar sıkılıyordu. Fakat bir taraftan
da mütemadiyen sualler, hem de münasebetsiz sualler soruyordu:
Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kış nasıl olurmuş,
armudu, elması bol muymuş?
O, suyu içerken ben, gülümsüyor: “Anlaşılan biçarenin aklında bir
noksan var!” diyordum. Paşa’nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde,
maskara edilmiş bir biçare ağaçlar içinde gördüğüm şeyin, beni ne kadar
mütehayyir etiğini anlatmak için bu kadar tafsilat kâfi.
Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ile karşı karşıya
geliyordum. Fakat bu sefer büsbütün başka bir kıyafetle. O, başındaki
alabros saçlara varıncaya kadar kılıcı, düğmeleri, nişanları, yakası, yüzü,
dişleri, hasılı her şeyi pırıl pırıl parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi.
Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının arasında; başı yüksek, vücudu
dik, parmakları birbirine yapışmış duruyordu, ince bıyıklarının altında,
yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkâr gözleri parlıyordu. Hülasa,
öyle bir duruş, öyle bir kıyafet ki, insan beyaz eldivenleriyle kılıcını
çekerek: “Hazır ol!” kumandasını vermesini bekliyor.
Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite “hazır ol” kumandasını
başkaları vermiş.
downloaded from KitabYurdu.org
283
Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):
-A! İhsan, sen burada mıydın? Nereden çıktın ayol? Diye hayret
etti.
Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadar acemice oynuyor ki: “A!
İhsan, sen nereden çıktın?” diye hayret ederken sesine: “Vah vah! Yalan
söylediğimiz ne kadar da belli oluyor!” der gibi bir ahenk geliyor.
Evet, bu gülünç “operakomik” dekoru içinde gülünç bir komedya
oynayacaktık, niçin? Bunu daha sonra anlayacağım. Şimdilik hiçbir şey
sezdirmemek, sakin ve cesur olmak lâzım.
Her halde, bu paşalar, sürpriz yapmasını çok seven insanlar. Fakat
benim de, bugün inatçılığım üstümde. Ne yaparlarsa yapsınlar, şaşırmış
görünmeyeceğim. Galiba, benim utanmamı, kaçınmamı bekliyorlar hiç
vakar ve sükûnumu bozmadım.
Nerime Hanım dedi ki:
-Feride Hanımefendi, siz de bizim gibi İstanbullusunuz. Amcazade
ve süt kardeşim İhsan’ı size takdim etmemde bir mahzur görmezsiniz,
değil mi?
Ben, hiç fütursuz:
-Bilâkis, çok memnun olurum efendim, dedim. Sonra, onun söz
söylemesine meydan vermeden kendimi takdim ettim:
-Feride Nizamettin. Maarif ordusunun küçük zabitlerinden...
Genç zabit, o güzel ve cüretkâr sükûnunu muhafaza edemedi.
Hakkı da yok mu ya? Küçük iptidaiye hocası birkaç gün evvel amele
kıyafetinde gördüğü bir şahsı, bugün güneş gibi parlak, peri masalı
şehzadeleri gibi güzel ve muhteşem görür de heyecanından bayılmaz;
bu, akla sığar şey mi?
Evet, bilâkis, o şaşırdı. Bize mektepte, ehemmiyetli bir şeymiş gibi
senelerce özene bezene talim ettikleri o mahut; “Selam merasimi”ni pek
iyi bilmiyordu. Galiba, bir asker temennası için kaldırdığı elini yarı
yolda tekrar indirdi, elimi tutmayı tercih etti. Fakat, bu defa da elimdeki
downloaded from KitabYurdu.org
284
eldiveni gördü. Bu biçare eldivenden, birdenbire ateş almış gibi öyle bir
dehşetle elini çekmesi vardı ki...
Üç, beş dakika kadar hiç fütursuz konuştum. Göz göze geldikçe
zavallı delikanlı, besbelli amele kıyafetiyle benden su istediğini
hatırlıyor, mahcubane gözlerini indiriyordu. Fakat ben, hiç oralı
olmuyor, onu ilk defa görmüş gibi konuşuyordum.
Biraz sonra Nerime Hanım’la içeri giriyorduk. Kadıncağız,
tereddütle bana baktı ve dedi ki:
-Feride Hanım, tabii İhsan’ı tanıdınız. Mektepteki vakayı, demek o
da biliyordu. Sadece:
-Evet, dedim.
-Belki aklınıza bir şey gelir. Size işin doğrusunu söyleyeyim
efendim, İhsan, arkadaşlarıyla bahse girmiş. Gençlik bu ya efendim, olur
şeyler.
Hayretle dudaklarımı bükmekten kendimi alamadım:
-Ne münasebet efendim?
Nerime Hanım, kızarıyor, mahcubiyetini saklamak için gülüyordu:
-Efendim, zabitlerden bazıları size mektepten gelirken tesadüf
etmişler, pek güzel olduğunuzu söylemişler. Biz İstanbulluyuz, tabii
buralılar gibi bunu bir hakaret saymayız değil mi, güzelim? İhsan, bahse
girmiş: “Mutlaka bir çaresini bulur, bu Muallime Hanım’la görüşürüm.”
demiş. O gün, üşenmeden amelelerden birinin elbisesini giyinmiş, bahsi
kazanmış. Tuhaf değil mi?
Ben, cevap vermedim. Zavallı Nerime Hanım, sözlerinin yaptığı
soğuk tesiri pek iyi anlıyordu.
Bugünkü garip komedyanın son perdesini tekrar yukarı salonda
oynadık, İhsan Bey’le görüştüğüm haberi, bizden çok evvel yukarı
gelmişti. Bütün simalar bunu gösteriyordu.
Büyük Hanımefendi’nin gizli bir işareti üzerine solandakiler dışarı
çıktılar. Yalnız Nerime Hanım kaldı.
downloaded from KitabYurdu.org
285
Hanımefendi biraz tereddütten sonra söze başladı:
-İhsan’ı nasıl buldunuz, hanım kızım? Ben, yine gayet sade:
-Çok iyi bir genç görünüyor, hanımefendi. O:
-Yüzü de güzeldir, tahsili de iyidir: Terfian Beyrut’a tayin edildi.
-Ne kadar iyi! Hakikaten güzel, sevimli bir genç. Malumatı da,
dediğiniz gibi mükemmel görünüyor.
Ana kız, birbirinin yüzüne baktılar. Bu sözlerime hem hayret
ediyorlar, hem memnun oluyorlardı.
-Allah senden razı olsun, kızım! İşimizi kolaylaştırdın dedi. Ben
İhsan’ın sütannesiyim, evlat gibi elimde büyüttüm. Feride Hanım kızım,
genç kızlarla doğrudan doğruya konuşmak olmaz ama, maşallah, siz
akıllı uslusunuz. Sizi Allah’ın emriyle İhsan’a istiyorum. Sizi pek
beğenmiş. Madem ki siz de onu beğendiniz inşallah mesut olursunuz.
Bir ay izin alırız, düğününüzü burada yaparız, olmaz mı? Sonra beraber
Beyrut’a gidersiniz.
İşin buraya geleceğini daha evvelden hissetmiştim. Hakikaten
gülünecek bir vakaydı. Fakat, bilmem neden, yabancı memlekette
kocaya istenilmek bana bu dakikada garip bir mahzunluk veriyordu.
Mamafih, neşem gibi hüznümden de renk vermedim:
-Hanımefendi, bu cariyeniz için büyük şeref. Size de, İhsan Bey’e
de bütün kalbimle teşekkür ederim. Fakat mümkün değil, dedim.
Büyük Hanım, birdenbire şaşırdı:
-Niçin kızım? Biraz evvel onu beğendiğinizi, güzel bulduğunuzu
söylediniz ya! Gülerek cevap verdim:
-Hanımefendi, yine tekrar ediyorum ki, İhsan Bey, güzel ve değerli
bir genç, fakat aramızda bir izdivaç ihtimalini aklımdan, yahut
kalbimden geçirmiş olsaydım, bu meziyetlerini açıktan açığa
söyleyebilir miydim efendim? Bu, bir genç kız için biraz fazla serbestlik
olmaz mıydı?
Ana kız, tekrar birbirlerine baktılar, küçük bir sükût hüküm sürdü.
downloaded from KitabYurdu.org
286
Sonra, Nerime Hanım, ellerimi tuttu:
-Feride Hanım! Herhalde kati cevabınız bu olmayacak, çünkü
İhsan, çok müteessir olacak.
-İhsan Bey, yine tekrar ediyorum, çok güzel bir genç, kimi isterse
alabilir.
-Evet, fakat o, sizi istiyor. Demin size arkadaşlarıyla bir bahse
tutuştuğunu söylemek lâzım geldi. Hiç böyle şey olur mu, güzelim?
Zavallı çocuk, on gündür öyle telaş içinde ki: “Ölürüm, ondan
vazgeçemem, mutlaka, alacağım!” diyor.
Nerime Hanım’ın, bu bahsi uzatacağını, beni kandırmak için
birçok şeyler söyleyeceğini hissediyorum. Nazikâne, fakat gayet kati
birkaç sözle buna imkân olmadığını söyledim. Gitmek için müsaade
istedim.
Nerime Hanım, adeta müteessir olmuştu. Yorgun bir tavırla
annesine:
-Kuzum anne, İhsan’a söyle, benim dilim varmayacak, Feride
Hanım’ın reddedeceğini aklına bile getirmiyordu. Şimdi, çok müteessir
olacak, dedi.
Ah, bu erkekler! Hepsinde aynı gurur, aynı kendini beğenmişlik.
Bizim de bir kalbimiz olduğunu, bizim de “mutlaka” isteyecek bir
şeyimiz olabileceğini, bir türlü akıllarına getirmek istemiyorlar.
Paşanın landosu beni evime bıraktığı vakit Munise, komşudaydı.
Soyunmadan evvel bir kere daha kendimi seyretmek istedim. Oda,
iyiden iyiye kararmıştı. Duvara vurmuş donuk bir ay ışığına benzeyen
aynada, kendimi hayal meyal seçebiliyordum. Bilmem nasıl bir ışık
oyunu oldu. Lacivert kısa elbisem bana beyaz gibi göründü. Uzun
etekleri karanlıklarda kaybolan bir beyaz ipek.
Birdenbire ellerimi yüzüme kapadım. Bu dakikada Munise odaya
girdi:
-Abacığım!
downloaded from KitabYurdu.org
287
Ondan imdat ister gibi ellerimi uzattım. “Munise” diyecektim,
fakat dudaklarımdan yanlışlıkla başka bir isim, nefret ettiğim büyük
düşmanımın ismi çıktı.
Do'stlaringiz bilan baham: |