“Bom shankar
1” diye bağırdı Vikram çubuğuna uzanırken. “Lin, bu Naveen
Adair. Özel dedektiflik yapıyor. Ciddiyim bak. Naveen, bu da Lin. Hani anla
tıyordum ya? Varoş doktoru.”
Genç adam elimi sıkmak için ayaklandı.
“Daha dedektif olamadık,” dedi buruk bir gülümsemeyle.
Güldüm. “Olsun. Ben de doktor sayılmam.”
Üçüncü adam çubuğundan bir nefes çekip bana uzattı. Gülümseyip başımı
iki yana salladığımda çubuğu yataktaki adamlara geçirdi.
“Vinson,” dedi. Onunla tokalaşırken kendimi büyük, mutlu bir köpeğin
patisini tutuyormuşum gibi hissettim. “Stuart Vinson. Hakkında çok şey duy
dum dostum.”
“Lin’i duymayan puşt kaldı mı?” diye böğürdü Concannon yataktaki
adamlardan birinin uzattığı çubuğu alırken. “Vikram seni dilinden düşürmü
yor. Piç herif sana âşık mıdır nedir? Lin aşağı, Lin yukarı. Hey, Vikram? Belki
Lin’inkini ağzına bile almışsındır ha?”
“Doğru konuş!” dedi Vinson.
Concannon gözlerini kocaman açtı. “Ne? Sadece adama bir soru sordum,
tamam mı? Hindistan hâlâ özgür bir ülke değil mi? En azından İngilizce konu
şulan bölgeleri öyle.”
Vinson bana bakıp özür dilercesine omzunu silkti. “Sen ona aldırma.
Adamın ağzı kenef gibi. Sadece bok akıyor.”
Stuart Vinson, Amerikalıydı. İri yarı, güçlü kuvvetli bir tipti. Rüzgârda da
ğılmış gibi duran sarı, gür saçlarıyla açık denizlere yelken açan bir maceraperes
ti andırıyordu. Hâlbuki bir uyuşturucu taciriydi. Hem de en esaslılarından. O
nasıl beni duymuşsa, ben de onun hakkında çok şey duymuştum.
“Bu da Jamal,” dedi Vikram, Vinson’la Concannon’a aldırmadan. Yatağın
sol kenarında oturan adamı işaret ediyordu. “İthalatçı, sarıcı ve içici. Bir nevi
tek kişilik ordu.”
“Tek kişilik ordu,” diye yineledi Jamal.
Cılız, ufacık tefecik, bukalemun gözlü bir şeydi. Her tarafı muskalarla kap
lıydı. Bir an maneviyatlarının büyüsüne kapılarak onları saydım. Belli başlı beş
inançtan da bir şeyler vardı. Sonra gözlerim adamın gülümsemesine takıldı.
“Tek kişilik ordu,” dedim.
“Tek kişilik ordu,” diye yineledi.
“Tek kişilik ordu.”
Yine tekrarladı: “Tek kişilik ordu.”
Bir kere daha söylerdim ama Vikram engel oldu.
“Billy Bhasu,” dedi yatakta uzanan adamın diğer tarafındaki tipi göstererek.
Beyaz tenli, minik bir adamdı. Ellerini göğsünde kavuşturarak beni selamla
dıktan sonra çubuğunu temizlemeye devam etti.
“Biz ona tedarikçi deriz. Ne istersen getirir. Kadın ya da dondurma, fark
etmez. Durma, dene. Ondan dondurma iste. Hadisene!”
“İstemiyorum...”
“Billy, git, Lin’e dondurma al.”
“Derhâl,” dedi Bili çubuğu bir kenara bırakarak.
Elimi kaldırdım. “Hayır. Dondurma istemiyorum.”
“Ama sen dondurma seversin,” diye diretti Vikram.
“Şimdi burada ne alaka? İstemez. Ne olur oturt şu adamı.”
“İlla bir şey getirecekse kadın getirsin!” diye bağırdı Concannon gölgelerin
arasından. “Hatta iki tane.”
“Duydun mu, Billy?” dedi Vikram.
Billy’nin yanma gidip onu ayağa kaldırmaya çalıştı. Ama yatakta uzanan
hareketsiz adamdan boğuk ve yankılı bir ses yükseldiğinde silahla vurulmuş
gibi donup kaldı.
“Vikram,” dedi ses. “Biraz daha konuşursan açılacağım.”
“Hay kafamı sikeyim! Affedersin Dennis,” dedi Vikram ağzından tükürük
ler saçarak. “Ben sadece Lin’i herkesle tanıştırmak istedim. O sırada...”
“Lin,” dedi adam ve gözlerini açıp bana baktı.
Gözleri şaşılacak kadar açık bir griydi ve kadifemsi bir ışık saçıyorlardı.
“Ben, Dennis. Tanıştığımıza memnun oldum. Rahatına bak lütfen. Benim
evim senin evin.”
Yatağa yaklaşıp adamın uzattığı kırık kuş kanadı eli tuttum ve tekrar ayak
ucuna çekildim.
Dennis beni gözleriyle takip etti. Hafifçe gülümsüyordu.
“Vaaay!” dedi Vinson gelip yanımda dikilerek. “Dennis? Hoş geldin. Öteki
taraf nasıldı?”
“Sessizdi,” diye yanıtladı Dennis gözlerini benden ayırmadan. “Birkaç da
kika öncesine kadar çıt çıkmıyordu.”
Concannon’la genç dedektif Naveen Adair de bize katıldı. Hep birlikte
Dennis’e baktık.
“Dennis sana bakıyor, Lin,” dedi Vikram. “Bu ne kadar büyük bir onur
bilemezsin.”
Kısa bir sessizlik oldu. Sonra Concannon konuştu.
“Oh, ne âlâ memleket!” dedi otuz iki dış sırıtarak. “Aklımı ve bilgeliğimi
paylaşmak için tam altı sikik aydır burada oturup viskini içiyor ve çubuğunu
tüttürüyorum. Gözlerini sadece iki kere açtın. Sonra Lin geliyor ve kıçın tutuş
muş gibi ona bakıyorsun. Ben neyim? Bostan korkuluğu mu?”
“İyi bildin,” diye mırıldandı Vinson.
Concannon başladı gülmeye. Dennis suratını buruşturdu.
“Concannon,” diye fısıldadı, “seni sevimli hayalet kadar çok severim bilir
sin ama kafamı açıyorsun.”
Concannon sırıttı. “Affedersin dostum.”
“Lin,” diye mırıldandı Dennis. Konuşurken sadece dudakları kıpırdıyor
du. “Kabalık etmek istemem ama dinlenmem gerek. Tanıştığımıza memnun
oldum.”
Başını bir derece kadar Vikram’a doğru çevirdi.
“Vikram,” diye fısıldadı dolgun, tumturaklı sesiyle. “Lütfen, dostum. Biraz
yavaş, tamam mı? Hatta keşke hepten sussanız.”
“Tabii, Dennis. Kusura bakma.”
“Billy Bhasu?” dedi Dennis usulca.
“Evet, Dennis?”
“Dondurmayı siktir et.”
“Dondurmayı siktir mi edeyim?”
“Dondurmayı siktir et. Bugün kimse dondurma filan yemeyecek.”
“Tamam, Dennis.”
“İyice anladın mı?”
“Dondurmayı siktir ettim, Dennis.”
“En az üç ay dondurma lafı duymak istemiyorum.”
“Tamam, Dennis.”
“Güzel. Jamal, bana bir çubuk daha hazırla. Büyük ve güçlü bir şey olsun.
Efsane bir şey. Bana müsaade beyler. Kalın sağlıcakla.”
Dennis yeniden ellerini göğsünde kavuşturdu. Gözlerini kapadı. Nefesi
sığlaştı. Diğerleri ne kıpırdadı, ne konuştu. Jamal göz açıp kapayıncaya kadar
efsane bir çubuk hazırladı. Bütün oda Dennis’e bakıyordu. Vikram’ı gömleğin
den yakaladım.
“Gel, buradan çıkmalıyız,” dedim çekiştirerek. “Bize müsaade, beyler. Kalın
sağlıcakla.”
“Hey, beni bekleyin!” diye seslendi Naveen, Fransız kapılardan dışarı fırlay
Sokağın temiz havası ikisini de ayılttı. Adımlarını sıklaştırıp benimkiler
uydurdular.
Üç katlı binalarla sık yapraklı çınarların arasındaki gölgelik koridordan esen
rüzgâr, yakınlardaki Sassoon Limanı’nın balık kokusunu buraya kadar sürük-
lüyordu.
Güneş ışığı ağaçların arasındaki boşlukları doldurmuştu. Gölgeden ışığa
her çıkışımda sanki ayaklarımı sıcak bir havuza sokuyordum. Güneş içimden
akıp ağaçların altındaki gölgeler gelgitinin yolunu kesiyordu.
Gökyüzü puslu bir maviydi. Denizin üzerine konan mat bir camı andırı
yordu. Otobüslerin tepelerine tüneyen kargalar şehrin daha serin mahallelerine
doğru yol alıyordu. El arabalarıyla mal taşıyanlar arsızca birbirlerine bağırıyordu.
Bombaylıları yüksek sesle şarkı söylemeye iten o aydınlık Bombay günle
rinden biriydi işte. Yanından geçtiğimiz, zıt yöne doğru yürüyen adamla aynı
Hint aşk şarkısını mırıldandığımızı fark ettim.
“Çok iyi ya,” dedi Naveen. “Herifle aynı şarkıyı söylüyordunuz.”
Gülümsedim ve mavi camdan Bombay günlerimizde yaptığımız gibi birkaç
mısra daha söyleyecektim ki, Vikram bana bir soru sordu.
“Eee, nasıl gitti? Söylediğim şeyi alabildin mi?”
Goa’ya sık gitmememin sebeplerinden biri de ne zaman oraya gitsem biri
nin benden bir istekte bulunmasıdır. Üç hafta önce Vikram’a Goa’da bir işim
olduğunu söylediğimde benden bir iyilik rica etti.
Annesinin düğün takılarından birini biraz nakit karşılığında bir tefeciye
bırakmış. Minik yakutlarla süslü bir kolyeymiş. Vikram borcunu ödemiş ama
tefeci kolyeyi geri vermemiş. Sıkıysa gel al demiş. Herifin benim çalıştığım
Sanjay Şirketi mafyasına büyük saygısı varmış. Vikram bunu bildiği için kolye
nin peşine benim düşmemi rica etmişti.
Kolyeyi almıştım ama Vikram, tefecinin Şirket’e saygısını biraz abartmiştı.
Adam beni tam bir hafta oyaladı. Benimle ve Şirket’le ilgili demediğini bırak
madı. Neyse, sonunda kolyeyi vermeyi kabul etti.
Ama geç kalmıştı. Herif tefeciydi, hakaret ettiği Şirket de bu tip adamla
rın defterini dürmeye yer arıyordu. Sanjay’dan dört goril çağırdım. Aradaki
gangsterleri bertaraf ettik.
Sonunda tefeciyle yüzleştik ve kolyeyi verdi. Sonra gorillerden biri onunla
adil bir kavgaya tutuşup onu bir temiz dövdü. Ve gayet adaletsizce onu benzet
meye devam etti. Tefeci, Şirket’e yeni bir saygıyla bağlanmıştır eminim.
“Söylesene. Aldın mı, almadın mı?” diye sordu Vikram.
“Buyur.” Kolyeyi ceketimin cebinden çıkarıp eline tutuşturdum.
“Vay anasını. Ne kıyak adamsın be! Danny sorun çıkardı mı?”
“Bir daha o herifle iş yapma.”
“Sildim gitti.”
Kolyeyi mavi ipek kesesinden çıkardı. Işığı yakalayan yakutlar avucunda
birer kan damlasına dönüştü.
“Bana bakın. Ben bunu anneme götüreceğim. Sizi de bir yere atayım mı?”
Vikram yoldan geçen bir taksiyi çevirirken, “Sana ters,” dedim. “Leopold’den
motorumu alacağım.”
“İzin verirsen ben de seninle biraz yürümek istiyorum,” dedi Naveen usulca.
“Keyfin bilir.”
Vikram mavi keseyi gömleğinin cebine koydu.
Taksiye binerken onu durdurup kulağına eğildim.
“Ne yaptığını sanıyorsun?”
“Efendim?”
“Uyuşturucu konusunda bana yalan söylemezsin, değil mi Vik?”
“Ne yalanı? Esmer şekerden birkaç fırt aldım, o kadar. Hem hepsi
Concannon’un malları. Parasını verdi, aldı. Ben...”
“Sakin ol.”
“Ben hep sakinim. Beni bilirsin.”
“Bazıları sırf alışkanlıktan herkesi ısırmaya çalışır. Concannon da onlardan
biri ama sen değilsin.”
Gülümsedi ve bir an eski Vikram oluverdi. O Vikram benden ya da başka
birinden yardım istemeden Goa’ya kendi giderdi. Hatta o Vikram, annesinin
mücevherini bir tefeciye bırakmazdı.
Taksiye binerken gülümsemesi kayboldu. Ardından bakarken aşkın taru
mar ettiği bu iyimser adam için endişelendim.
Tekrar yürümeye başladığımda Naveen yanımda bitti.
“Durmadan o kızdan bahsediyor. Şu İngiliz’den.”
“Yürümesi gereken ama nadiren yürüyen şeylerden biriydi.”
“Seni de çok anlatıyor,” dedi Naveen.
“Bence genel olarak çok konuşuyor.”
“Karla’yı, Didier’yi ve Lisa’yı da anlatıyor ama en çok seni.”
“Dedim ya, çok konuşuyor.”
“Bana hapisten kaçtığını söyledi. Hâlâ kaçakmışsın.”
Zınk diye durdum.
“Bak şimdi de sen çok konuşuyorsun. Ne bu? Bulaşıcı filan mı?”
“Hayır. Dur açıklayayım. Bir arkadaşıma yardım ettin. Adı Aslan...”
“Kim, kim?”
“Bir arkadaşım.
“Ne diyorsun be?”
“Birkaç hafta önce gece vakti, Ballard Rıhtımı’nın yakınında onu zor bir
durumdan kurtarmışsın.”
Genç bir adamdı. Gece yarısı Ballard’dan bana doğru koştu. Geniş yolun
iki yanında kapalı dükkânlar vardı. Adam bir sokak lambasının gölgesinde dur
du ve onlarla tek başına dövüşmeye hazırlandı. Ve sonra tek başına kalmadı.
“Ne olmuş?”
“Öldü. Uç gün oluyor. Sana ulaşmaya çalıştım ama Goa’daydın. Hazır yal
nızken söyleyeyim dedim.”
“Neyi be adam?”
Elimde olmadan bağırmıştım. İrkildi. Kaçak olduğumdan söz etmesi keyfi
mi kaçırmıştı. Bir an önce sadede gelmesini istiyordum.
“Üniversiten arkadaşımdı,” diye anlattı temkinli bir sesle. “Geceleri tehlike
li yerlerde dolanmaya bayılırdı. Ben de öyleyim. Herhâlde sen de. Yoksa orada
ne işin olacak? Belki bilmek istersin diye düşündüm.”
“Abi, sen benimle kafa mı buluyorsun?”
Gölgede duruyorduk. Aramızda yalnızca birkaç santim vardı. Yanımızdan
kaldırımın trafiği akıp geçiyordu.
“Neden?” diye sordu.
“Hapishane mevzusunu Aslan’ın öldüğünü haber vermek için mi açtın?
Olayın bu mu? Deli misin sen, yoksa gerçekten o kadar iyi misin?”
Alınmıştı. “Galiba o kadar iyiyim. Anlatmaya çalıştığımı doğrudan anlarsın
sandım. Başını derde soktuğuna üzüldüm. Bunu hiç istemezdim. Özür dilerim
ve hoşça kal.”
Koluna yapıştım.
“Yahu dur.”
Onu neden durdurdum derseniz, dosdoğruydu da ondan. Dürüst bakışla
rı, kendinden emin duruşu, içten gülümseyişi... Hiçbirinde bir terslik yoktu.
Sezgiler evlatlarını kendileri seçer. Karşımda cesurca dikilen bu kırgın genç
adamdan hoşlanmıştım. Böylelerine nadir rastlanırdı.
“Sorun değil.” Yeniden gevşedi.
“Vikram’ın sana bir kaçakla ilgili anlattıklarına gelecek olursak... Bu tip
bir bilgi Interpol’ün ilgisini çekebilir. Benim ise kesinlikle çeker. Anlıyorsun,
değil mi?”
Aslında soru sormuyordum ve bunu o da biliyordu.
“Interpol’ü sikeyim.”
“Sen bir dedektifsin.”
“Dedektifleri de sikeyim. Bana göre bu yalnızca bir arkadaştan saklanama-
yacak türde bir bilgi, o kadar. Zamanı gelince tabii. Kimse sana bunu öğretme
di mi? Ben tam burada, bu sokaklarda büyüdüm ve gayet iyi biliyorum.”
“Ama biz arkadaş değiliz.”
Güldü. “Henüz.”
Bir an yüzüne baktım.
“Yürümeyi sever misin?”
“Yürürken sohbet etmeyi daha çok,” dedi yeniden kaldırımın kalabalığına
karıştığımızda.
“Interpol’ü sikeyim,” diye yineledi az sonra.
“Sohbeti seviyorsun.”
“Yürümeyi de.”
“İyi o zaman. Bana yürürken üç kısacık hikâye anlatmanı istiyorum.”
“Pekâlâ. Birincisi...”
“Dennis.”
Naveen kafasında kâğıt kırpıntılarıyla dolu bir bohça taşıyan bir kadına
çarpmamak için yana kaçarken güldü. “İşini biliyorsun. Valla ben de oraya ilk
kez bugün gittim. Gözlerinle gördüğün dışında sadece duyduklarım var.”
“Dinliyorum.”
“Annesi babası ölmüş. Bu ona çok koymuş. Yani öyle diyorlar. Ailesi paralı
tiplermiş. Bir şeyin patentini mi ne almışlar. Dennis’e altmış milyon kalmış.”
“Bugün gördüğüm hiç de altmış milyonluk bir oda değildi.”
“Parası fondaymış. Dennis transtayken çoğalmaya devam ediyor.”
“Ölü taklidi yaparken demek istedin herhâlde?”
“Sadece öylece yatmıyor. Dennis uyurken Samadhi denen bir yoğunlaşma
durumuna geçiyor. Kalp atışları ve nefes alıp verişi sıfıra yaklaşıyor. Teknik
açıdan bakılırsa sık sık ölüyor yani.”
“Benimle taşak geçme, dedektif.”
“Yok ya,” dedi gülerek. “Geçen yıl kaç doktor ölüm belgesini imzaladı ama
Dennis uyandı. Tek Kişilik Ordu Jamal, belgelerin koleksiyonunu yapıyor.”
“Yani sen diyorsun ki, bu Dennis ikide bir ölüyor. Rahibiyle muhasebecisi
arkasından küfretmiyor mu?”
“Dennis transtayken parasını yönetenler de paylarını alıyordur mutlaka.
Bir tek gördüğün evi almış. Transtayken rahat etmek için.”
“Bunları sağdan soldan mı duydun, yoksa araştırdın mı?”
“İkisi de.”
“Ne diyeyim?” Bir araba önümüzden manevra yaparken sustum.;
“Hayatımda daha iyi ölü taklidi yapan birini görmedim.”
Naveen sırıttı. “Emsali yok.”
İkimiz de bir an düşüncelere daldık.
“İkinci hikâye?” dedi Naveen.
Concannon.
“Bizim spor salonunda boks yapıyor. Hakkında fazla bir bilgim yok. Sadece
!
iki şey söyleyebilirim.”
“Evet?”
“Sol kroşesi fena ama ıskaladı mı savunmasız kalıyor.”
“Hım?”
“Hem de istisnasız. Solla hamle yapıyor, sağla vuruyor ve her seferinde üze
rine bir sol kroşe yapıyor. Dediğim gibi, vuramazsa bir an savunmasız kalıyor.
Ama hızlı ve nadiren ıskalıyor.”
“Sonra?”
“Beni Dennis’in kapısından sokabilecek başka biri yoktu. Dennis onu se
viyor. Hatta resmi yollardan onu evlat edinmek istediğini duydum. Zor tabii.
Concannon, Dennis’ten yaşlı. Ayrıca Hintliler kanunen bir beyazı evlat edine
bilir mi bilmiyorum.”
“Kapısından sokmak derken?”
“Dennis transtayken onu izlemek isteyen yığınla insan var. Geçici olarak
öldüğünde gerçek ölülerle konuşabildiğine inanıyorlar. Ama kimse içeri gire
miyor.”
“Çat kapı gitmediğin sürece,” dedim alayla.
“Anlamadın. Dennis transtayken kimse kapısını çalmaya cesaret edemez.”
“Hadi canım.”
“Ciddiyim. Sadece sen yaptın.”
“Dennis’i konuştuk,” dedim dört kişilik bir çekçeke yol vererek.
“Concannon’a dönelim.”
“Dediğim gibi, boks yapıyor. Aynı zamanda sokak dövüşçüsü. Daha fazla
bir şey bilmiyorum. A, bir de eğlenceyi seviyor.”
“Çenesi hiç durmuyor,” dedim. “Arkan yeterince sağlam olmadıkça bu yaş
ta öyle sağa sola sallamazsım”
“Dikkat et mi diyorsun?”
“Tersine gelme diyorum.”
“Ya üçüncü hikâye?”
Yoldan ayrılıp bir patikaya girdim.
Peşimden geldi. “Nereye?”
“Bir şeyler içeceğim.”
“Nasıl? Bir yere mi oturacağız?”
“Evet. Ne var bunda? Hava çok sıcak. Susadım.”
“Ah, hiç. Ben de içerim.”
Otuz dokuz derece sıcakta buz gibi karpuz suyu ve kafanızın üzerinde dö
nen pervaneler. Oh be!
“Özel dedektiflik muhabbeti nereden çıktı?” diye sordum. “Gerçekten de
dektif misin?”
“Evet. Tesadüfen başladım. Neredeyse bir yıl oldu.”
“Nasıl bir tesadüf, insanı özel dedektifliğe sürükler ki?”
Gülümsedi. “Hukuk okuyordum. Diplomamı almaya az kalmıştı. Son yı
lımda özel dedektifler ve hukuk sistemine etkileri üzerine bir tez hazırladım.
Sonra okulda sadece bu konunun ilgimi çektiğini fark ettim ve bir denemeye
karar verdim.”
“Nasıl gidiyor bari?”
Güldü.
“Boşanma davaları borsadan daha sağlıklıydı. Ne olacağını kestirmek de
kolaydı. Birkaç iş yaptım ama sonra vazgeçtim. Bana mesleğin inceliklerini
öğreten adam otuz beş yıldır boşanma davalarına bakıyor ve hâlâ zevk alıyor.
Ben sevemedim. Evli erkekler karılarını aldatıyor. Hep aynı hüzünlü hikâye.
Sıkıldım.”
“Ya sonra?”
“Şimdilik iki kayıp köpek, bir kayıp koca ve bir güveç kabı buldum. Sağ
olsunlar bütün müşterilerim kendi işlerini göremeyecek kadar tembel ya da
kibar insanlar.”
“Ama dedektifliği seviyorsun? Heyecanlı bir iş ha?”
“Doğrusunu istersen, hikâyenin bu kısmında ne olursa olsun gerçeği öğre
niyorsun. Avukatlık öyle değil. Sana anlatılan çarpıtılmış bir gerçek de olabilir.
Aradığın şey aile yadigârı bir güveç kabı olsa da, işin aslı bu. Kimse yalan söy
lemiyor.”
“Devam edecek misin?”
“Bilmem.” Gözlerini kaçırıp gülümsedi, “işimde ne kadar iyi olduğuma
bağlı.”
“Ya da ne kadar kötü.”
“Ya da ne kadar kötü.”
Naveen Adair.”
Beyaz dişlerini göstererek sırıttı ama çabucak ciddileşti.
“Daha yarısını bile duymadın.”
“Naveen Adair,” dedim. “Hangi tarafın başına daha çok dert açıyor? Hindi
mi İrlandalı mı?”
“Anglo Saksonlar için fazla Hintliyim,” dedi gülerek. “Hintliler için de fazla
Anglo Sakson. Babam...”
Baba, çoğumuz için kayıp vadiler ve sarp kayalıklarla dolu bir diyardır.
Yanımda o kayalıklardan birine tırmanmasını sabırla bekledim ve yeniden ko
nuştu.
“Annemi bırakıp gittiğinde sokakta kaldık. Beş yaşıma kadar kaldırımlarda
dilenmişiz. Ama ben pek hatırlamıyorum.”
“Sonra?”
Bakışları sokağa kaydı. Gözlerinin rengiyle duygularınınkiler birbirine ka
rıştı.
“Babam veremdi,” dedi. “Ölürken varını yoğunu anneme bırakmış. Her
nasılsa bok gibi para kazanmış. Birdenbire zengin olduk ve.
“Hayatınız değişti.”
Kendisi hakkında bu kadar çok şey anlatmaktan rahatsızmış gibi baktı yü
züme.
Tepemdeki pervane yüzünden kafam buz kesmişti. Garsona işaret edip per
vaneyi biraz yavaşlatmasını söyledim.
“Üşüdün mü?” diye azarladı garson beni. “Şimdi ısınırsın.”
Pervanenin hızını üçten beşe çıkardı. Yanaklarımın donduğunu hissettim.
Parayı ödeyip çıktık.
“Masa iki boşta!” diye bağırdığını duydum.
“Şahane bir yer,” dedi Naveen.
“Sevdin mi?”
“Hı-hı. Nefis karpuz suyu ve kâbus garsonlar. Mükemmel!”
“Seninle anlaşacağız, dedektif. Seninle iyi anlaşacağız.”
Do'stlaringiz bilan baham: |