Marathi ve Hinduca konuştuklarını duydum. Arabalar, kıyafetler ve mü
cevherler hakkında içten bir hayranlıkla yorum yapıyorlardı. Konuşmalarında
ya da tavırlarında hiçbir kırgınlık ve kıskançlık yoktu. Bunlar yoksul insan
lardı. Beş
harfli
fakir
kelimesinin içine sıkışan, zor şartlarda yaşayan insanlar.
Yine de zengin konukların mücevherlerini ve ipeklerini neşeyle ve müthiş bir
masumiyetle çekiştiriyorlardı.
Tanınmış bir sanayiciyle film yıldızı karısı galeriden çıktığında gruptan he
yecanlı nidalar yükseldi. Aktris değerli taşlarla süslü sarı-beyaz bir sari giymişti.
Başımı çevirip yeniden ilerideki insanlara baktım. Gülümsüyorlar ve film yıldı
zına sanki mahallelerinin kızlarıymış gibi seslenip dikkatini çekmeye çalışıyor
lardı. Sonra onlardan ayrı duran üç adamı fark ettim.
Sessiz bakışlarında sert bir ifade vardı. Koyu renk gözlerinden kötülük ya
yılıyordu. Bu his o kadar yoğundu ki bir dalga gibi tenime çarptı ve sabah çiyi
misali üzerime yapıştı.
Adamlar fark edildiklerini hissetmişti. Aynı anda bana dönüp bariz bir
nefretle gözlerimin içine baktılar. Mutlu kalabalık bizi hiç umursamıyordu.
Galerinin önüne yanaşan limuzinlere el sallıyorlardı.
Lisa’nın galeride olduğunu düşündüm. Adamlar hâlâ bana kötü kötü ba
kıyordu. Ellerim yavaşça arkama gitti. Belimde, kanvas kılıflarının içinde iki
tane bıçak vardı.
“N’aber?” Rosanna omzuma bir şaplak indirdi.
Boş bulunup bileğine yapıştım.
Gözleri hayretle irileşti. “Hop! Napıyorsun?”
Kaşlarımı çatıp kolunu bıraktım. “Özür dilerim.”
Hemen adamların durduğu yere baktım. Gitmişlerdi.
“İyi misin?” diye sordu Rosanna.
“Evet, evet. Tabii. Kusura bakma, dalmışım. Buradaki
olay birazdan biter
herhâlde?”
“En fazla yarım saati var. Büyük yıldızlar gidince ortalık sakinleşir. Lisa,
Goa’yı sevmediğini söyledi. Neden? Ben oralıyım.”
“Tahmin ettim.”
“Eee, Goa’ya ne garezin var?”
“Hiç. Sadece oraya ne zaman gitsem birilerinin kirli çamaşırlarını toplu
yorum.”
“Benim Goa’m bu değil.”
Amacı beni terslemek ya da kendini haklı çıkarmaya çalışmak değildi.
Yalnızca hayatındaki bir gerçekten söz ediyordu.
“Belki değildir,” dedim gülümseyerek. “Ama Goa büyük bir yer. Ben yalnız
ca birkaç kumsalını ve kasabasını biliyorum o kadar.”
Dikkatle yüzüme baktı.
“Oraya neden gittim demiştin? Yakutlar ve?”
“Aşk mektupları.”
“Tek sebep bu değildi herhâlde?”
“Tabii,” diye yalan attım.
“Karaborsa diye bir tahminde bulunsam yaklaşmış olur muyum?”
Goa’ya on tane silah almaya gitmiştim. Onları Bombaydaki mafya bağlan
tıma teslim ettikten sonra Vikram’ın işinin peşine düşmüştüm. Evet, karaborsa
iyi tahmindi.
“Rosanna, bak...”
“Hiç aklına geldi mi? Buradaki asıl sorun sen ve senin gibiler. Hindistan’a
her türlü belayı getiren sizsiniz.”
“Burada benden önce de bela vardı, benden sonra da olacak.”
“Ben Hindistan’dan bahsetmiyorum. Senden bahsediyorum.”
Haklıydı. Belimdeki iki bıçak da bunun kanıtıydı.
“Doğru söylüyorsun,” dedim.
“Öyle mi düşünüyorsun?”
“Evet. Ben belalı bir tipim. Ama şu anda sen de öylesin.”
“Lisa’nın bir de senin dertlerine ihtiyacı yok.”
“Doğru. Daha çok derde kimin ihtiyacı var ki?”
Kahverengi gözlerini yüzümde dolaştırdı. Sohbetimize yön verecek bir an
lam ya da daha derin bir düşünce arıyordu belki de. Sonra güldü ve başını
çevirip bol yüzüldü elini diken saçlı kafasından geçirdi.
“Sergi ne kadar açık kalacak?” diye sordum.
“Bir hafta. Bağnazlar bir taşkınlık yapıp kapattırmazsa tabii.”
“Yerinizde olsam bir güvenlik şirketiyle anlaşırdım. Kapıya iri yarı
adamlar
dikerdim. Hatta birkaç günlüğüne bir otelin güvenlikçileriyle anlaşabilirsiniz.
Onlar işlerini iyi yapar. En kötüleri bile diğerlerinden iyidir.”
“Neden? Kulağına bir şey mi geldi?”
“Aslında, hayır. Ama demin buradaki birkaç adam vardı ve bence çok mut
suzlardı. Bilmem anlatabildim mi?”
“O bağnazlardan tiksiniyorum!”
“Hisleriniz karşılıklı bence.”
Galerinin kapısına baktığımda Lisa’yı Rish veTaj’la vedalaşırken gördüm.
“Ah, Lisa çıktı.”