Beşinci Bölüm
Söz buraya geldiğine göre bu makama uygun bir şekilde ihlasın diğer bazı derecelerini de zikretmeye çalışacağım.
İhlasın derecelerinden biri de ameli; sevap ve ecrin istihkakını görmekten tasfiye etmektir. Bunun tam karşıtı ise ameli; sevap talep etmek ve sevap istihkakını görmekle karıştırmaktır. Bu da amelini büyük görmek meselesinden uzak değildir. Ve sülûk ehli kimse kendisini bundan temizlemelidir. Bu istihkakı görme durumu da; kendisi ve şanı yüce yaratıcı hakkındaki marifet noksanlığından kaynaklanmaktadır. Bu da şeytani ağaçtan dallanmaktadır ki sonuç olarak kendisini, amelini, benliğini ve enaniyetini görmeye dönmektedir. Zavallı insan, amellerini görme örtüsünde olduğu, ameli kendisinden kabul ettiği ve işte kendisini tasarruf sahibi bildiği müddetçe, bu hastalıktan asla kurtulamaz, bu tasfiye ve halis kılma makamına asla erişemez. Dolayısıyla sülûk eden kimse çaba göstermeli ve kalbi riyazetler, akli ve irfani sülûk ile kendi kalbine bütün amellerin; Hak Teala’nın, kulun eliyle icra ettiği, ilahi nimet ve bağışlardan olduğunu anlatmalıdır. Fiilî tevhit, sülûk eden kimsenin kalbine yerleşince de, artık ameli kendisinden görmez ve dolayısıyla da sevap talep etmez, aksine sevabı bir ihsan ve nimetleri karşılıksız görür. İbtidai/istihkaksız kabul eder.
Tahir imamların sözlerinde ve özellikle de ilahi arifin irfan semasından ve Seyyid’üs Sacidin’in (İmam Zeyn’ül Abidinin) nuranî aklından; Allah’ın kullarını tabiat zindanından kurtarmak, ubudiyet edebini anlatmak ve rububiyet hizmetine soyunmak için nazil olmuş olan ilahi ve nurlu Sahife-i Seccadiye kitabında, bu ilahi latifeler oldukça fazla zikredilmiştir. Nitekim İmam Zeyn’ül Abidin (a.s) otuzikinci duasında şöyle buyurmuştur: “Büyük nimetleri karşılıksız/istihkaksız olarak bağışladığın ve ihsanına şükretmeyi ilham ettiğin için, hamt sana mahsustur.”1 Başka bir yerde ise şöyle buyurmuştur: “Nimetlerin ibtiai/istihkaksız ve ihsanın bir bağıştır. Zira bütün ihsanların bir bağıştır ve bütün nimetlerin ibtiai/istihkaksızdır.”2
Misbahu’ş Şeria’da ise şöyle buyurulmuştur: “İhlasın en düşük mertebesi; kulun bütün gücüyle çaba göstermesi, sonra da Allah katında ameli için bir değer biçmemesi ve bu ameli sebebiyle rabbine bir mükafat farz kılmamasıdır.”3
İhlasın bir diğer derecesi ise; amelini çok görmekten, ameliyle hoşnut olmaktan, amele itimat ve kalp bağlılığı içinde bulunmaktan temizlemektir. Bu da sülûk ehli için seyr-u sülûkun en önemli hususlarından biridir ve onu Allah’a doğru seyreden kafileden alıkoyar. İnsanı tabiatın karanlık hapsine mahkum eder. Bu da şeytanın pis ağacından türemekte ve “beni ateşten yarattın onu ise topraktan yarattın”4 diyen şeytanın mirası olan bencilliktendir. Ve aynı zamanda bu, insanın kendi makamını ve azameti yüce olan mabudun makamını bilmemekten kaynaklanmaktadır.
Eğer mümkün bir varlık olan bu zavallı, kendisinin; çaresizlik, acizlik ve zayıf makamını bilecek ve Hakk’ın kemal, büyüklük, azamet makamını tanıyacak olursa, asla amelini büyük görmez ve kendisinin bir iş yaptığını hesaba katmaz. Bu zavallı, dünya pazarında bir yıllık amele bile, sıhhat ve cüzlerinden güvende olmaları şartıyla, birkaç kuruştan fazla değer biçmedikleri halde, iki rekaattan dolayı sonsuz beklentiler içindedir. İşte bu hoşnutluk ve ameli çok görme gerçeği, bir çok ahlakı ve ameli fesatların kaynağıdır ve bunları zikretmek konuyu uzatacaktır. Hadisi şeriflerde de bu konuya işaret edilmiştir. Nitekim Kafi-i Şerif kendi senediyle Hz. Musa b. Cafer’in (a.s) bazı çocuklarına şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ey oğulcağızım! Çaba ve gayret göster ve nefsini aziz ve celil olan Allah’a ibadet ve itaat hususunda kusur haddinden fazla görme. Şüphesiz Allah’a hakkıyla ibadet edilemez.”1 Hakeza İmam (a.s) başka bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kendisiyle aziz ve celil olan Allah’ı irade ettiğin her amel hususunda, kendi nefsini kusurlu gör. Şüphesiz bütün insanlar, aziz ve celil olan Allah’ın koruduğu kimseler dışında kendileriyle Allah arasında yaptığı amellerde kusur sahibidirler.” 2
Hakeza İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hayrın çokluğunu çok görmeyiniz (Allah’a ibadet ve itaat her ne kadar çok da olsa azdır).”3
Hakeza Sahife-i Kamile’de Allah’ın meleklerinin sıfatları hakkında şöyle buyurulmuştur: “Onlar günah ehline ve cehennem ehline karşı alevlenen cehenneme baktıklarında şöyle derler: “Sen münezzehsin, biz sana hakkıyla ibadet edemedik” 4
Ey zayıf kimse! Allah’ın yaratıklarından en arifi olan, ameli herkesten daha nuranî ve azametli olan Resulullah (s.a.a) bile acizlik ve kusur ifadesinde bulunup “Biz seni hakkıyla tanıyamadık ve hakkıyla sana ibadet edemedik”5 derken ve masum İmamlar (a.s) da Allah’ın mukaddes huzurunda kusur ve acizlik izharında bulunurken, zayıf bir sivri sinekten ne çıkar.”6
Evet onların mümkün varlığın acizliğini ve makamı yüce Vacib'ul Vücud’un azamet ve izzetini tanıma makamları, bu izhar ve itiraflarda bulunmayı gerektiriyordu. Oysa biz zavallılar cehaletten ve çeşitli örtülerden dolayı gurura kapılıyor, kendimiz ve amellerimizle üstünlük satmaya kalkıyoruz. Suphanallah! Müminlerin Emiri’nin (a.s) şu sözü ne kadar da doğrudur: “İnsanın kendi nefsiyle övünmesi, aklının hasetçilerinden biridir.”1 Şeytanın, zaruri bir işi bize örtülü kılması ve bizim de akıl terazisinde onu tartmaya kalkmamamız akılsızlıktan değil midir? Oysa biz; hiç şüphesiz bütün sıradan insanların, hatta Allah’ın meleklerinin ve ruhanilerinin amellerinin, Resulullah (s.a.a) ve Hidayet İmamları’nın (a.s) amelleriyle mukayese ölçüsünde hiçbir hissedilir değere sahip olmadığını ve asla sayılamayacağını bilmekteyiz. Oysa bu büyük insanlardan bir iş hususunda acizlik ve kusur itirafında bulunmaları, mütevatir olarak ve hatta ondan daha üstün bir şekilde bir ölçüde rivayet edilmiştir. Bu iki zaruri önermeden çıkan sonuç da, bizim amellerimizden hiç biriyle hoşnut olmamamız gerektiğidir. Eğer biz, bütün dünya ömrümüz boyunca ibadet ve itaat edecek olsak bile, utanç içinde olmalı, üzülmeli ve utanmalıyız. Ama buna rağmen şeytan kalbimizde yer etmiş, akıl ve hislerimizde egemen olmuştur. Bu zaruri önermelerden hiçbir sonuç almamış durumdayız ve de kalbimizin durumu bunun tam tersidir.
Resulullah’ın (s.a.a) da onayladığı gibi Hendek günü vurduğu bir darbesi, bütün cin ve insanların ibadetinden daha üstün olan2 ve de Allah’ın yaratıklarının en çok ibadet edeni olan, Ali b. Hüseyin’in bile benzeri olmaktan acizlik izharında bulunduğu3 Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin bile, acizlik ve küçüklük izharı, kusur ve suç itirafında bulunuşu, bizlerden daha çok yücedir. Ali Murteza’nın ve Allah’tan başka bütün yaratıklarının, dergahının kölesi olduğu, sofrasındaki marifetler nimetinden istifade ettiği ve öğretilerinden ilim elde ettiği Allah Resulü bile, o şekilde işe koyulmakta, kemal dairesinin seyrinin tamamı ve tevhit ve marifetin son halkası olduktan sonra, tam on yıl Hira dağında ayakta durmakta, ibadet ve itaate koyulmakta, mübarek ayakları şişmektedir. Ve bunun üzerine Allah-u Teala şu ayeti nazil buyurmuştur: “Ta-Ha biz sana Kur’an'ı meşakkate düşesin diye indirmedik.” 1
Ey temiz hidayetçi! Biz Kur’an’ı sana, meşakkat ve sıkıntıya düşesin diye indirmedik, sen temiz ve hidayete erdiren bir kimsesin. Eğer insanlar sana itaat etmezse, bu onların kusurundan ve şekavetindendir, senin sülûkunun ve hidayetinin noksanlığından değil. Ama buna rağmen Peygamber (s.a.a) acizlik ve kusurunu ilan etmektedir.
Seyyid b. Tavus (k.s) Ali b. Hüseyin’den (a.s) bir hadis nakletmektedir ki biz de bu bölümü, her ne kadar uzun da olsa, bu hadisle bereketlendirelim. Zira bu hadis Ali b. Hüseyin’in (a.s) bazı haletlerini açıkladığı için, böylece ruhlar onun güzel kokusunu alır ve kalplerin damağı onunla tatlanmış olur.
Seyyid b. Tavus (r.a) Feth’ul Ebvab adlı kitabında ez’-Zehri’ye istinaden şöyle nakletmektedir: “Ali b. Hüseyin (a.s) ile Abdulmelik b. Mervan’ın yanına vardık. Abdulmelik, Ali b. Hüseyin’in perişanlığını ve alnındaki secde izini görünce şaşırarak şöyle dedi: “Ey Eba Muhammed! Senin için Allah nezdinde hayır taktir edildiği halde, ibadetlerde çabanın etkileri üzerinde aşikar olmuştur. Sen Resulullah’ın (s.a.a) bir parçasısın. Ona oranla daha yakın ve bağlarınız daha sağlamdır. Sen aile efradın ve zamanındaki halk arasında büyük bir üstünlüğe ve fazilete sahipsin. Sahip olduğun fazilet, ilim, din ve takva geçmişte ve şimdi, ailenden göçüp gidenler dışında hiç kimse için söz konusu değildir.” Mervan b. Hakem böylece İmam’ı övdü sonunda Ali b. Hüseyin (a.s) şöyle buyurdu: “(Bize oranla) söylediğin fazilet ve Allah’ın yardım nimetlerinin şükrünü eda etmek nasıl mümkündür? Resulullah (s.a.a) ayakları şişinceye kadar namaz kılıyor, oruç günlerinde ağzı susuzluktan kuruyordu, buna rağmen ona (Fetih suresi 2. ayete işareten) “Ey Resulullah! Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmıştır” diye söylediklerinde şöyle buyurmuştur: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” Bağışladığı ve bizi denediği şeyler sebebiyle Allah’a hamd olsun. Dünyada ve ahirette şükür, Allah’a aittir. Allah’a yemin olsun ki eğer bedenimin organları parçalansa, gözlerim çanağından çıkıp yuvarlansa bile, sayanların sayamayacağı ve bütün hamd edenlerin bile hakkını eda edemeyeceği Allah’ın bütün nimetlerinin onda birinin şükrünü bile yerine getiremem. Allah’a yemin olsun ki ben bunu yapamam, sadece Allah, gece gündüz, açık ve gizli, hiçbir şeyin beni O’nun zikrinden ve şükründen alıkoymadığını görmektedir. Eğer ailemin üzerimde hakkı olmasaydı ve diğerlerinin de gücüm oranında eda edeceğim bir takım hakları üzerimde olmasaydı, şüphesiz gözlerimi göğe diker, kalbimi Allah’a yöneltir ve Allah canımı alana kadar gözlerimi geri çevirmezdim. O hükmedenlerin en iyisidir.” Bunun üzerine İmam ağladı ve Abdulmelik de ağladı…” 1
Do'stlaringiz bilan baham: |