Açar sözlər: “Kitabi-Dədə Qorqud”, Kilisli Muallim Rifat, Türkiyə, qorqudşünaslıq
Dede Korkut Kitabı, bilindiği gibi 1815 yılında Dresden Kütüphanesi (Almanya)’nde bulunan “Kitab-ı Dede Korkut alâ Lisân-ı Taife-i Oğuzan”, isimli (başlıklı) yazmasının tanıtımı ve Tepegöz Hikâyesi’nin Almancaya çevirisini yapan Alman Von Diez’in çalışmasıyla bilim dünyasına tanıtılmıştır. Bu çalışmadan sonra uzun bir süre Dede Korkut hakkında ciddi bir çalışma yapılmamıştır.
Von Diez’in yayımladığı ilk metin de çok iyi okunmamış bazı kelimeler ve cümleler yanlış anlamlandırılmıştır. Mesela, çoban-çoluk’taki “çoluk” kelimesi “çolak” olarak okunmuş, “kas kas güldü”deki güldü kelimesi “geldi” olarak okunmuş ve öyle anlamlandırılmıştır. Benzer hatalar çoğalınca sonuç anlamsızlaşmış, hatta “ozan” kelimesi şahıs adı zannedilmiş, bu yüzden metnin anlamı değişmiştir. Bunları gören Barthold, bu tercüme için “güvenilmez”olarak nitelendirilmiştir. (Barthold, V.V.; Turetsky Epos i Kavkaz, M-L, 1962, s. 109)
Diez’in 1815’teki bu ilk çalışmasından aşağı yukarı 45 yıl sonra Alman Oryantalist Theodor Nöldeke, yazma nüshasının tamamını Almancaya çevirmeye çalışmış, ancak karşılaştığı güçlükleri yenemeyeceğini anlayınca, o sırada Almanya’da bulunan Barthold’a çalışmasına ait müsveddeleri vermiştir (1859). Barthold bu çalışmaları gözden geçirmiş ve Dede Korkut’u I, II, III ve V. boylarını (Dirse Han oğlu Bogaç Han, Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması, Bay Büre oğlu Bamsı Beyrek ve Duha Koca oğlu Deli Dumrul boyları) (bkz. zvo zapiski Vostoçnago Otdelaniya, VIII, 1894, s. 203-218, XI, 1899, s. 175-193, XII, 1900, s. 37-59 ve 1904, s. 1-38).
Bu yayınlar yapılırken, maalesef, Türkiye’de ve Türk dünyasında Dede Korkut ile ilgili henüz hiçbir yayın yapılmamış, bu yayınlar Türk bilim adamlarının dikkatlerini çekmiş görünmemektedir.
I. Dünya Savaşı sırasında Cenap Şahabettin (1870-1934 Manastır-İstanbul)1 Berlin’e gitmiş ve Berlin’deki Kraliyet Kütüphanesi’nde gördüğü Dresden Yazmasını’nın Von Diez tarafından yapılan kopyasını görmüş ve fotoğraflarını aldırmış (203 Numarada kayıtlı 37 yapraklık bir defter) ve getirip Maarif Nezaretine vermiştir. Nezaret yani bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı da bu kopyayı, Milli Tetebbular Encümeni’ne havale etmiştir.
İşte Dede Korkut Hikâyelerinin Türkiye’deki yeni ve meraklı macerası da bu yazma ile başlamıştır.
Sadece Dede Korkut’u değil Türk Dili’nin pek çok eserini gün ışığına çıkaran, alçak gönüllü ve sade bir üsluplaDîvânü Lugâti’t-Türkde dâhil olmak üzere çalışmalarını anlattığı anıları “Anılar ve Yazılar” (Ankara 1997) adlı eserde toplanan yazılarından, kendi anlatımıyla Kilisli Rıfat’ın ağzından vermek istiyoruz.
“Dede Korkut Kitabına Dair” başlığı ile “Yeni Sabah Gazetesi”nde yayımlanan ve Avukat Şinasi Çolakoğlu’nun topladığı bu makaleler ve anılar kitabına geçmeden önce, Kısaca Kilisli Muallim Rifat’ın hayatını vermek istiyoruz.
1874 yılında Kilis’te doğmuş, babası zaptiye çavuşlarından Abdülkerim Bey’dir. Gerçek ismi Ahmet Rifat’tır. Doğumundan az önce babasını kaybetmiş, annesi ve dayılarının yardımıyla büyümüştür.
O, kendi hayatını “Tercüme-i Halim” adlı şiirinde anlatır. İlk tahsilini Kilis’te Zıddıkzâde Abdullah Ferit Efendi okulunda okumuş, medrese tahsilini de Keçikoğlu Müftü Abdurrahman Efendi’den icazet olarak tamamlamıştır. 18 yaşında İstanbul’a gitmiş ve orada “Daru’l-Muallimin”in yüksek kısmına kaydolmuş ve birincilikle mezun olmuştur. Hayatı boyunca hep öğretmenlik yapmıştır. Emekli olunca da, iyi hocalar ders veriyor gerekçesiyle, Hukuk Fakültesi’ne yazılmış ve oradan da “Pekiyi” derecesiyle mezun olmuştur.
Önceleri ilk ve ortaokullarda, daha sonra liselerde Türkçe, Arapça, Farsça, Tarih ve Edebiyat dersleri vermiş, daha sonra İmam Hatip Mektebi’nde Felsefe, İlahiyat Fakültesi ile Edebiyat Fakültesi’nde Arap Dili ve Edebiyat Derslerini okutmuştur. Bütün ömrü boyunca Kilis’e bağlı kalmış ve “Kilisli Muallim Rifat” olarak şöhret olmuştur. Kilisli sıfatını hep iftiharla kullanmıştır.
Bütün dünyadaki Türkoloji âleminde tanınmış, önemli müsteşriklerle haberleşmiş, Ritter gibi bazılarıyla da işbirliği yapmıştır.
Türk Dilinin temel eserlerinin çoğunu ilk defa o yayımlanmış, pek çoğunu da o ortaya çıkarmıştır. XI. yüzyıldan XV. yüzyıla kadarki Oğuzcanın ve Hakaniye Türkçesinin şaheserlerini ilk defa o tanıtmıştır. Sözü fazla uzatmadan aşağıda bu eserlerden birkaç örnekle yetineceğiz.
Bu eserlerden en önemlileri şunlardır:
-
Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisân-ı Taife-i Oğuzân (Dresden yazmasının kopyası olan Berlin Nüshasında), İstanbul 1332 (1916)
-
Dîvânü Lugâti’t-Türk(3 cilt) 1. ve 2. ciltler 1915, 3. cilt 1917 Matbaa-i Amire, İstanbul.
-
İbni Mühanna Lugati (İstanbul 1919) İstanbul Müze Kitaplığında
-
Sultan Veled Divan-ı Turkî (Velet Çelebi İzbudakla)
-
Ebu Hayyanü’l-Endülüsî, Kitabu’l-İdrak Lisanu’l-Etrak’e yazdığı 1513 kelimelik sözlük
-
Astrabadi, Bezm u Rezm (Farsça Metin) (Kadı Burhaneddin Tarihi), 1928, İstanbul.
-
Evliya Çelebi Seyahatnamesi 7. ve 8. ciltler, 1928, İstanbul.
-
Keşfü’z-Zünun ve Zeyli (Şerafettin Yaltkaya ile I. 1941- II. 1945), İstanbul.
-
Tarama Sözlüğü’nün hazırlanışı sırasında taramış olduğu 83 eser.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmaya yüz tuttuğu yıllarda henüz gelişmekte olan Türkçülük fikrinin gelişmeye başlamasına Dîvânü Lugâti’t-Türk, Dede Korkut ve yukarıda bazılarının isimlerini verdiğimiz eserlerle de önemli katkılar sağlamıştır.
Kilisli Muallim Rifat Bilge’nin Dede Korkut ile ilgili çalışması hakkında bizzat kendisinin ağzından verdiği meraklı bilgiler ise şöyledir:
Dede Korkut Kitabına Dair*
“Harb-i Umumi içinde Cenap Şahabettin Bey, Berlin’e kadar bir seyahat yapmış, orada İmparator Kütüphanesinde bu kitabı görmüş, fotoğrafını aldırmış, Maarif Nezaretine vermişti. Nezarette “Millî Tetebbular Encümeni”ne gönderdi.
Bir toplantıda bu kitabı okuduk, faydalı gördük, neşredilmesine karar verdik. Fakat kitap biçimsiz bir yazı ile yazılmıştı. Anlaşılıyordu ki müsteşrik yazısıdır. Fazla olarak kitapta sözbaşı görülmüyor, sayfanın bir ucundan öbür ucuna kadar bitişik gidiyordu. Sözler eski olduğundan maksat kolaylıkla anlaşılamıyordu.
Bu sebepten dolayı:
– Bu kitabı Ziya Gökalp Bey’e verelim, okusun biçim versin, ona göre bastıralım denildi. Bu sözü Ziya Bey kabul etti.
Kitabı Ziya Bey’e verdik. Aldı, götürdü. Bir ay kadar yanında kaldı. Bir ay sonra getirdi. Okudum fakat bir şeye benzetemedim. İçinden çıkamadım. Bunu bir kere de Rifat okusun, dedi.
Bu defa kitabı bana verdiler. Bir defa okudum, iki defa okudum, anlamadım. Elhasıl belki on beş defa okudum, anlar gibi oldum. Sonra anlayışıma göre yeniden yazmak istedim. Bir kere yazdım, beğenmedim, bozdum; bir kere daha bir kere daha… Hülasa belki on beş defa yazdım. Neticede anladım ki kitap, bir mukaddime, bir makale ile on iki hikâyeden ibarettir. Bir de kitap tamamen nesir değil, içinde nazımlar da vardı.
Binaaleyh nazımları nazım şeklinde yazdım. Şu kadar var ki nazım başlarına birçok kitaplarımızda görüldüğü veçhile (nazım) denilmemiş de (soylama-söyleme) denilmiş.
Bu kelimenin kökü (soy)dur. Ondan bir mastar yapılarak (soylamak) tabiri eski kitaplarımızın bir takımlarında görülmektedir.
Bu kelime iki manada kullanılıyor:
-
Tavsif etmek yani bir şeyi etrafı ile anlatmak
-
Aramak. İşte (nazım) yerinde kullanılan (soylama) birinci manada alınmıştır.
Bence bu kelime maksada (nazım) kelimesinden daha uygundur. Çünkü (nazım) kelimesinde dizi fikri var, anlatma fikri yoktur.
Ben bu (soylama) kelimesini eski kitapların bir kısmında da gördüm. Eskiler (şiir) yerinde bunu kullanmışlar daha sonra “deyiş” tabiri kullanılmıştır.
Ben bu kitabı kendi keyfimce yazdım. Fakat ne bir harf arttırdım ne bir harf eksilttim. Benim işim hikâye başlarını, söz başlarını bulmak, şiir ile nesri ayırmak ve bazı kelimelerin yanına işaretler koymak oldu. Muvaffak oldum mu olmadım mı bilmem.
Beyaz ettiğim nüshayı encümene takdim ettim. Azalar tetkik ettiler:
-
İyi olmuş, işte bu kadar olur, pekâlâ, matbaaya verilsin, basılsın, tashihine de Rifat baksın dediler.
Yalnız Ziya Bey söz istedi:
-
Müsaade buyurun da bir de ben Rifat ile birlikte okuyayım, düşüneyim, dedi.
Azalar bu fikri de kabul ettiler,
Bunun üzerine Ziya Bey,
-
Aksaray’da Sinekli Bakkal bizim ev var, sen bana sabahları gelirsen, öğleye kadar birlikte okuyalım, düşünelim, dedi.
Kabul ettim, bir hafta kadar Ziya Bey’in evinde okuduk, her kelimesini düşündük. Neticede Ziya Bey yazdığım nüshayı kabul etti. 1322 (1906) senesinde matbaaya verdik, basılmaya başladı.
Encümen bana kitabın içindeki eski Türkçe kelimelerin halli ile kitabın sonuna konulmasını da havale etmişti. Fakat uğraştım, uğraştım, tamamıyla halledemedim. Aczimi söyledim, zaman istedim.
Encümen beni mazur gördü.
-
Pekâlâ, sonraya kalsın denildi ve kitap o suretle çıktı.
Ben o zaman kitabın başına adımı (müstensih) diye gösterdim. Şimdi anlıyorum ki o kelime kâfi değildir. “Müstensih ve mürettip” yahut halis Türkçe olarak “Biçime koyan” demeliydim.
Kitabı bu şekle koymakla iyi bir şey yapıp yapmadığımı bilmiyorum. Şu kadar var ki aradan şu kadar sene geçtiği halde, başkaları değişik bir biçim vermemiştir.
Kitapta satırlar, satır araları hece itibariyle birbirine müsavi ve oldukça kafiyeli iken üzerinden zaman geçerek cahillerin ellerinde, ağızlarında dolaşarak bozula bozula bu hâle mi gelmiştir? Buna da imkân görüyorum.
Kitabı nazım ve nesir kısmına ayırdığım zaman isabet ettim mi, etmedim mi diye düşünmekte idim. O sırada kitapçıların birisinde bir risale şeklinde (Tepegöz hikâyesini) gördüm. Yine eskilerden birisi bu Tepegöz hikâyesini almış, başka bir ibare ile yazmış ve nesirlerin aralarına hece hesabıyla koymuştu.
Bu eseri görünce isabet ettiğime kail oldum. Fakat şu günlerde kitabı bir daha gözden geçirdim. Nazım ve nesri ayırmada yanıldıklarımı gördüm. Binaenaleyh şu kitabı bir daha yazmak mecburiyetindeyim.
Kitap basılıp çıktıktan sonra, bir gün Ziya Bey (Gökalp) bana şöyle dedi:
-
Rifat bundan sonra senin adın “Dede Korkut” olsun. Sana bir kopuz alalım, ustasını da bulalım, çalmasını öğren, sana memleketimizin her tarafını gezmek, Dede Korkut hikâyelerini söylemek için bol tahsisat verelim. Kopuzunu koluna tak, ilden ile şardan şara gez. Hikâyeler anlat, kopuzunu çal, soylamalarıyla gel şu hizmeti kabul et.
Bu teklife şöyle cevap verdim:
-
Benim musikiye istidadım yoktur. Bir kere Musullu Hafız Osman Efendiden musiki dersi almak istedim. Bana, “Bakalım kabiliyetin var mı? Sana bir şarkı vereyim, anlayayım” dedi. Sonra
“Habgâh-ı yâre girdim arz için ahvalimi
Do'stlaringiz bilan baham: |